Türkiye, iki yoz grubun ardına taktığı
insanların çekişmesi içinde seçimlere ilerliyor. Her ikisi de geçimini dinden
sağlayan bu hareketler Türkiye’nin maddi ve manevi kaynaklarını tarumar ediyor.
Bir taraf hiçbir siyasal sorumluluk yüklenmeksizin küresel istikbara hizmet
ederken, diğer taraf küresel istikbarın onayıyla attığı adımlarla elde ettiği
siyasi gücü halktan ayrışan bir tabakanın oluşumunda ve ekonomik imkânların şahıslara
peşkeş çekilmesinde kullanıyor. Meydanlar hakaretlere boğulurken, bu iki grubun
geçmişte ülkenin başına birlikte açtıkları musibetler göz ardı ediliyor.
Seçimler iktidar partisi
tarafından genel seçim havasına sokulduğundan, iktidarın genel politikalarına
itirazımızı dillendirmemiz elzem hale geliyor. Küresel istikbarla göbek bağından, halka
yönelik kibirli tutumuna kadar iktidar partisinin politikalarının birçoğunu
tasvip etmiyoruz. Körle yatan şaşı kalkar misali, küresel istikbarın
koridorlarında, bekleme salonlarında, pavyonlarında çokça vakit geçiren AKP
eliti (elbette yanlarında Gülen’in adamları da vardı), tıpkı koridorlarında
bekledikleri o sarayların sahipleri gibi, uğursuz bir yola, halka tepeden bakma
ve kendini hesap sorulamaz görme yoluna girdi. İkazlara gözlerini ve kulaklarını kapadı. Görülmesi,
işitilmesi zaruri olandan yüz çevirdi. Yüzünü döndüğü yerde ise şeytandan
başkası yoktu.
On iki yıla varan AKP iktidarında
olan neydi? Nasıl olmuştu? Bayındırlık faaliyetleri, ekonomi, şehirleşme,
adalet, dış siyaset… Anlatılan ile olan bir miydi?
Her şeyden evvel AKP iktidarı bayındırlık/
imar faaliyetlerini yerel kaynaklara değil, dış borca dayandırdı. Hakikati
olmayan, sanal bir zenginlik, sahte bir ekonomi yarattı. Uzun vadeli kredilerin
aktarıldığı müteahhit firmalar eliyle siyasi elitin zenginleşme yolu açıldı. Bu
kredilerin bir kısmı da halka kullandırılarak, halk, orta ve uzun vadeli
borçlandırıldı. Finans ve bankacılık sektörü yabancı sermayenin tahakkümü
altında bırakıldı. 17 Aralık operasyonu ardından yükselen döviz kurlarını
frenlemek için Merkez Bankası 14 milyar dolarını eritti ama başaramadı. Erdoğan’ın
üç ay evvelki konuşmalarını takip edenler, onun kasıla kasıla “Merkez
Bankamızda 135 milyar dolarımız var”, dediğini hatırlayacaklardır. Aynı Erdoğan
bugün eriyen 14 milyar dolardan bahsetmeksizin, “Merkez Bankamızda 121 milyar
dolarımız var”, diyor. Erdoğan da biliyor ki, Merkez Bankası’ndaki o para da
bizim değil. Türkiye’nin cari açığı ve dış borcu Merkez Bankası’ndaki rezervin
dört katına tekabül ediyor. Bunu ödememiz için yemeden içmeden kaç sene
çalışmamız gerektiğini hesap uzmanı Erdoğan söylemeli.
AKP iktidarı Cumhuriyet Türkiye’sinin
çarpık kentleşme günahını katmerli hale getirdi. Bugün ülke nüfusunun dörtte biri
Marmara bölgesinde yaşıyor. On sene
evvel yatay konumda olan gecekondular bugün dikey hale gelse de, varlığını
koruyor. Daralan imar sahalarından devşirilen rant iktidar elitinin cebine
akıyor. Yeni imar sahalarının açılması çevre güvenliğini tehdit ediyor. Tarih
ve sanat bilincinden mahrum AKP siyasi eliti şehirleri beton yığınına
çeviriyor. Kendisini “muhafazakâr” olarak tanımlayan bu elit bu tanıma uygun
bir şehir kurmayı beceremiyor. Son on yılda TOKİ ve belediyelerin bağlı
şirketleri tarafından yapılan evlerin hiçbirisi AKP elitinin bahsettiği “muhafazakâr”
aileye hitap etmiyor. Anadolu büyük
ölçüde boşalırken, sahil şehirleri olması gerekenin çok üzerinde bir nüfusu
barındırıyor. Ülke ekonomisinin motor gücü olarak tanımlanan İstanbul, bu
haliyle, Anadolu’nun geleceğini çalıyor.
Bölüşümde adaletin temel şartı
olan “üretimde adalet” ilkesi göz ardı ediliyor. Devletin ekonomide yer
alamayacağı yalanına sığınılarak satılan Kamu İktisadi Teşebbüslerinin yerine,
bölgeler arasındaki üretim dengesini koruyacak yatırımlar yapılmıyor. Sanayinin
tamamına yakını belli merkezlerde toplanıyor. İstanbul’da üretilenin İstanbul
içinde dahi adilane paylaşılamadığı bir düzende, bu üretimden Hakkâri’deki
insana ne kalacağı tartışılmıyor. Hakkâri’de de üretilebilmesi mümkün olan bir ürünün
niçin İstanbul’da imal edildiği sorgulanmıyor. Sosyal gerekliliklerin devletin
ekonomik hayata bilfiil müdahalesini zorunlu kıldığı ve toplamdaki faydanın
özel alanlardaki zararlardan daha önemli olduğu hakikati göz ardı ediliyor. “Her
yaptığım iş kar etmeli” anlayışı devleti halkına hizmet üreten bir aygıttan
hizmet satan bir tüccara çeviriyor.
Devlet halkına hizmet satan bir
tüccara dönüştüğü için birçok alan gibi adalet de parayla işler hale geliyor.
AKP iktidarının adli sistemde yaptığı oynamalar parası olmayanların dava
haklarını neredeyse ellerinden alıyor. Mahkemeler ve icra daireleri birer darphane
gibi çalışmasına rağmen adliye gelirleri adli hizmetin iyileştirilmesi ve yargılama
maliyetlerinin düşürülmesinde kullanılmıyor. Yeterli akademik kadrosu olmaksızın,
sırf ticari kaygılarla açılan hukuk fakülteleri eliyle hukuk eğitiminin
seviyesi görülmemiş derecede düşürüldüğünden, arzuhalci seviyesinde yeterliliğe
sahip insanlar hakim, savcı ve avukat olabiliyor. Birçok adliyede kıdemli
müdürlerin hakim, savcı ve avukatlardan daha donanımlı olduğu günlere şahit
olunuyor. Kanunlar, pratik karşılığının ne olduğuna bakılmaksızın alelacele
çıkarılıyor ve bu sebeple temel kanunlar dahi yayımının üzerinden bir yıl geçmeksizin
onlarca kez değiştiriliyor. Bugün Türkiye’de bir hukuk sistematiği aramak
samanlıkta iğne aramakla eş değer kabul ediliyor.
Menfaat temelli dış politik
anlayış ülkemizin cinayetlere ortak olması sonucunu doğuruyor. Komşu ülkelere
yönelik düşmanca tutum ülkenin saygınlığını törpülemekle kalmıyor, güvenlik zafiyeti
de oluşturuyor. NATO’nun Müslüman bir ülkeye saldırması için yapılan ahlaksız
çağrılar NATO’nun resmi askerlerini olmasa da, paramiliter kuvveti
mesabesindeki tekfirci terörü bölgeye çekmeye yetiyor. Türkiye’nin Suriye’de
oynadığı rol, AKP iktidarına destek verecek her bir kişinin boynuna eklenecek
günah halkası anlamına geliyor. Suriye’de ölen yüz bini aşkın insanın kanını
sadece Esad’a yükleyenler, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin günahına bilerek
veya bilmeyerek ortak oluyor. Bu ikilinin seferber ettiği yardım kuruluşları
bugün Erdoğan’ın saldırdığı CIAmat ile benzer işleri yapıyor.
AKP iktidarının yanlışlarına
itiraz edenler susturuluyor. Gazeteciler işlerinden oluyor. Televizyoncular
yayın yapamaz hale geliyor. Ülkede Erdoğan’dan başka kimse konuşmasın, kimsenin
sesi çıkmasın isteniyor. Erdoğan’ın talimatlarını kabul etmeyenler en basit
ifadeyle “çapulcu” oluyor. Çapulcuları öldürenler kutsanıyor. Erdoğan çapulcuların
karşısına çay ve simit hesabıyla aldattığı “dindar” gençliği sürüyor. Evladını
kaybeden anneleri suçluyor, babalara hakaret ediyor. Bu tarzıyla Erdoğan,
şeytanın adımlarını izliyor.
AKP elitinin girdiği yol çıkmaz
sokaktır. Sokağın çıkmaz olduğunu anlamak için sonuna kadar yürümeye gerek de
yoktur zira bu yol, onlardan evvel birçok müstekbir tarafından denenmiş bir
yoldur. Bu yol ülkeyi felakete götürecek bir yoldur. Ne var ki, ülkeyi bu
yoldan çıkarabilecek olan ne CHP ne MHP’dir. Onlar da Batı sisteminin
parçalarıdır. Sistemin en dış halkasında duran tek hareket hala Milli Görüş’tür.
Mili Görüş AKP’nin sahte yüzünün turnusolüdür.
Merhum Erbakan Hoca son İran
seyahatinde, “Biz Türkiye’de muhalefette, İran’da iktidardayız”, demişti. Milli
Görüş hala muhalefette olsa da, AKP’nin baş ve Gülen’in yardımcı aktör olduğu bu
tiyatronun sona ereceği bir gün gelecek ve eminim ki o gün ümmetin birliğine
inanan, halkına saygı duyan, istikbarın safında eli kana bulaşmamış “iyiler
kazanacak”.