Gürkan BİÇEN
İnsanlık tarihi para basmanın, vergi toplamanın ve yargılamanın bir toprak üzerindeki egemenliğin vazgeçilmez unsurları arasında yer aldığına dair kanaati destekleyen kuvvetli delillere sahiptir.
İncil’e göre, Ferisiler İsa’yı (as) tuzağa düşürmek için geldiklerinde, “Söyle bize, Sezar’a vergi vermek kutsal yasaya uygun mu, değil mi?” diye sormuşlardır. İsa ise onlardan aldığı paranın üzerindeki resmin Sezar’a ait olduğunu söylemeleri üzerine, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin” diye cevap vermiştir. Böylece İsa, para basmanın ve vergi toplamanın egemenliğin unsurları arasında olduğuna işaret etmiştir. İsa’yı yargılayarak ölüme mahkûm eden Roma valisi ise yargılamanın egemenlik hakkının bir unsuru olduğunu ortaya koymuştur. Ardından gelen Kur’an da yargılama faaliyeti ve hakkına ilişkin hükümlere yer vermiş, Müslümanların ancak Allah ve Resulü’nün hükmüne gönülden razı olabileceklerini kayda bağlamıştır.
Modern devletler egemenliğin kullanım şeklini değiştirmekle beraber unsurlarında bir değişikliğe gitmemişlerdir. Bugün Kosova örneğinde olduğu gibi, Manda Yönetimi altında olmayan her devlet yargılama hakkını korumakta ısrarcıdır. Yargılama hakkının sınırları ise merkezde ülke toprakları, karasuları ve hava sahası olmak üzere ceza kanunlarında yer alan yetkilere göre bunların dışına da taşabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kendi yargı alanını Türk Ceza Kanunu ile belirlemiştir. Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü yer vermekle açık sularda Türk deniz araçlarında işlenen suçların Türkiye Cumhuriyeti’nin yargılama yetkisinde kaldığını tartışılmaz hale getirmiştir.
31 Mayıs 2010 günü Akdeniz’in açık sularında seyreden Mavi Marmara gemisine saldıran Siyonistlerin geminin sicilini, egemenlik hakkına ilişkin gerçekleri ve Türk yargısıyla yüzleşecekleri bir suçu işlediklerini bilmediklerini varsaymak mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen gemiye saldırdılar ve dokuz Türk vatandaşını şehit ettiler. Siyonistlerin bununla şiddette bir eşik oluşturmak ve muhataplarına gözdağı vermek istedikleri açıktır. İslam Konferansı Teşkilatı (Yeni adı İslam İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Geçtiğimiz yıl yaşanan olayların benzerinin yeniden yaşanması, yeni şehitlerin olması bu defa telafisi mümkün olmayan sorunlara neden olabilir. Buna hiç gerek yok. Biz Gazze’ye büyük miktarlarda insani yardımda bulunduk ve bulunmaya devam ediyoruz” şeklindeki sözleri, Siyonistlerin amaçlarına ulaştıklarını, elli yedi ülkenin üye olduğu devasa bir teşkilata madden ve manen geri adım attırdıklarını göstermiştir.
İslam ülkelerini kendi gemilerinde işlenmeyen bir suçun yargılamasının sağlanmasına icbar edecek hukuki bir durumun olmadığını kabul edebiliriz. Ancak aynı şeyi Türkiye için söylememiz mümkün değildir. Türkiye saldırı ve cinayet anından bu yana yargı yetkisini gözlerden uzak tutmanın, mümkün olduğu kadar geciktirmenin derdinde olan bir ülke portresi çizmektedir. Dışişleri Bakanımızın Siyonistlerle henüz hesaplaşılmadığı yönündeki beyanına rağmen, saldırının hemen akabinde yapılan açıklamaların sertliği yerini eski hale dönüş çabasına ve dosyanın bu suretle kapatılması ihtimaline bırakmıştır. Bunun en açık delilini saldırı sonrası “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Türkiye asla affetmeyecektir” diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın New York Times’da yayımlanan makalesinde, “Türkiye, İsrail komşularıyla barış sürecini devam ettirmeye hazır olduğu sürece, geçmişte oynadığı rolü oynamaya hazırdır” sözlerinde görüyoruz.
Türk siyasilerinin ve bürokratlarının Mavi Marmara vakasını sadece dış politikanın bir meselesi haline getiren yaklaşımının izlerini Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında sürebiliriz. 6 Haziran 2011 tarihli basın açıklamasında Adalet Bakanlığı, “Gazze’ye insani yardım götüren ‘Mavi Marmara’ isimli geminin de arasında bulunduğu yardım filosu, 31 Mayıs 2010’da İsrail güvenlik güçleri tarafından açık denizde durdurulmuş ve gemilerin kontrolü ele geçirilmiştir. Bu müdahale esnasında vefat eden ve yaralanan vatandaşlarımız olmuştur” ifadesine yer vererek olaya yaklaşımındaki ciddiyetsizliği ortaya koymuştur. Tüm dünyanın gözleri önünde bir gemiye saldırılmış ve insanlar katledilmiştir. Adalet Bakanlığının “maktul”leri “müteveffa” olarak tanımlaması suç faillerini “katil” olarak vasıflandırmamak için olsa gerektir. Aynı açıklamanın devamında “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan bilgiye göre, mağdur sayısının çokluğu nedeniyle kesin adli tıp raporları henüz tamamlanamamıştır. Ayrıca olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği bildirilmiştir” denmektedir. Basın organları Türkiye’nin BM için hazırladığı rapora Adli Tıp Kurumu Başkanlığı tarafından tanzim edilen raporların da eklendiğini belirtir ve bu yayımlar ve bunlar Dışişleri Bakanlığı’nca tekzip edilmezken Adalet Bakanlığı’nın açıklamasının bu kısmına ne anlam vermemiz gerekir? Kaldı ki, söz konusu davanın geçici raporlar ile de açılması mümkündür. Son olarak, Adalet Bakanlığı’nın aynı açıklamasının sonuç kısmı Türkiye’nin iç hukuk kurallarını işleterek açmak zorunda olduğu ceza davasından el çektiğini ortaya koymaktadır. Bu kısımda Adalet Bakanlığı, “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesi uyarınca yabancı bir ülkede işlenen bazı suçlarla ilgili olarak yargılama yapılması Adalet Bakanlığı’nın talebine bağlıdır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın sonucunda yargılama yapılabilmesi için TCK’nın 13. maddesine göre Adalet Bakanlığı’nın talebine gerek görülmesi halinde Bakanlığımıza müracaat edilecek ve bu aşamadan sonra Bakanlığımız yargılama talebinde bulunabilecektir.
Sonuç olarak, Mavi Marmara olayı hakkında Bakanlığımızca yargılama talebinde bulunulabilmesi için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın tamamlanması gerekmektedir. Soruşturma tamamlanmadan Bakanlığımızın yargılama talebinde bulunması hukuken mümkün değildir. Bu nedenle şimdiye kadar Bakanlığımıza yargılama izniyle ilgili herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Soruşturma sonucuna göre başvuru üzerine Bakanlığımızca gerekli işlemler yapılacaktır” diyebilmiştir. Adalet Bakanlığı’nın Hukuk Müşavirleri Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’ndan bihaber değildirler. Onlar da Türk Ceza Kanunu’nun 8. maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresinin hiçbir genişletme yapılmadan anlaşılması gerektiğini bilirler. Bir başka ifadeyle, açık sularda yargı hakkını kullanmayı zorunlu kılan deniz aracında aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığının, soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerektiğinin ve bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar” hükmüne yer verildiğinin farkındadırlar.
İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını devretmediği gibi, Mavi Marmara gemisinin sahibi de değişmemiştir. Öyleyse Adalet Bakanlığı Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet Başsavcısının Adalet Bakanından izin almaksızın şüpheliler hakkında Türk Ceza Kanunu hükümleri uyarınca bir kamu davası açmakla mükellef olduğu anlamına gelmektedir.
Her şey bu kadar açık iken meseleyi dış politika çerçevesine sıkıştırmak bu işten el çekmek demektir. Hele şüphelilerin kimliklerini öğrenmek için Siyonist yapının dış işleri ile yazışmak, onlardan cevap bekleyecek olmak “ipe un serme”nin bürokratik şekle bürünmüş hali olsa gerektir.
Siyonist yapının askeri kuvvetlerinin Arapça, İngilizce, İspanyolca ve Fransızca olarak, “İsrail’in güvenliğini uluslararası topluma havale edemeyiz” şeklinde uyarıda bulunduğu haberi ajanslara düştü. Türkiye’nin egemenlik hakkından vazgeçen ve yargı hakkımızı BM koridorlarında terk edenlerin ve yine haklarını cesurca arama kudretini gösteremeyen İHH’nın bizlere vermesi gereken bir hesap yok mudur?
İnsanlık tarihi para basmanın, vergi toplamanın ve yargılamanın bir toprak üzerindeki egemenliğin vazgeçilmez unsurları arasında yer aldığına dair kanaati destekleyen kuvvetli delillere sahiptir.
İncil’e göre, Ferisiler İsa’yı (as) tuzağa düşürmek için geldiklerinde, “Söyle bize, Sezar’a vergi vermek kutsal yasaya uygun mu, değil mi?” diye sormuşlardır. İsa ise onlardan aldığı paranın üzerindeki resmin Sezar’a ait olduğunu söylemeleri üzerine, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin” diye cevap vermiştir. Böylece İsa, para basmanın ve vergi toplamanın egemenliğin unsurları arasında olduğuna işaret etmiştir. İsa’yı yargılayarak ölüme mahkûm eden Roma valisi ise yargılamanın egemenlik hakkının bir unsuru olduğunu ortaya koymuştur. Ardından gelen Kur’an da yargılama faaliyeti ve hakkına ilişkin hükümlere yer vermiş, Müslümanların ancak Allah ve Resulü’nün hükmüne gönülden razı olabileceklerini kayda bağlamıştır.
Modern devletler egemenliğin kullanım şeklini değiştirmekle beraber unsurlarında bir değişikliğe gitmemişlerdir. Bugün Kosova örneğinde olduğu gibi, Manda Yönetimi altında olmayan her devlet yargılama hakkını korumakta ısrarcıdır. Yargılama hakkının sınırları ise merkezde ülke toprakları, karasuları ve hava sahası olmak üzere ceza kanunlarında yer alan yetkilere göre bunların dışına da taşabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kendi yargı alanını Türk Ceza Kanunu ile belirlemiştir. Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü yer vermekle açık sularda Türk deniz araçlarında işlenen suçların Türkiye Cumhuriyeti’nin yargılama yetkisinde kaldığını tartışılmaz hale getirmiştir.
31 Mayıs 2010 günü Akdeniz’in açık sularında seyreden Mavi Marmara gemisine saldıran Siyonistlerin geminin sicilini, egemenlik hakkına ilişkin gerçekleri ve Türk yargısıyla yüzleşecekleri bir suçu işlediklerini bilmediklerini varsaymak mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen gemiye saldırdılar ve dokuz Türk vatandaşını şehit ettiler. Siyonistlerin bununla şiddette bir eşik oluşturmak ve muhataplarına gözdağı vermek istedikleri açıktır. İslam Konferansı Teşkilatı (Yeni adı İslam İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Geçtiğimiz yıl yaşanan olayların benzerinin yeniden yaşanması, yeni şehitlerin olması bu defa telafisi mümkün olmayan sorunlara neden olabilir. Buna hiç gerek yok. Biz Gazze’ye büyük miktarlarda insani yardımda bulunduk ve bulunmaya devam ediyoruz” şeklindeki sözleri, Siyonistlerin amaçlarına ulaştıklarını, elli yedi ülkenin üye olduğu devasa bir teşkilata madden ve manen geri adım attırdıklarını göstermiştir.
İslam ülkelerini kendi gemilerinde işlenmeyen bir suçun yargılamasının sağlanmasına icbar edecek hukuki bir durumun olmadığını kabul edebiliriz. Ancak aynı şeyi Türkiye için söylememiz mümkün değildir. Türkiye saldırı ve cinayet anından bu yana yargı yetkisini gözlerden uzak tutmanın, mümkün olduğu kadar geciktirmenin derdinde olan bir ülke portresi çizmektedir. Dışişleri Bakanımızın Siyonistlerle henüz hesaplaşılmadığı yönündeki beyanına rağmen, saldırının hemen akabinde yapılan açıklamaların sertliği yerini eski hale dönüş çabasına ve dosyanın bu suretle kapatılması ihtimaline bırakmıştır. Bunun en açık delilini saldırı sonrası “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Türkiye asla affetmeyecektir” diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın New York Times’da yayımlanan makalesinde, “Türkiye, İsrail komşularıyla barış sürecini devam ettirmeye hazır olduğu sürece, geçmişte oynadığı rolü oynamaya hazırdır” sözlerinde görüyoruz.
Türk siyasilerinin ve bürokratlarının Mavi Marmara vakasını sadece dış politikanın bir meselesi haline getiren yaklaşımının izlerini Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında sürebiliriz. 6 Haziran 2011 tarihli basın açıklamasında Adalet Bakanlığı, “Gazze’ye insani yardım götüren ‘Mavi Marmara’ isimli geminin de arasında bulunduğu yardım filosu, 31 Mayıs 2010’da İsrail güvenlik güçleri tarafından açık denizde durdurulmuş ve gemilerin kontrolü ele geçirilmiştir. Bu müdahale esnasında vefat eden ve yaralanan vatandaşlarımız olmuştur” ifadesine yer vererek olaya yaklaşımındaki ciddiyetsizliği ortaya koymuştur. Tüm dünyanın gözleri önünde bir gemiye saldırılmış ve insanlar katledilmiştir. Adalet Bakanlığının “maktul”leri “müteveffa” olarak tanımlaması suç faillerini “katil” olarak vasıflandırmamak için olsa gerektir. Aynı açıklamanın devamında “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan bilgiye göre, mağdur sayısının çokluğu nedeniyle kesin adli tıp raporları henüz tamamlanamamıştır. Ayrıca olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği bildirilmiştir” denmektedir. Basın organları Türkiye’nin BM için hazırladığı rapora Adli Tıp Kurumu Başkanlığı tarafından tanzim edilen raporların da eklendiğini belirtir ve bu yayımlar ve bunlar Dışişleri Bakanlığı’nca tekzip edilmezken Adalet Bakanlığı’nın açıklamasının bu kısmına ne anlam vermemiz gerekir? Kaldı ki, söz konusu davanın geçici raporlar ile de açılması mümkündür. Son olarak, Adalet Bakanlığı’nın aynı açıklamasının sonuç kısmı Türkiye’nin iç hukuk kurallarını işleterek açmak zorunda olduğu ceza davasından el çektiğini ortaya koymaktadır. Bu kısımda Adalet Bakanlığı, “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesi uyarınca yabancı bir ülkede işlenen bazı suçlarla ilgili olarak yargılama yapılması Adalet Bakanlığı’nın talebine bağlıdır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın sonucunda yargılama yapılabilmesi için TCK’nın 13. maddesine göre Adalet Bakanlığı’nın talebine gerek görülmesi halinde Bakanlığımıza müracaat edilecek ve bu aşamadan sonra Bakanlığımız yargılama talebinde bulunabilecektir.
Sonuç olarak, Mavi Marmara olayı hakkında Bakanlığımızca yargılama talebinde bulunulabilmesi için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın tamamlanması gerekmektedir. Soruşturma tamamlanmadan Bakanlığımızın yargılama talebinde bulunması hukuken mümkün değildir. Bu nedenle şimdiye kadar Bakanlığımıza yargılama izniyle ilgili herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Soruşturma sonucuna göre başvuru üzerine Bakanlığımızca gerekli işlemler yapılacaktır” diyebilmiştir. Adalet Bakanlığı’nın Hukuk Müşavirleri Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’ndan bihaber değildirler. Onlar da Türk Ceza Kanunu’nun 8. maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresinin hiçbir genişletme yapılmadan anlaşılması gerektiğini bilirler. Bir başka ifadeyle, açık sularda yargı hakkını kullanmayı zorunlu kılan deniz aracında aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığının, soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerektiğinin ve bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar” hükmüne yer verildiğinin farkındadırlar.
İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını devretmediği gibi, Mavi Marmara gemisinin sahibi de değişmemiştir. Öyleyse Adalet Bakanlığı Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet Başsavcısının Adalet Bakanından izin almaksızın şüpheliler hakkında Türk Ceza Kanunu hükümleri uyarınca bir kamu davası açmakla mükellef olduğu anlamına gelmektedir.
Her şey bu kadar açık iken meseleyi dış politika çerçevesine sıkıştırmak bu işten el çekmek demektir. Hele şüphelilerin kimliklerini öğrenmek için Siyonist yapının dış işleri ile yazışmak, onlardan cevap bekleyecek olmak “ipe un serme”nin bürokratik şekle bürünmüş hali olsa gerektir.
Siyonist yapının askeri kuvvetlerinin Arapça, İngilizce, İspanyolca ve Fransızca olarak, “İsrail’in güvenliğini uluslararası topluma havale edemeyiz” şeklinde uyarıda bulunduğu haberi ajanslara düştü. Türkiye’nin egemenlik hakkından vazgeçen ve yargı hakkımızı BM koridorlarında terk edenlerin ve yine haklarını cesurca arama kudretini gösteremeyen İHH’nın bizlere vermesi gereken bir hesap yok mudur?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder