Translate

21 Eylül 2010 Salı

Kudüs, sana sadık kalacağım

Gürkan BİÇEN
İsrail anti-siyonist sol hareketinde yer alan Michel Warschawski “İsrail Toplumunun Krizi – Açık Bir Mezara Doğru” isimli kitabında siyonist rejimin şiddet ekseninde süren varlığını ve işgali sorgularken, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir” der. Warschawski’ye göre, İsrail baskısı özünde, tek taraflı bir inisiyatif ile kendi kafalarına göre hareket etme cüreti gösterenlerin kesin bir şekilde burunlarının sürtülmesi amacını taşıyan ‘cezalandırıcı’ bir karakter taşır. Mesele ‘düzeni tesis etmek’ değil, çabucak bir sindirme kampanyasına dönüştürülebilecek olan bir cezalandırma seferi düzenlemektir. Bu sebebe binaen her somut olayda İsrail tarafından verilen emirler açıktır: Her türlü direnişi her türlü araçla ezin. Hedefin hemen hiç önemi yoktur, koşulların hemen hiç önemi yoktur ve ‘tali zarar’ın ölçüsünün hemen hiç önemi yoktur.

Mavi Marmara “Özgürlük Filosu”nun yola çıkışı da, siyonistler tarafından “Direniş” lehine kendi başına bir inisiyatif girişimi olarak algılanmış ve filoya yönelik müdahale de bu algı kapsamında, daha evvelki şiddet örneklerine uygun bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Siyonistlerin kurşunları ile şehit olanların varlığı göstermektedir ki, siyonistler ‘düzeni tesis etmek’ değil, bağımsız bir inisiyatifi ‘cezalandırmak’ ve böylece bu inisiyatifin sahibi olan Türkiye’nin burnunu sürtmek istemişlerdi. “İsrail neyi hedefledi ?” başlıklı yazısıyla Akif Emre, Warschawski’nin retoriğine benzer bir şekilde, İsrail’in dünyayı kendi diliyle konuşmaya zorladığını ve bölgede kendi başına inisiyatif geliştirmek isteyen Türkiye’nin ‘karizmasını çizmek’ istediğini vurguluyordu. Warschawski, bu tür şiddet olaylarının bir başka amacının daha olduğunu savunur. Ona göre, “Her operasyonun, kendine yönelik (hem İsrail kamuoyundan hem de uluslararası topluluktan gelen) tepkileri sınamak gibi bir hedefi de vardır ve eleştirilerin dozajı çok ağır değilse, şiddette yeni bir standart belirlenmiş olur.” Böylelikle siyonist rejim, destekçilerinin de yardımıyla, dozajı giderek artan bir şiddeti tepkisizlik / alışılmışlık alanına dönüştürmeyi becerebilmektedir.

Mavi Marmara direnişi dokuz Türk vatandaşının şahadetiyle neticelendi. Uluslararası sularda saldırıya uğrayan gemide öldürülen vatandaşlarının hakkını muhafaza için Türkiye’nin ileri sürdüğü talepler; yaralıların ve cenazelerin derhal gönderilmesi, gemilerde bulunan ve siyonist rejim tarafından göz altına alınan kişilerin serbest bırakılarak Türkiye’ye dönüşlerinin sağlanması, Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması, resmen özür dilenmesi, uluslararası soruşturmanın kabul edilmesi ve zararların tazmin edilmesi şeklinde özetlenebilir. Siyonist rejim o günün şartlarında kendisini sıkıntıya sokacak olan yaralıların ve cenazelerin gönderilmesi ile göz altına alınanların serbest bırakılması şartlarını kabul etti. Bir süre direnmesine rağmen uluslararası soruşturmaya da izin vermek zorunda kaldı. Bu durumda, Türkiye’nin ilk şartlarından geriye; devam eden ambargo, resmi özür ve tazminatın kaldığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin şartlarının ve siyonist rejime yönelik olarak uygulamaya konulan yaptırımların ağırlığı ile olayın akabinde açıklama yapan yetkililerin beyanlarının orantısı ise ayrıca değerlendirilmelidir. 1 Haziran 2010 tarihli Meclis Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında Sayın Başbakan, “İsrail hükümetinin bu cüretkâr, bu sorumsuz, bu pervasız, bu hak hukuk tanımayan, her türlü insani erdemi ayaklar altına alan saldırısı mutlaka ama mutlaka cezalandırılmalıdır. (…). Türkiye olarak bu işin peşini bırakmayacağız. Türkiye yeni yetme, köksüz bir devlet değildir. Bir kabile devleti hiç değildir. Kimse Türkiye’yle aşık atmaya, Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkmamalıdır… (…) Bugün yeni bir gündür, bir milattır. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikardır…” sözlerine yer vermiş ve bu sözler resmi düzeyde kabul görmüş, benzeri ifadeler Sayın Cumhurbaşkanı’nın da konuşmalarına yansımıştır. Bu tür açıklamalardan kamuoyu, haklı olarak, resmi ilişkilerdeki temsil düzeyinin düşürülmesi yönünde bir adım atılacağı sonucunu çıkarmaktadır. Kamuoyunun beklentisinin gerçekleşmemesinde siyonist rejimin varlık şartlarına yönelik bir değerlendirme hatasının mevcudiyeti söz konusudur.

2008 yılının sonunda siyonist rejimin Gazze’ye saldırmasıyla patlak veren “Furkan Savaşı”nın akabinde Umran Dergisi’nin yaptığı bir çalışmaya katılan Sefer Turan, siyonist rejim konusundaki temel yanlışın onu normal bir devlet olarak telakki etmek olduğunu ileri sürüyordu. Turan’a göre, siyonist rejim son derece özel şartlarda oluşturulmuş ve bu şartlarda korunan bir düzen olduğundan kendisini hemen hiçbir kayıtla bağlı hissetmeyen bir yapıdır ve buna rağmen ona Birleşmiş Milletler’in sair üyelerinden birisi gözüyle bakmak ve diplomatik dili / tavrı buna göre oluşturmak esaslı bir yanlıştır. Türk devlet adamları ve bürokratları siyonist rejim ile halkı tefrik çabasını her daim dile getirse, katliamların İsrail halkı tarafından değil, onları yöneten hükümetler tarafından icra edildiğini söyleseler de, Warschawski’nin belirttiği gibi, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir”. İsrail Silahlı Kuvvetleri ise, Robert Fisk’e göre, modern bir ordu değil, yollarına çıkan her şeyi yağmalayan ve tam dokunulmazlıktan faydalanarak Filistin kasabalarının tarumar edilmesine izin veren silahlı çeteler sürüsüdür. Bu durumda, Türkiye’nin arasını tefrik etmesi gereken şey işgalci rejim ile halk değil, bir bütün olarak siyonist varlık ile özelde Orta Doğu ve genelde dünya halkları olmalıdır.

31 Mayıs 2010 tarihinden bu yana Türkiye, siyonist rejim tarafından gerçekleştirilmesini istediği taleplerini duymayan kimse kalmamacasına ilan etti. Bununla da yetinmeyip Sayın Dış İşleri Bakanımız ile siyonist rejimden Ben Eliezer’in Brüksel’de gizli bir görüşme yapmasına onay verdi. Bu görüşmenin basına yansıması üzerine Dış İşleri Bakanımız, görüşmenin gerekçesini, “Şartlarımızı yüzlerine doğrudan ve net olarak söylemek için bunu yaptık. Dünyanın bütününe, bütün küresel alana, BM Güvenlik Konseyinde yüksek sesle vurguladığımız temel taleplerimizi İsraillilerin yüzüne de söylemek için bunu yaptık.” sözleriyle açıkladı. Anlaşılan odur ki, Türkiye, tüm şartlarını siyonist rejime yeterli bir temsil düzeyiyle, yüz yüze iletmiş haldedir. Öyle ise Birleşmiş Milletler Genel Kurul Görüşmeleri için New York’a giden Sayın Cumhurbaşkanımızın siyonist rejimden Şimon Peres ile de bir görüşme yapmasının planlanmasının / umulmasının anlamı nedir? Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, niçin böyle bir görüşmenin yapılacağına dair haberler okumaktayız ? Bu tür haberlerin aslı olmadığını ve bu düzeyde bir temasa gerek olmadan Dış İşleri Bakanlığının süreci yürüttüğünü umuyoruz.

Sayın Başbakan haklıdır, Türkiye sıradan bir devlet olmadığı gibi, Türk halkı için de Filistin sıradan bir mesele değildir. Bunun için şehitlerimizin ardından taziye değil tebrik merasimleri düzenlenmiştir. Kudüs’e dini bir mesele olarak bakan Siyonistlerin Kudüs’ün her yanına yapıştırdıkları çıkartmalardaki şu ifadeler Kudüs’ü Allah ile aralarında bir ahid olarak telakki eden biz Müslümanlar için de geçerli olmalıdır: Kudüs, sana sadık kalacağım!

Hiç yorum yok: