Bir
konuşmanın/ iletişimin sıhhati, şüphesiz, tarafların kullandığı kelimelerin/
kavramların müşterek bir manayı ifade etmesine, bir başka deyişle, aynı kelime
ile aynı anlamı kast etmelerine ve anlamalarına bağlıdır. İletişim dilinin
sabitlenmediği her durumda yanlış anlama/ anlaşılma ve hatta iğfal etme/ edilme
kapısı açık bırakılmış demektir. Türkiye’nin Filistin konusundaki söylemi de
bundan beri değildir.
Türkiye dış
politikadaki eksenini değiştirmediği, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya
Savaşı’nın akabinde kurulan sistemin kabullerine itiraz etmediği, son altmış
yılın getirdiği kurumlara sadakatle bağlı olduğu halde Filistin konusundaki
söylemin kamuoyunda yarattığı yanılgının temel sebebi dış politikanın yönlendiricileri
ile halkın aynı kelimelerden farklı şeyleri anlamaları olmalıdır. Filistin
konusunu zihinlerde canlandıran “İşgal”, “Mülteci”, “Kudüs”, “Filistin
Devleti”, gibi kavramlarının politik kullanımları halkın tahayyülündekinden
farklı olmasına rağmen kamuoyuna yapılan açıklamalarda halk ile aynı dilin
kullanıldığı izlenimi verilmekte, böylelikle Türkiye’nin temel politik
tercihlerinde hiçbir değişiklik olmazken kamuoyunda yanlış anlamalara dayalı,
gerçekle ilgisi olmayan ancak haz verici bir algı oluşturulmaktadır.
Fransız
Bildirgesi, Balfour Deklarasyonu, Manda Yönetimi, Yahudi göçü ve İkinci Dünya
Savaşı’nın akabinde, 1947’de, Birleşmiş Milletler Filistin’i Araplar ve
Yahudiler arasında taksim eden bir planı kabul etti. Bu plana göre Filistin
topraklarının %55’i Yahudilere, %45’i ise Araplara bırakılıyor, Kudüs ise BM
denetiminde bir bölge olarak belirleniyordu. Araplar bu plana itibar
etmediler. Ancak İngiltere’nin
Filistin’den çıkmasının hemen ardından, 14 Mayıs 1949’da, Siyonistler İsrail’in
bir devlet olarak kuruluş deklarasyonunu yayımladılar ve bu Arap ülkeleri ile
bir savaşın da tetikleyicisi oldu. Bu savaşın neticesinde Siyonistler, BM
taksim planında kendilerine ayrılan %55 oranındaki toprağı %80 civarına
çıkarmış oldular. 1947 Taksim Planı ile Araplara ayrılan bölüme Siyonistler ve
Ürdün tarafından büyük oranda el konulduğundan Filistinli Arapların
sahipleneceği bir toprak da kalmamış oldu. 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında 700 binden
fazla Filistinli tehcir edildi. Türkiye Siyonist yapıyı bir devlet olarak Mart
1949’da tanıdığında durum böyleydi. Siyonistler tarafından neredeyse tamamen
işgal edilmiş bir ülke, topraklarından kovulmuş bir halk…
Türkiye,
Siyonistler ile Araplar arasında 1967’de yaşanan “Altı gün Savaşı”nın
neticelerini kabul etmediğini ilan etti. Bu savaş ile Siyonistler Arap
devletlerini kesin bir mağlubiyete uğratıp Filistin’in kalan kısmı ile Batı
Kudüs’ü ele geçirmiş oldu. Yine bu savaşla 1967 Mültecileri olarak tanımlanan
bir mülteci kitlesi de ortaya çıkmış oldu. Bugün ağırlıklı kesimi Filistin’i
çevreleyen Arap ülkelerinde olmak üzere milyonlarca Filistinli mülteci
kamplarında varlık mücadelesi vermektedir. Siyonistlerin umduğunun aksine,
yaşlılar ölse de gençler topraklarını unutmuş değiller. Filistin halkı başkaca
ülkelerin vatandaşlığına geçmeyi ısrarla reddetmektedir.
Bu güne kadar, muhafazakâr hükümetler dâhil, Türkiye’nin tüm
hükümetleri Filistin konusundaki açıklamalarını Türkiye’nin resmi konumunu
gözeterek ve kabul edilmiş terminoloji içinde yaptılar ve fakat halkın kulağına
hoş gelen kelimeleri kullandılar. Onlar “Filistin” dediklerinde “Denizden nehre
kadar Filistin”i (Akdeniz’den Şeria Irmağı’na kadar olan parçalanmamış/ taksim
edilmemiş topraklar) değil 1948 sınırlarını (1947 BM Taksim Planı çerçevesinde
Araplara bir devlet kurmaları için bırakılan alan) kast ediyorlardı. Türkiye
Siyonistlerin varlığını bir devlet olarak kabul ettiğinden BM Taksim Planı’nda
Siyonistlere ayrılan alan Türkiye için meşru bir ülkenin toprağı sayılıyordu.
Bu sebeple Türk hükümetleri Filistin hakkında “işgal” kelimesini
kullandıklarında “denizden nehre kadar” bir ülkenin işgalini değil, en iyimser
haliyle 1948 Savaşı’nda Siyonistlerce ele geçirilen toprakları ima ediyorlardı.
Ancak tartışmasız olarak kullanılan “işgal” kavramı 1967 Savaşı sonrası
Siyonistlerce gasp edilen toprakları ifade ediyordu. Türkiye’nin itirazı
Siyonistlerin askeri, siyasi, ekonomik varlığına değil onların bu varlığı BM
Taksim Planı dışına yaymalarına idi.
Türkiye’nin bu
tutumu 1948 Mültecileri için de tekrarlanıyordu. Türkiye BM Taksim Planı’nda
Siyonistlere ayrılan ve daha sonra bir devlet olarak ilan edilen bölgedeki
Filistinlilerin kendi topraklarına dönüş hakları hususunda ikircikli bir tutum
sergiliyordu. Teorik olarak bu hakkı tanıyor gibi görünse de, Siyonistlerin
sayı sınırına itiraz etmiyor ve hatta yakın zaman itibariyle sembolik dönüşe de
sıcak bakıyor, toprak karşılığı tazminat seçeneklerini makul buluyordu. Türkiye
açısından 1948 Mültecileri artık kapanmış bir meseledir, demek yanlış olmayacaktır.
Türkiye, 1967 Mültecilerinin dönüş hakkını savunuyor olsa da, bu hakkın
kullanımını sağlayacak bir araç sağlamış değildir.
Türk halkının takdirle
karşıladığı “Kudüs’te namaz kılmak” sözü
de, anlaşılan ile kast edilenin birbirinden farklı olduğu bir durumu
oluşturuyordu. Türkiye’nin başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinden kastı
1948 sınırlarına çekilmiş, Batı Kudüs’ü elinde bulunduran bir İsrail ile Doğu
Kudüs’ü başkent yapacak bir Arap devletinden ibarettir. Türkiye, Siyonistlerden
arındırılmış, onların siyasi egemenliğinden eser olmayan bir Kudüs peşinde
değildir. Zira Türkiye Siyonistlerin varlığını kökten reddetmemektedir.
Batı sistemi
içinde yer alan Türkiye’nin 1948 sınırlarında bir Siyonist devlet ile bir Arap
Devleti’nin birlikte olabileceğini savunması da mevcut halde anlamsızdır. Zira
1948 ve 1967 gasplarının ardından Batı Şeria’ya yerleştirilen 500 bin
civarındaki Siyonist yerleşimci Siyonistlere ve Batı Dünyası’na kurulacak Arap
Devleti’nin içişlerine müdahale imkanı verecek ve böylelikle bu devlet Bosna ve
Kosova örneklerinde görüldüğü üzere yeni bir tür Manda’ya dönüşecektir. Türk
dış politikasının yöneticileri kamuoyuna, bu gerçeği çok iyi bilmelerine
rağmen, bölgeye barışı getirmenin anahtarı olan “denizden nehre kadar bağımsız
ve egemen Filistin devleti” yerine kof bir hayali pompalamaktadırlar.
Türk dış
politikasında Filistin’i araçsallaştıranlar çeşitli yollarla kamuoyunu da
Siyonistlerle birlikte yaşamaya/ Siyonistlere teslim olmaya razı etme
gayretindeler. Onlar, bizi, Kudüs’ün pazarlığa açık siyasi bir mesele olduğuna
ikna peşindeler. Ne var ki, ne Türkiye’de ne de Filistin’de Aksa’nın çocukları
onların bu çabalarına itibar ediyorlar. Elbette Filistin’in dillendirildiği
her sese kulak kesiliyorlar ancak nihayetinde kalpleri tek bir şey için atıyor:
Denizden nehre hür ve egemen Filistin Devleti.
1 yorum:
"ikircikli" ne demek?
Numan Aydın
Yorum Gönder