Gürkan BİÇEN
Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, "Stratejik Derinlik" isimli kitabında, "Balkanların terkinden sonra Osmanlı - Türk siyasi geleneğinin bu bölgeye yönelik ilgisi mutlak terkin tipik göstergesi sayılabilecek göçlerle sınırlı kalmıştır. Balkanlarda yıkılan her cami, eksilen her müessese, kültürel anlamda yok olan her Osmanlı gelenek unsuru Türkiye'nin bu bölgedeki sınır ötesi etkinliğinden sökülen birer temel taşıdır" ifadelerine yer veriyor. Gerçekten, Makedonya'nın da yitirilmesiyle Türkiye seksen seneyi aşkın bir zaman Balkan Müslümanları ile gereği gibi ilgilenmemiş, bölgenin dönüşümünde Müslümanlar lehine hiçbir sürece müdahil olmamıştır. Türkiye'nin bölgeden uzak kaldığı bu süreçte Balkan Müslümanları ile Türkiye birbirinden farklı iki kurguyu yaşamıştır. Bir yanda, Balkanlarda, ulusal devletlerin inşa süreci Müslüman unsurlar içinde dahi Türk düşmanlığı üzerine bina edilirken, diğer yanda, Türkiye'de, Balkan Müslümanları düşman olmasa da, ortak tarihe sahip olduğumuz ancak şu an için yakından ilgilenilmesi gerekli olmayan halklar olarak tanımlanmıştır. Makedonya'daki Yücelciler'in infaz edilmeden önce son Türkiye ziyaretlerinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün "Misak-ı Milli dışındaki Türkler bizi ilgilendirmiyor" dediği rivayetler arasında yer almaktadır. Herkül Milas, Tekirdağ'da gerçekleştirilen İkinci Balkan Kongresi'nin akabinde kaleme aldığı, "Balkanlar'da Öteki'ni Anlamak" başlıklı yazısında bu duruma işaretle; "Türk konuşmacılar bazı metaforları çok sık kullanıyorlardı: yörenin ortak tarihi, Osmanlı yönetimi süresinde barış süreci, yüzyıllar boyu sürmüş mutlu beraberlik, âlicenaplığımız, ortak kültür ve gelenekler, 'kaybedilen' topraklar gibi. Öteki Balkanlıların konuşmalarında hemen hemen hiç duyulmayan sözlerdi bunlar. Acaba yanılıyor olabilir miyim düşüncesiyle geçen yıl aynı yerde aynı tarihlerde gerçekleşmiş ilk TASAM toplantısının tutanaklarını okudum. Durum aynı. On beş Türk katılımcının yedisi aynı 'hoşgörülü ve iyi idik' söylemini dile getirmiş, on altı Balkanlı katılımcının on biri ise konuya hiç değinmemiş, dördü de Osmanlı geçmişini 'kötü' saymış. Bir tek Makedonyalı konuşmacı 'ortak geçmişten' söz etmiş, oldukça siyasi konuşmasında." diyordu. Vakıa tam olarak buydu ve Balkan ülkelerinin ders kitaplarını, romanlarını, şiirlerini, gazetelerini, dergilerini, televizyon ve radyo programlarını takip edenler bundan başkasının beklenmesini ancak "saflık" olarak niteleyebileceklerdir.
Sayın Davutoğlu, yanılmıyorsam 2007 yılında BSV'de yaptığımız bir görüşme esnasında, Arnavut tarihçi Olsi Jazexhı'ya, "Arnavut milliyetçiliğinin Hristiyan temellerde yükseltilme çabasının farkında olduğunu" söylemiş ve bunu örnekleriyle açıklamıştı. Tespitinde haklı olsa da, bununla mücadele için fiilen ortaya konulan yolların kifayetsizliğini görmemesi şaşırtıcıydı. Türkiye'nin, tarihi Osmanlı coğrafyasındaki ilişkilerini şekillendirmek üzere TİKA ve Yunus Emre Vakfı gibi kurumlar Balkanlarda örgütlenmiş olsa da, yürütülen çalışmalar, Balkan Müslümanları arasında entelektüel, akademik ve politik bir ekibin oluşmasından ziyade, tarihi ve kültürel varlıkların yenilenmesiyle sınırlı kalmaktadır. Bu sebebe binaen olsa gerek Akif Emre, "Arnavutluk nereye?" başlıklı yazısında Müslümanların ve Türkiye'nin Arnavutluk çalışmaları ile ilgili olarak; "Avrupa'da çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olmasını her fırsatta dile getirmekten pek hoşlanan İslam dünyası ve tabii ki Türkiye, ne yapıyor dersiniz? En kahramanı cami inşa etmiş bir dönem. Bir kısmı ani cömertlik duygularıyla coşup yardım dağıtmış. Köklü kurumları olan, uzun vadeli yatırımlar neredeyse yok denilecek kadar az. Toplum hızla tarihi ve dolayısıyla dini kimliğinden uzaklaştırılıyor. Tarih bilinci oluşmadan kültür emperyalizminin pençesinden kurtulması mümkün değil. Siyasi olarak Amerika'nın yedeğinde AB kapsamına çoktan alınmış görünüyor. Vakit geçmeden Türkiye'nin en azından kendi mirasına ve kendine sahip çıkması adına strateji geliştirmesi gerek. Özellikle Arnavutluk, TİKA gibi acemi temsilci ve yetersiz kurumlara emanet edilemeyecek kadar bizim için önemli ülke" demek zorunda kalmıştı.
Türkiye'nin bölgedeki çabalarının yetersizliğini ve kimi zaman anlamsızlığını vurgulayanlar, sadece bölgeyi takip eden Türklerle sınırlı değil. Rahmetli Aliya İzzetbegovic'in yanında bir ömür geçirmiş olan Prof. Dr. Cemaludin Latic, Milli Gazete'ye verdiği bir röportajda; "Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmaları gerekir. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardımına ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır" demişti.
Sayın Davutoğlu'nun da fark ettiği gibi Balkanlarda Hristiyanlık temelinde bir Arnavut milliyetçiliği yükseltilmektedir. Fakat bununla mücadelenin yolu zayıf ara formüller değildir. Batı Dünyası ve Kilise Arnavut halkının zihnini üretmiş oldukları Hıristiyan mitlerle işgal etmiş haldedir. Bugün Arnavut Müslümanlar dahi, Türklerle savaşan İskender Bey'in ulusal bir kahraman olduğunu savunmakta, Arnavutlara İslam'ı ulaştırarak onların Müslümanlar olmasına vesile olan Sultan Murad'ı ve diğer Osmanlıları övenleri Arnavut halkına ihanetle suçlayabilmektedirler. Rahibe Terasa için Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da resmi törenler düzenlenmekte, onun Arnavut halkının ulusal önderlerinden birisi olduğu ve her Arnavut'un onun aydınlık yolunu izlemesi gerektiği anlatılmaktadır. Ders kitapları Hristiyan azizlerin ve kahraman Arnavutların 'Avrupa değerleri'ni korumak adına Müslüman Osmanlı'ya karşı yürüttüğü hayali 'kutsal savaş'ın anlatımları ile doludur. Yürütülen propagandanın etkisi öylesine büyüktür ki, Müslüman kökenli Arnavutlar Katolik Hemşire Terasa için şarkılar bestelemektedirler. Batı'nın dayattığı kültürel dönüşüm kendi kahramanları çevresinde Arnavut halkını "entegrasyon" nehrine sürüklemektedir.
Türkiye'ye Arnavutluk Cumhuriyeti tarafından verilen simgesel değerin acı bir örneğini Tiran Yunus Emre Türk Kültür Merkezi'nin açılış töreninde görmek mümkündür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katılımıyla açılan bu kurumun açılış törenine hiçbir yüksek düzeyli Arnavut siyasetçi ve bürokrat iştirak etmemiş, törenden bir gün sonra Vatikan'a giden Başbakan Sali Berisha, Papa On altıncı Bendict'e, bu buluşmanın Arnavut halkının ulusal önderi Gjergj Kastriot'un (İskender Bey) 12 Aralık 1466'da Papa İkinci Paul ile gerçekleştirdiği buluşmaya benzediğini anlatmıştır. Açılış dönüşü izlenimlerini kaleme alan Beşir Ayvazoğlu şaşkınlığını şu sözlerle ifade eder; "Arnavut dostlarımız, Osmanlı mirasından çok Roma İmparatorluğu kalıntılarını göstermek için can atıyorlardı. Bunun için bizi Osmanlıların Draç dedikleri liman şehri Durres'a götürüp Arkeoloji Müzesi'ni, kaleyi ve Romalılardan kalma amfiteatrı gururla gösterdiler."
Arnavut politikacılara göre, "Türkiye, Batı ile entegrasyon sürecinde ancak bir kaldıraç vazifesi görmektedir." Arnavut akademisyenler ise, buna bile razı değildirler. Alba de Crispino, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyaretinin ardından kaleme aldığı makalesinde, Arnavutluk'un Türkiye'ye ihtiyacı olmadığını, Amerika ile doğrudan ve iyi bir ilişkiye sahip olduklarını, Avrupa Birliği'ne ise Türkiye'den çok daha yakın olduklarını vurguluyordu. Sayın Davutoğlu'nun yürüttüğü Balkan politikasının açmazını ise Makedonya'daki Arnavut Demokratik Partisi'nin lideri ve koyu bir Arnavut Milliyetçisi olan Arben Xhaferi (Arben Caferi) kaleme aldığı ve Türk basınında da kısmen yer bulan "Neo Osmanlı Meydan Okuması" başlıklı yazısıyla dile getiriyordu. Bu yazısında Xhaferi, Davutoğlu'nun Saraybosna'da yaptığı "Türk Dış Politikası ve Balkanlar" başlıklı konuşmasına atıfla şu soruları sormuştu: "Türklerin Avrupa Birliği üyeliği ile Osmanlı'nın yeniden doğuşu karşıtlığı nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Osmanlı karşıtlığı üzerine kendi milliyetlerini ve devletlerini kurmuş olan milletlerin kullandığı tarihi kavramlar nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Avrupa, ABD ile birlikte Balkan ülkelerinin yardımına gelerek bu ülkelerin Avrupa Birliği'ne entegrasyonu için milyar dolarları harcamalarına rağmen hâlâ zorluklarla karşı karşıyayken, Türkiye sadece nostaljik argümanlarla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırabilecek mi? Türkiye dışındaki Osmanlı mirası kime ait? Pjeter Bogdani bu kültürün çok mühim bir unsuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak 'Yeni Osmanlı' tanımında Arnavut kültürü için yer var mı?"
Xhaferi'nin yukarıdaki sorularına halen ciddi bir cevap verilmedi. Zira Türkiye, Xhaferi'ye cevap verecek donanımda Müslüman Arnavut aydınlar yetiştirmedi. Anlaşılan odur ki, Türk dış politikası, kendisinin girip giremeyeceği belli olmayan AB için Balkan Müslümanlarını teşvik etmek ve uzun vadede bütün bir Balkanların Hristiyan devletlere dönüşmesiyle yüzleşmek veya Balkan Müslümanlarını etnik kimliklerinden öte "Müslüman" kimliği üzerinde yeniden yoğuracak güçlü bir sosyopolitik, kültürel ve ekonomik hareket başlatmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir dilemma ile karşı karşıyadır.
Sayın Davutoğlu, yanılmıyorsam 2007 yılında BSV'de yaptığımız bir görüşme esnasında, Arnavut tarihçi Olsi Jazexhı'ya, "Arnavut milliyetçiliğinin Hristiyan temellerde yükseltilme çabasının farkında olduğunu" söylemiş ve bunu örnekleriyle açıklamıştı. Tespitinde haklı olsa da, bununla mücadele için fiilen ortaya konulan yolların kifayetsizliğini görmemesi şaşırtıcıydı. Türkiye'nin, tarihi Osmanlı coğrafyasındaki ilişkilerini şekillendirmek üzere TİKA ve Yunus Emre Vakfı gibi kurumlar Balkanlarda örgütlenmiş olsa da, yürütülen çalışmalar, Balkan Müslümanları arasında entelektüel, akademik ve politik bir ekibin oluşmasından ziyade, tarihi ve kültürel varlıkların yenilenmesiyle sınırlı kalmaktadır. Bu sebebe binaen olsa gerek Akif Emre, "Arnavutluk nereye?" başlıklı yazısında Müslümanların ve Türkiye'nin Arnavutluk çalışmaları ile ilgili olarak; "Avrupa'da çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olmasını her fırsatta dile getirmekten pek hoşlanan İslam dünyası ve tabii ki Türkiye, ne yapıyor dersiniz? En kahramanı cami inşa etmiş bir dönem. Bir kısmı ani cömertlik duygularıyla coşup yardım dağıtmış. Köklü kurumları olan, uzun vadeli yatırımlar neredeyse yok denilecek kadar az. Toplum hızla tarihi ve dolayısıyla dini kimliğinden uzaklaştırılıyor. Tarih bilinci oluşmadan kültür emperyalizminin pençesinden kurtulması mümkün değil. Siyasi olarak Amerika'nın yedeğinde AB kapsamına çoktan alınmış görünüyor. Vakit geçmeden Türkiye'nin en azından kendi mirasına ve kendine sahip çıkması adına strateji geliştirmesi gerek. Özellikle Arnavutluk, TİKA gibi acemi temsilci ve yetersiz kurumlara emanet edilemeyecek kadar bizim için önemli ülke" demek zorunda kalmıştı.
Türkiye'nin bölgedeki çabalarının yetersizliğini ve kimi zaman anlamsızlığını vurgulayanlar, sadece bölgeyi takip eden Türklerle sınırlı değil. Rahmetli Aliya İzzetbegovic'in yanında bir ömür geçirmiş olan Prof. Dr. Cemaludin Latic, Milli Gazete'ye verdiği bir röportajda; "Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmaları gerekir. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardımına ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır" demişti.
Sayın Davutoğlu'nun da fark ettiği gibi Balkanlarda Hristiyanlık temelinde bir Arnavut milliyetçiliği yükseltilmektedir. Fakat bununla mücadelenin yolu zayıf ara formüller değildir. Batı Dünyası ve Kilise Arnavut halkının zihnini üretmiş oldukları Hıristiyan mitlerle işgal etmiş haldedir. Bugün Arnavut Müslümanlar dahi, Türklerle savaşan İskender Bey'in ulusal bir kahraman olduğunu savunmakta, Arnavutlara İslam'ı ulaştırarak onların Müslümanlar olmasına vesile olan Sultan Murad'ı ve diğer Osmanlıları övenleri Arnavut halkına ihanetle suçlayabilmektedirler. Rahibe Terasa için Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da resmi törenler düzenlenmekte, onun Arnavut halkının ulusal önderlerinden birisi olduğu ve her Arnavut'un onun aydınlık yolunu izlemesi gerektiği anlatılmaktadır. Ders kitapları Hristiyan azizlerin ve kahraman Arnavutların 'Avrupa değerleri'ni korumak adına Müslüman Osmanlı'ya karşı yürüttüğü hayali 'kutsal savaş'ın anlatımları ile doludur. Yürütülen propagandanın etkisi öylesine büyüktür ki, Müslüman kökenli Arnavutlar Katolik Hemşire Terasa için şarkılar bestelemektedirler. Batı'nın dayattığı kültürel dönüşüm kendi kahramanları çevresinde Arnavut halkını "entegrasyon" nehrine sürüklemektedir.
Türkiye'ye Arnavutluk Cumhuriyeti tarafından verilen simgesel değerin acı bir örneğini Tiran Yunus Emre Türk Kültür Merkezi'nin açılış töreninde görmek mümkündür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katılımıyla açılan bu kurumun açılış törenine hiçbir yüksek düzeyli Arnavut siyasetçi ve bürokrat iştirak etmemiş, törenden bir gün sonra Vatikan'a giden Başbakan Sali Berisha, Papa On altıncı Bendict'e, bu buluşmanın Arnavut halkının ulusal önderi Gjergj Kastriot'un (İskender Bey) 12 Aralık 1466'da Papa İkinci Paul ile gerçekleştirdiği buluşmaya benzediğini anlatmıştır. Açılış dönüşü izlenimlerini kaleme alan Beşir Ayvazoğlu şaşkınlığını şu sözlerle ifade eder; "Arnavut dostlarımız, Osmanlı mirasından çok Roma İmparatorluğu kalıntılarını göstermek için can atıyorlardı. Bunun için bizi Osmanlıların Draç dedikleri liman şehri Durres'a götürüp Arkeoloji Müzesi'ni, kaleyi ve Romalılardan kalma amfiteatrı gururla gösterdiler."
Arnavut politikacılara göre, "Türkiye, Batı ile entegrasyon sürecinde ancak bir kaldıraç vazifesi görmektedir." Arnavut akademisyenler ise, buna bile razı değildirler. Alba de Crispino, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyaretinin ardından kaleme aldığı makalesinde, Arnavutluk'un Türkiye'ye ihtiyacı olmadığını, Amerika ile doğrudan ve iyi bir ilişkiye sahip olduklarını, Avrupa Birliği'ne ise Türkiye'den çok daha yakın olduklarını vurguluyordu. Sayın Davutoğlu'nun yürüttüğü Balkan politikasının açmazını ise Makedonya'daki Arnavut Demokratik Partisi'nin lideri ve koyu bir Arnavut Milliyetçisi olan Arben Xhaferi (Arben Caferi) kaleme aldığı ve Türk basınında da kısmen yer bulan "Neo Osmanlı Meydan Okuması" başlıklı yazısıyla dile getiriyordu. Bu yazısında Xhaferi, Davutoğlu'nun Saraybosna'da yaptığı "Türk Dış Politikası ve Balkanlar" başlıklı konuşmasına atıfla şu soruları sormuştu: "Türklerin Avrupa Birliği üyeliği ile Osmanlı'nın yeniden doğuşu karşıtlığı nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Osmanlı karşıtlığı üzerine kendi milliyetlerini ve devletlerini kurmuş olan milletlerin kullandığı tarihi kavramlar nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Avrupa, ABD ile birlikte Balkan ülkelerinin yardımına gelerek bu ülkelerin Avrupa Birliği'ne entegrasyonu için milyar dolarları harcamalarına rağmen hâlâ zorluklarla karşı karşıyayken, Türkiye sadece nostaljik argümanlarla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırabilecek mi? Türkiye dışındaki Osmanlı mirası kime ait? Pjeter Bogdani bu kültürün çok mühim bir unsuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak 'Yeni Osmanlı' tanımında Arnavut kültürü için yer var mı?"
Xhaferi'nin yukarıdaki sorularına halen ciddi bir cevap verilmedi. Zira Türkiye, Xhaferi'ye cevap verecek donanımda Müslüman Arnavut aydınlar yetiştirmedi. Anlaşılan odur ki, Türk dış politikası, kendisinin girip giremeyeceği belli olmayan AB için Balkan Müslümanlarını teşvik etmek ve uzun vadede bütün bir Balkanların Hristiyan devletlere dönüşmesiyle yüzleşmek veya Balkan Müslümanlarını etnik kimliklerinden öte "Müslüman" kimliği üzerinde yeniden yoğuracak güçlü bir sosyopolitik, kültürel ve ekonomik hareket başlatmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir dilemma ile karşı karşıyadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder