Gürkan BİÇEN
Bugün İtalyan olarak tanımladığımız halkın siyasi birliğinin kurucularından Massimo d'Azeglio, “L'Italia è fatta. Restano da fare gli italiani” (İtalya yaratıldı. İtalyanları yaratmak kaldı) dediğinde Müslümanların siyasi birliğini temsil eden Osmanlı İmparatorluğu önemli bir güç olarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı’nın din eksenli algılayışla hayata geçirdiği “Millet” sistemi zayıflamış olsa da henüz hayatiyetini kaybetmemişti. Bu sebeple kan bağına dayalı bir sosyal/kültürel/siyasal birlik oluşturma gayreti anlamsız kabul ediliyordu. Ne var ki, Balkan coğrafyasında kaybedilen topraklar İttihatçıları bir dengeleme faaliyetine girişmeye sevk etmiş, Balkan coğrafyasında kaybedilen toprağa ve nüfusa karşılık olmak üzere Ermeni tehciri gerçekleştirilmişti. Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybedilen topraklardan Anadolu’ya gelenlerin Müslümanlar olması, ardından yaşanan mübadeleler ve bu yolla ülkenin dini açıdan aynileşmesi ilk etapta mesele olarak görülmese de, rejimin “Türk” tanımını Balkan halklarının kullandığı “Müslüman” karşılığından arındırması ve din temelli algının reddi yeni bir “Türkiye” ve yeni bir “Türk” yaratılacağının işareti olmuştur. Bu, aynı zamanda, Anadolu’daki Müslüman halkın da, Avrupalı jeopolitik dengelerin belirlediği manada oluşan “ulus” devlet modelinin problemleriyle yüzleşmesi demekti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye sonrası beliren ilk kadroları tarihe karşı gerçekleştirdikleri ihtilalin umdukları semerelerini büyük ölçüde aldılar. Müslüman zihnin “millet” algısı yerini kavim temelinde yükselen “Türk” algısına, dinin siyasal alanı tanzim eden belirleyiciliği ise yerini seküler yaklaşımlara bıraktı. Anadolu’nun yaşadığı büyük göç hareketleri, bu topraklarda yeni bir hayat kurma gayretinde olan köksüz insanların rejime yönelik minnettar tutumları, Balkan göçmenlerinin yeni rejimin yöneldiği Avrupa kültürüne görece aşinalığı süreci hızlandıran unsurlar arasında sayılabilir. Rejimin totaliter yapısı ise tüm farklılıkları bastırıp bir arada tutmanın esas etmeni olmuştur.
Türk kavmiyetçiliği üzerine bina edilen rejim için bugüne dek çözülemeyen mesele Kürt varlığıdır. Kürt halkının temelde kendi tarihi coğrafyasında yerleşik olması rejimin Kürtlerin sosyal dokularına nüfuzunu zorlaştırmış, sürdürülebilir çatışma modeliyle yürütülen şiddet eylemlerinin gölgesinde Kürt nüfusun kırsaldan şehirlere ve bölgeden bölge dışına göçü sağlanana kadar da bu halkın geleneksel yapısı değiştirilememiştir. Ancak, otuz yılı bulan sürdürülebilir çatışma modelinin neticesi, bugün Kürt halkının bir “kavim” olarak tanınma arzusudur.
Anadolu’nun Müslüman halkı arasında, Müslümanların birinci kimliğinin, temel aidiyetinin İslam olmak fikrinden /inancından uzaklaşılmasıyla baş gösteren bu meselede kavmiyetçi/seküler/despot kişilerin duruşu belliyken Müslümanların duruşu çok zaman belirsiz kalmıştır. Müslümanlar bünyelerinden bir parçaya karşı umarsız davranmış, kimi zaman ise hamaset peşinde koşmuşlardır. Bir kısmı, süreci anlamlandırmaktan aciz kaldıklarını ifade etmiştir. Cihan Aktaş, “Nasıl oluyor da ağırlıklı olarak dindar olan, İslamcılık hareketlerini önemli ölçüde etkilemiş bulunan mensuplarıyla da övünen bu nüfusun başat temsilcileri dini söylemlerle mesafeli olduğu bilinen PKK ve DTP olarak görünüyor…” derken bu acziyeti ortaya koymuştur.
Otuz seneye yakın bir zamandır şiddet sarmalıyla gündeme gelen şey aslında Kürt meselesi değildir. Bu tam anlamıyla bir Müslüman zihin meselesidir. Anadolu Müslümanlarının kendi kaderlerine hakim olma iradesini gösterememe, kendi gündemlerini belirleyememe, kendi yöntemlerini hayata geçirememe meselesidir. Bundan daha vahimi Anadolu Müslümanlarının savruldukları, Müslüman zihni kuşatan muhafazakâr/sağcı, kavmiyetçi, toprakçı, bayrakçı, dilperest saplantıların farkına varamamalarıdır. Bu topraklarda Müslümanlar Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği ancak toplumun dönüştürülmesi için oluşturulmuş mitleri kutsar, bunların hakikatini sorgulamaktan imtina eder hale gelmişlerdir. Müslüman’ın tek vatanı İslam iken vatanı toprağa, tek dili kardeşlik temelinde yükselen bütün ilişki/konuşma/anlaşma biçimleriyken sekülerleştirilmiş Türk diline, tek milleti bütün müminleri kuşatan İslam Milleti iken kültürel anlamda bile olsa Türk kavmine dönüştürmüşlerdir. Toprak “insan”dan önemli hale gelmiş, hiçbir kutsiyeti olmayan, istenildiği an değiştirilebildiğini tarihsel bir gerçeklik olarak gördüğümüz alfabe “Müslüman”ın kanının/onurunun/varlığının önüne geçirilmiştir. Müslümanların “insan”ı her şeyin önüne almaları; Müslümanlar arasında aşılamayacak meselenin olmadığını, Allah’ın hakkında bir delil indirmediği hiçbir şeyi savunmayacaklarını, her hakkı sahibine vermekte kararlı olduklarını ve bunun siyasi/hukuki/ekonomik sonuçlarını göğüslemeye hazır olduklarını ilan etmeleridir, Müslüman zihnin ve böylelikle Kürt meselesinin çözüm yolu.
Çözümü güvenlik eksenine dayamak, oluşturulacak lejyoner birliklerin çözümü sağlayabileceğini düşünmek esaslı bir hatadır. Müslümanların birbirine doğrulttuğu silahların susturulmasının yolu her kavimden Müslüman’ın Müslüman Kürt kimliğinin ihyasında Kürt halkına yardımcı olmasından, onları ümmetin içindeki onurlu yerlerine, Selahaddin Eyyubi’nin makamına taşımalarından geçecektir. Doğrudur, lejyonerler daha az sayıda eğitimsiz askerin ve daha çok sayıda Kürt kavmiyetçisinin hayatını kaybetmesini sağlayabilir. Ama bu lejyonerlerin ve kavmiyetçi Kürtlerin anne babalarının Müslüman isimlerini değiştirmez, yakılacak ağıtların dilini farklılaştırmaz.
Tavsiye ederim, sorun onlara; Lejyonerler kimlerin oğulları?
Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye sonrası beliren ilk kadroları tarihe karşı gerçekleştirdikleri ihtilalin umdukları semerelerini büyük ölçüde aldılar. Müslüman zihnin “millet” algısı yerini kavim temelinde yükselen “Türk” algısına, dinin siyasal alanı tanzim eden belirleyiciliği ise yerini seküler yaklaşımlara bıraktı. Anadolu’nun yaşadığı büyük göç hareketleri, bu topraklarda yeni bir hayat kurma gayretinde olan köksüz insanların rejime yönelik minnettar tutumları, Balkan göçmenlerinin yeni rejimin yöneldiği Avrupa kültürüne görece aşinalığı süreci hızlandıran unsurlar arasında sayılabilir. Rejimin totaliter yapısı ise tüm farklılıkları bastırıp bir arada tutmanın esas etmeni olmuştur.
Türk kavmiyetçiliği üzerine bina edilen rejim için bugüne dek çözülemeyen mesele Kürt varlığıdır. Kürt halkının temelde kendi tarihi coğrafyasında yerleşik olması rejimin Kürtlerin sosyal dokularına nüfuzunu zorlaştırmış, sürdürülebilir çatışma modeliyle yürütülen şiddet eylemlerinin gölgesinde Kürt nüfusun kırsaldan şehirlere ve bölgeden bölge dışına göçü sağlanana kadar da bu halkın geleneksel yapısı değiştirilememiştir. Ancak, otuz yılı bulan sürdürülebilir çatışma modelinin neticesi, bugün Kürt halkının bir “kavim” olarak tanınma arzusudur.
Anadolu’nun Müslüman halkı arasında, Müslümanların birinci kimliğinin, temel aidiyetinin İslam olmak fikrinden /inancından uzaklaşılmasıyla baş gösteren bu meselede kavmiyetçi/seküler/despot kişilerin duruşu belliyken Müslümanların duruşu çok zaman belirsiz kalmıştır. Müslümanlar bünyelerinden bir parçaya karşı umarsız davranmış, kimi zaman ise hamaset peşinde koşmuşlardır. Bir kısmı, süreci anlamlandırmaktan aciz kaldıklarını ifade etmiştir. Cihan Aktaş, “Nasıl oluyor da ağırlıklı olarak dindar olan, İslamcılık hareketlerini önemli ölçüde etkilemiş bulunan mensuplarıyla da övünen bu nüfusun başat temsilcileri dini söylemlerle mesafeli olduğu bilinen PKK ve DTP olarak görünüyor…” derken bu acziyeti ortaya koymuştur.
Otuz seneye yakın bir zamandır şiddet sarmalıyla gündeme gelen şey aslında Kürt meselesi değildir. Bu tam anlamıyla bir Müslüman zihin meselesidir. Anadolu Müslümanlarının kendi kaderlerine hakim olma iradesini gösterememe, kendi gündemlerini belirleyememe, kendi yöntemlerini hayata geçirememe meselesidir. Bundan daha vahimi Anadolu Müslümanlarının savruldukları, Müslüman zihni kuşatan muhafazakâr/sağcı, kavmiyetçi, toprakçı, bayrakçı, dilperest saplantıların farkına varamamalarıdır. Bu topraklarda Müslümanlar Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği ancak toplumun dönüştürülmesi için oluşturulmuş mitleri kutsar, bunların hakikatini sorgulamaktan imtina eder hale gelmişlerdir. Müslüman’ın tek vatanı İslam iken vatanı toprağa, tek dili kardeşlik temelinde yükselen bütün ilişki/konuşma/anlaşma biçimleriyken sekülerleştirilmiş Türk diline, tek milleti bütün müminleri kuşatan İslam Milleti iken kültürel anlamda bile olsa Türk kavmine dönüştürmüşlerdir. Toprak “insan”dan önemli hale gelmiş, hiçbir kutsiyeti olmayan, istenildiği an değiştirilebildiğini tarihsel bir gerçeklik olarak gördüğümüz alfabe “Müslüman”ın kanının/onurunun/varlığının önüne geçirilmiştir. Müslümanların “insan”ı her şeyin önüne almaları; Müslümanlar arasında aşılamayacak meselenin olmadığını, Allah’ın hakkında bir delil indirmediği hiçbir şeyi savunmayacaklarını, her hakkı sahibine vermekte kararlı olduklarını ve bunun siyasi/hukuki/ekonomik sonuçlarını göğüslemeye hazır olduklarını ilan etmeleridir, Müslüman zihnin ve böylelikle Kürt meselesinin çözüm yolu.
Çözümü güvenlik eksenine dayamak, oluşturulacak lejyoner birliklerin çözümü sağlayabileceğini düşünmek esaslı bir hatadır. Müslümanların birbirine doğrulttuğu silahların susturulmasının yolu her kavimden Müslüman’ın Müslüman Kürt kimliğinin ihyasında Kürt halkına yardımcı olmasından, onları ümmetin içindeki onurlu yerlerine, Selahaddin Eyyubi’nin makamına taşımalarından geçecektir. Doğrudur, lejyonerler daha az sayıda eğitimsiz askerin ve daha çok sayıda Kürt kavmiyetçisinin hayatını kaybetmesini sağlayabilir. Ama bu lejyonerlerin ve kavmiyetçi Kürtlerin anne babalarının Müslüman isimlerini değiştirmez, yakılacak ağıtların dilini farklılaştırmaz.
Tavsiye ederim, sorun onlara; Lejyonerler kimlerin oğulları?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder