Perde açıldı ve biz uzun bir çalışmanın ürünü olan bir oyunun sahnelerini izlemeye başladık. Konu malum olsa da oyuncular ve dekorun değiştiğini, sahnenin şurasına burasına eklemeler yapıldığını görüyoruz. Tiyatroya renk katan ses ve görüntü efektleriyle zenginleştirilmiş bir oyun: İran’da karşı devrim.
İslam İnkılabı’nın yirminci yüzyılın son çeyreğinde gündeme getirdiği soru, “İslam sadece kendi prensiplerine dayanarak bir halkı ve toprağı yönetebilir mi?” idi. İnkılabın önderi İran devletinin yeni rejimine isim aranırken “İslam” vurgusunun yanında yer alacak herhangi bir kavramı ısrarla reddetmişti. Dönemin cari ideolojilerine atıf yapacak hiçbir kavram “İslam”ın yanında yer bulamamış ve İran devletinin adı “İran İslam Cumhuriyeti” olarak belirlenmişti. Tekliflerden birisi olan “İran Demokratik İslam Cumhuriyeti” ismi o dönemde kabul görmemişti. Batı’nın tarihsel örgüsü içinde oluşturduğu değerlere atıf yapan bu kavram İslam’ın temel değerlerini de tartışmaya açması sebebiyle kabul edilecek nitelikte değildi.
Emperyalist Batı Dünyası İran İslam Cumhuriyeti ile otuz yıldan bu yana yürüttüğü mücadelesinde ambargodan tahmili savaşa ve doğrudan savaş tehdidine kadar birçok yolu kullandı. İslam Cumhuriyeti’nin ortaya koyduğu modelin ağırlık noktası olan Velayet-i Fakih kuramının sağladığı, ülkenin idaresini çeşitli kurumlar vasıtasıyla sağlayan insanları kontrol etme, onları İnkılab’ın değerleri ve amaçları yolunda seferber etme imkanı ve bu imkanın oluşturduğu bütüncül bakış açısı sayesinde İran birçok badireyi atlatmayı başardı.
Haziran seçimlerinin ardından Batı’nın İnkılab’ın can damarına, velayet makamına, saldırdığına ve velayet makamının etkisini sınırlayabilmek için “demokrasi” kavramına çok daha şiddetli bir şekilde sarıldığına şahit oluyoruz. Yürütülen propagandanın büyüklüğünü ve ortamın sadece İran içinde değil, İran’ın çevresindeki ülkelerde de bu harekata uygun bir şekilde hazırlandığını düşünecek olursak İslam Cumhuriyeti’nin ve Müslümanların tarihi bir sınavdan geçtiğini kabul etmemiz icap eder. Bu anlamıyla sorun salt İran içinde değil bilakis bölgenin tümünde ve hassaten “güçlü Türkiye” sevdasıyla İslami ideallerin tümünden vazgeçmiş Türkiye’de aranmalıdır.
Batı’nın propaganda aygıtlarının durmaksızın anlattığı yeni model, “laik, demokratik, Avrupa değerlerine ve serbest piyasa ekonomisine bağlı ılımlı Türk modeli”dir. Asya ile Avrupa’nın yükselen yıldızı olarak lanse edilen Türkiye, dışişleri bakanının ifadesiyle, çatışmalardan uzak, hiçbir siyasi aktör arasında taraf tutmayan, bölge ve İslam Dünyası ile ilişkileri geliştirmeyi Batı’ya karşı bir kart olarak elinde tutmayı düşünen bir profil çizmekte ve bu profil uluslararası emperyalist sistemle gerçek bir çatışma içinde olan İslam Cumhuriyeti’nde de ilgiyle takip edilip taban bulmaktadır. Tahran sokaklarına dökülen göstericilerin hepsinin İslam’a düşman olduğunu söylemek mümkün olmasa da bu insanların son beş senedir yaldızlanan Türk modelinden etkilenmediklerini söylemek de mümkün değildir.
Ak Parti iktidarı eliyle yürütülen süreç, ülke içinde bir hesaplaşmayı sağlıyor olsa da, hesaplaşmanın tarafı olarak Müslüman zihniyet yerine laik, demokratik, liberal düşünceyi koyması sebebiyle Müslümanların İslam’ın temel kavramlarından uzaklaşmalarına ve temel kavramlara yapılan atıfları şüphe ile karşılamalarına yol açmıştır. Bugün Türkiyeli Müslümanların gerek kendilerine ait gerekse ümmetin tamamını ilgilendiren meseleleri konuşurken İslam’ı referans olarak göstermek yerine sıklıkla, Batı temelli demokrasi, laiklik ve insan hakları kavramlarına atıf yaptıklarını görüyoruz. Bu sürecin İran İslam Cumhuriyeti açısından etkisi, asgari, entelektüel düzeyde yalnızlaştırılması olmuştur. Bir başka ifadeyle, İran, İslam’ın temel değerlerini İslam’ın diliyle savunma konusunda Türkiyeli Müslümanlar tarafından yalnız bırakılmıştır.
İran’ın yalnızlaştırılmasına yönelik bu sürecin Türkiye’deki sonuçlarını görmek isteyenler köşe yazarlarımızın son altı ay içinde yazdıklarını yeniden gözden geçirebilirler. Yine MazlumDer gibi ağırlıklı olarak Müslümanların oluşturduğu bir tabana sahip organizasyonların İran İslam Cumhuriyeti’ni haksız yere kınayan açıklamalarına bakabilirler. Türkiyeli Müslümanların “demokrasi şehitleri” ürettiği, Müslüman zihnin yerle bir olduğu bir dönemde kuşatma altındaki İran halkının bundan etkilenmesi normal karşılanabilir. Ne var ki, yadırganması gereken, İnkılab’ın katlandığı zorlukları ve dayandığı temel değer ve dinamikleri bilenlerin İnkılab karşısında aldıkları tutumdur. İran’ı salt ulus devlete çevirecek söylemlere kucak açan bu kalemşorları “Direniş” cephelerini her açıdan kuşatma çabasındaki emperyalizmin amacına, istemeden de olsa, hizmet ettiklerini fark ettirebilmek, onları bu post modern dünya rüyasından uyandırabilmek için daha ne yapmamız gerekiyor?
İran İslam Cumhuriyeti’nde Velayet-i Fakih müessesini yetki ve süre yönünden tartışmaya açmaya çalışan kalemşorlar Müslümanların dünya halklarına sunduğu farklı modelin bu olduğunu görmeliler. Müslümanların ilahi hükümleri, değerleri, hadleri tartışmaya açacak sistemlere ihtiyaç duymadıklarının, zira Batılı anlamda bir değerler skalasına sahip olmadıklarının, fahşaya, fitneye ayrılmış bir özgürlük alanı tanımadıklarının ve bunlara bir özgürlük alanı tanımak zorunda olmadıklarının ayırdına varmalılar. Velayet makamını demokratik cumhuriyetlerdeki cumhurbaşkanı düzeyine indirecek, onun Müslümanlar nezdinde ve Allah’a karşı olan sorumluluğunu anlamsızlaştıracak söylemlerin Müslümanların iddialarından yüz çevirmek anlamına geleceğini ve bu yüz çevirişin dünyevi ve uhrevi sonuçları olacağını bilmeliler.
Öyle ise, tarihin yeni bir kırılma noktasında bize düşen, bakışlarımızı, neonlara çıkmış yaldızlı laflara değil, hakikatin ta kendisine çevirmektir: Bugün kilit taşı İran’dır!
1 yorum:
Gürkan kardeşim temel olarak yaratılmaya çalışılan Pax Ottomana'ya dönük eleştirilerine katılıyorum ve bu projenin hedeflerinden birinin orta vadede iran ile türkiyeyi karşı karşıya getirmek olduğunun farkındayım.
Lakin İran'da olup bitenler çerçevesinde yazdıklarını olaylara mevcut yönetimin bakmanı istediği zaviyeden bakman sebebiyle gördüklerin olarak kabul etmekteyim.
Zira senin de bildiğin gibi gerek Muhammed Hatemi gerek Kerrubi gerekse Musavi devrim kadrolarından kimseler olup bunlar ile mevcut yönetim arasındaki ihtilaf temelde islami değerleri kabul edenler ve etmeyenler arasındaki çekişmeler değildir. Dolayısıyla iran yönetiminin müsade etmeyeceğini beyan ettiğin şeyleri talep ettikleri imasında haksızsın.
Bunların İslami konularda mevcut yönetimdekilerden daha az hassas olduklarını iddia etmek bile bana göre haksızlıkken bunları ABD ajanları gibi sunmaya matuf hareketler bence ne müslümanlığa ne de insanlığa sığar.
Mesele İslamı yorumlayış farkı meselesidir.
Mevcut yönetim halkı yönetmenin görece çok kolay olduğu savaş dönemi politikalarını devam ettirip bu politikalar uyarınca oluşan kadrolarla iş götürmek isterken muhalifler temel olarak bu politikaların terk edilmesini istemektedir. Ve Hatemi döneminde bunun sinyallerini vermiş fakat hem masadan kaçan ABD'den hem de derin kadrolardan tepki (cumhurbaşkanlığı sarayına havan vs...) görmüştür.
Zaten bu çatışmanın işaretleri daha Hametinin cumhurbaşkanlığının başlarında linkte bulacağın suikast girişiminde de kendini göstermişti: http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/mart/13/dunya.html
İran iddia edildiği gibi İslam için varsa islam nedir ve neyi gerektirir?
Ve niçin İran hamas dışında (oda muhtemelen israil ile aynı mekanı paylaşan başka hiç bir şii filistinli grup olmamasındandır) hangi islami hareketi ciddi bir şekilde desteklemiştir?
Not: Masumiyet meselesinde ben de kimsenin Hamaney'e açıktan o anlamda masum demediğini biliyorum. Lakin olaylara yakşım tarzı onun ve kadrosununda hata yapmayacağı kabulünün açık göstergesidir. Zira bana göre eğer onların da hata yapabileceği kabul ediliyorsa insanların daha itidalli davranmaları ve muhalif olduğu söylenenler aleyhinde konuşurken daha dikkatli olmalarını gerekir.
Yorum Gönder