Gürkan BİÇEN
Fikret Adanır, 1979’da Frankfurt Üniversitesi’nde savunduğu tezinden uyarladığı Makedonya Sorunu isimli kitabında 1902 senesinde “Makedonya Öğrenci Derneği” tarafından Makedonya’da bir memorandum yayımlandığını ve buna göre yedi yüz bini bulan nüfusu ile Türklerin ülkenin ikinci büyük topluluğu olduğunun belirtildiğini aktarır ve devamla, “Buna rağmen ister Makedonya’ya komşu ülkelerin, ister Büyük Güçlerin ülkenin geleceğiyle ilgili planlarında, sayısal açıdan hala ülkenin en büyük ikinci grubunu oluşturan Türk topluluğunun varlığı, bir quantite negligeable (nicelik olarak göz ardı edilebilecek derecede küçük; ehemmiyetsiz) olarak, hiçbir zaman dikkate alınmadı” der. Adanır, meselenin temelinde yer alan anlayışı ifade etmesi için sözü R.Pinon’a bırakır: “İlk önce rakip Hristiyan ırklardan hiçbirinin Makedonya toprağında Türk’e herhangi bir hak tanımadığını saptamak ilginçtir. Yönerge hazırlamak ve hak yaratmak için fetih ve beş yüzyıllık egemenlik onlara yeterli görünmüyor.”
Aynı tarihlerde İmparatorluğun bir başka bölgesinde, Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı %2,5 ila % 5 arasında tahmin ediliyordu. İngiliz mandası altında Filistin’e yerleşen yüz binlerce Yahudi’den sonra bile, siyonist yapı bir devlet olarak ilan edildiğinde, bu oran ancak %31’e ulaşıyordu. Richard Holbrooke, siyonist yapının devlet ilanını duraksamaksızın tanıyan Harry Truman’a bunun yanlış bir karar olduğunu söyleyenlerin petrolü, sayıları ve tarihi öne sürdüklerini ve “üç milyon Arab’a karşı altı yüz bin Yahudi”yi tercih etmenin yanlışlığına vurgu yaptıklarını anlatır. Siyonist yapının tanınması Büyük Güçlerin sayılarla, tarihle ve bu ikisinin ortaya koyduğu haklarla bir ilgilerinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Onlar için Arapların binlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarının ve çoğunluk olmalarının bir anlamı yoktur. “Balfour Deklarasyonu”ndan “Beyaz Belge”ye ve oradan “Nakba”ya giden yolda atılan her adımın mantığını katliamlar eşliğinde işletilen “sömürgeleştirme” ve “köleleştirme” kavramları şekillendirir.
Batı, Osmanlıyı Balkanlardan sürerken, onun bölgeyi şekillendirmeye yönelik son gayretlerini hayretle karşılar ve “Türkler artık hiçbir güçleri yokken buna niçin kalkışırlar?” diye sorar. Türkler son bir gayretle de olsa, Trablusgarp’tan Irak’a kadar birçok yerde bölgeyi bir kez daha şekillendirmeyi deneyerek çekilirler. Moralleri çöken, birlikleri darmadağın olan, kavimlerine güvenlerini kaybeden eski yerel kumandanlar İstanbul’u telgraf yağmuruna tutarlar. Esat Paşa, “Allah ve peygamber aşkına, beni bu halkla baş başa bırakmayın. Bana biraz Türk gönderin” derken, Priştine’den Mehmed Paşa da aynı taleple İstanbul’a telgraf çeker. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine sığan savaşlarda emperyalist Batı ile Osmanlı’nın mücadelesi yaklaşık beş milyon kilometre karelik bir alanda cereyan ediyordu. Bugün Arap Birliği üyesi ülkeler on dört milyon kilometre kareye yakın bir yüz ölçüme ve üç yüz milyonu aşkın nüfusa sahiptirler. Uğrunda savaşmaları gereken Filistin ise sadece yirmi sekiz bin kilometre karedir.
İnsanlığa şahit olan, adil ve vasat bir ümmet iddiasını yüklenen İslam ümmetine emredilen de sayıların aritmetik büyüklükleri ile değil niteliksel ağırlıklarıyla ilgilenmektir. Onun için Allah Bedir’de sayıca çok düşman topluluğu yerle bir ederken, Huneyn’de onca kalabalığına rağmen Müslümanlara dünyayı dar etmiştir. Kalabalık Arap ordularına karşı giriştiği savaşlarda onları perişan eden siyonistlerin kendilerinden kat kat küçük Direniş örgütleri karşısında en ağır, en aşağılayıcı yenilgileri tatmış olması ve milyonluk orduları dize getirmesiyle mağrur bu çetenin Direniş karşısında bir “laf anlamazlar güruhu”na dönüşmesi Allah’a dayanmış, şahitliğinde adil bir topluluğun gücünün göstergesi değil midir? Allah günlerini (Yevmullah) kulları arasında işte böyle döndürür ve halkları köleleştirmek, kaynaklarını sömürmek isteyen zalimlere, onlar milyonları dikkate almayı reddederken, o küçük sayıları hesaba katmayı işte böyle öğretir.
Kudüs’e akan bu ırmak, çokluğuyla, yandaşlarıyla, gücüyle ve ordusuyla sarhoş her zalimi önüne katıp sürükleyecek ve geçmiş ümmetlerden emanet aldığı Direniş sancağını gelecek nesillere tertemiz bir şekilde teslim edecektir.
Aynı tarihlerde İmparatorluğun bir başka bölgesinde, Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı %2,5 ila % 5 arasında tahmin ediliyordu. İngiliz mandası altında Filistin’e yerleşen yüz binlerce Yahudi’den sonra bile, siyonist yapı bir devlet olarak ilan edildiğinde, bu oran ancak %31’e ulaşıyordu. Richard Holbrooke, siyonist yapının devlet ilanını duraksamaksızın tanıyan Harry Truman’a bunun yanlış bir karar olduğunu söyleyenlerin petrolü, sayıları ve tarihi öne sürdüklerini ve “üç milyon Arab’a karşı altı yüz bin Yahudi”yi tercih etmenin yanlışlığına vurgu yaptıklarını anlatır. Siyonist yapının tanınması Büyük Güçlerin sayılarla, tarihle ve bu ikisinin ortaya koyduğu haklarla bir ilgilerinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Onlar için Arapların binlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarının ve çoğunluk olmalarının bir anlamı yoktur. “Balfour Deklarasyonu”ndan “Beyaz Belge”ye ve oradan “Nakba”ya giden yolda atılan her adımın mantığını katliamlar eşliğinde işletilen “sömürgeleştirme” ve “köleleştirme” kavramları şekillendirir.
Batı, Osmanlıyı Balkanlardan sürerken, onun bölgeyi şekillendirmeye yönelik son gayretlerini hayretle karşılar ve “Türkler artık hiçbir güçleri yokken buna niçin kalkışırlar?” diye sorar. Türkler son bir gayretle de olsa, Trablusgarp’tan Irak’a kadar birçok yerde bölgeyi bir kez daha şekillendirmeyi deneyerek çekilirler. Moralleri çöken, birlikleri darmadağın olan, kavimlerine güvenlerini kaybeden eski yerel kumandanlar İstanbul’u telgraf yağmuruna tutarlar. Esat Paşa, “Allah ve peygamber aşkına, beni bu halkla baş başa bırakmayın. Bana biraz Türk gönderin” derken, Priştine’den Mehmed Paşa da aynı taleple İstanbul’a telgraf çeker. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine sığan savaşlarda emperyalist Batı ile Osmanlı’nın mücadelesi yaklaşık beş milyon kilometre karelik bir alanda cereyan ediyordu. Bugün Arap Birliği üyesi ülkeler on dört milyon kilometre kareye yakın bir yüz ölçüme ve üç yüz milyonu aşkın nüfusa sahiptirler. Uğrunda savaşmaları gereken Filistin ise sadece yirmi sekiz bin kilometre karedir.
İnsanlığa şahit olan, adil ve vasat bir ümmet iddiasını yüklenen İslam ümmetine emredilen de sayıların aritmetik büyüklükleri ile değil niteliksel ağırlıklarıyla ilgilenmektir. Onun için Allah Bedir’de sayıca çok düşman topluluğu yerle bir ederken, Huneyn’de onca kalabalığına rağmen Müslümanlara dünyayı dar etmiştir. Kalabalık Arap ordularına karşı giriştiği savaşlarda onları perişan eden siyonistlerin kendilerinden kat kat küçük Direniş örgütleri karşısında en ağır, en aşağılayıcı yenilgileri tatmış olması ve milyonluk orduları dize getirmesiyle mağrur bu çetenin Direniş karşısında bir “laf anlamazlar güruhu”na dönüşmesi Allah’a dayanmış, şahitliğinde adil bir topluluğun gücünün göstergesi değil midir? Allah günlerini (Yevmullah) kulları arasında işte böyle döndürür ve halkları köleleştirmek, kaynaklarını sömürmek isteyen zalimlere, onlar milyonları dikkate almayı reddederken, o küçük sayıları hesaba katmayı işte böyle öğretir.
Kudüs’e akan bu ırmak, çokluğuyla, yandaşlarıyla, gücüyle ve ordusuyla sarhoş her zalimi önüne katıp sürükleyecek ve geçmiş ümmetlerden emanet aldığı Direniş sancağını gelecek nesillere tertemiz bir şekilde teslim edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder