İnsan, hayatı anlamlandırmada ve anlamlandırdığı bu hayatı –ki insanın varlığın sair objeleriyle ilişkisini ifade eder- aktarmada dili kullanmaktadır. İnsanın mevcudatın sair nesneleri arasında temeyyüz eden alameti farikası belki de hayata ilişkin tecrübelerini genetik sirayetten öte dil ile aktarmasıdır. Bir başka ifadeyle insan, mahlukat arasında dün ile yarını soyut bir bağ ile bağlayabilen tek varlık olmaktadır.
Gerek tabiata gerek insana ve gerekse tüm bunların ilişkilerine müteallik olsun, insan, hali ifade eden bir kelime bulmak zorundadır. Her bir kelime insanın hali tanımlama ve hale hakim olma başarısını göstermektedir. Somut hallere ve nesnelere ilişkin isimlendirme/tanımlama soyut hallerin ifadesine nispeten daha kolay olmakla birlikte her bir somut varlığın ayrı bir isimle isimlendirildiğini söylemek de zordur. Soyut haller ve ilişkilerin isimlendirilmesi/tanımlanması ise her zaman daha mistik bir zihni ameliyeyi gerektirmiştir. Zihni işleyişin araçları olan kavramlar ise insanoğlunun çok uzun süren zihni faaliyetinin sonunda hemfikir olunan bir hale gelmiştir.
Kelimelerin kavram haline getirilmesi başarısı insanoğluna nakli ve tecrübi ilimlerin bir sonraki kuşağa aktarılmasında büyük bir hız ve doğruluk kazandırılması sonucunu doğurmuştur. Son birkaç bin yıllık süreçte insanoğlu, yazının kullanımının da yaygınlaşmasıyla, varlığı anlamlandırmaya, varlıklar arasındaki ilişkileri tespit etmeye yarayan kavramlaştırma ameliyesine bir standart getirmiş, bu yolla kavramların, tecrübenin aktarılmasında kullanılacak yolun, sağlam temellere oturmasını sağlamıştır. Bu, halen vakıf olduğumuz nakli ve tecrübi ilimlerin usulünün oluşması anlamına gelmektedir. Hukuk bilimi de bundan istisna değildir.
Roma’nın seküler hukuk anlayışı da, kitabi dinlerin ilahi iradeye dayalı hukuk anlayışları da hukuk oluşturmanın ilmi temellerini kavramlar üzerine bina etmişler ve insanın varlığın tüm dereceleri ile ilişkisinden hukuki bir sonuç çıkarma melekesi kesbedebilmesini zihnin bu kavramlarla kendiliğinden çalışabilmesi şartına bağlamışlardır. Tüm ilimlerde olduğu gibi hukuk ilminde de ilmi alelade bilgi düzeyinden ayıran şey ham bilginin kavramlar aracılığıyla işlenerek hukuki hale getirilmesidir.
Anadolu insanının bin yılı bulan İslam Hukuku kültürü/tecrübesi bu toplumda hukuki kavramlara müteallik derin bir anlayış oluşturmuş ve bu suretle Batı’dan başlayan nakil sürecinde Batı Hukuku’na ilişkin kavramlar zorlanılmadan nakledilmiştir. Burada Anadolu toplumu kavramsal aklın izleri üzerinde yürümekle iktifa etmiştir. Hukukun bir bilim olduğu hususu ise nakildeki bu başarı ile bir kez daha teyid edilmiştir.
Hukuk biliminin naklinin, hukukçu yetiştirmenin, insana bir formasyon kazandırma ameliyesi olduğu kabul edildiğinde, ki bu hukukun bir bilgi yığını olmadığını kabul etme anlamına gelmektedir, hukuk biliminin temellerine yani kavramlarına sadakat göstermenin bu ameliyenin vazgeçilmesi mümkün olmayan bir şartı olduğu da kabul edilmelidir. Bu halin tabii sonucu ise hukuk diline / hukuki kavramlara şiddetle sahip çıkmak ve kavramlar üzerinden yürüyecek bir zihni işleyişi günlük konuşma dilinin cezbedici ve fakat bir o kadar da formasyondan uzaklaştırıcı etkisine teslim etmemektir..
Hukuk dilinin kavram düzeyinden kelime düzeyine indirildiği bir ortamda dil kendini ifade edemeyen bir hal alacak, bir başka ifadeyle, tarife dayalı bir dil olacaktır. Bunun ise hiçbir ilmin aktarım şekli olmadığı izahtan varestedir. Kavramlardan uzaklaşarak tarife dayalı bir dilin hukuk bilimi üzerinde tatbiki yeni nesil hukukçuların insanlık ailesinin ortak mirasından mahrum olması ve kavramsal aklın izinden ayrılması sonucunu doğuracaktır.
Kavramsal aklın izinden ayrılarak tarife dayalı bir dil geliştirme çabasında olanların hazırlayarak toplumun önüne koydukları ve TBMM tarafından kanunlaştırılan Ceza Muhakemeleri Kanunu incelendiğinde ne tür bir zihni kargaşaya doğru yol aldığımız açıkça görülmektedir. Misalen; “ilgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır...” Bu cümle mezkur kanununun 35.maddesinden alınmıştır. Burada tarif edilen durum “tefhim”dir. Görüldüğü üzere tasarıyı hazırlayanlar hukuki bir kavram olan “tefhim”i kullanmak yerine tefhimin ne olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. Yine bu anlayış ile “davetiye” “çağrı kağıdı”na dönüşmüş, “ihzar” ise “zorla getirilme” olmuştur. Kavramdan tarife yönelme açısından, son beş yıldır çıkarılan temel kanunların hemen hiçbiri bu durumdan istisna değildir.
Kavramsallaşmış kelimenin semantiğinden gelen anlam bütünü tarifi karşılamasına rağmen kavramın değil tarifin kullanılması zihnin algılayış tarzını da değiştirmiştir. Verilen misallerden de anlaşılacağı üzere davet kaba bir çağrıya dönüşürken, ihzarın içinde yer alan zorlama anlamı hoyrat bir güç kullanımını çağrıştırmıştır.
Zihnin bu tarz dönüşümü, kavramlardan azade olması, hukukun sabitlerini de etkiler hale gelmiştir. Hukuk eğitiminin formasyon düzeyinden salt bilgi derekesine indirilmesi temel kavramların fiili anlamlarını / karşılıklarını fark edemeyen yeni bir hukukçu neslin yetişmesine sebep olmuştur. Davanın tarafı olmadığını ileri süren “müddeiumumi”lerin bu görüşlerini cesurca kaleme alırken hukuk biliminin esasları üzerinden hareket ederek sonuca varanları Amerikan filmlerini çokça seyretmekle itham ettiği bir hukuk camiasında, böyle bir sonuca kavramsal aklı inkar eden, hukuk dilini kaldırıp yerine günlük konuşma dilini ikame eden bir zihniyetin sebep olmadığını kim iddia edebilir? Görünen odur ki, hızla gelinen noktada magazin düzeyinde algılama yeterliliğine sahip bir kitleye sahip olacağız.
Hukuk Sözlüklerinizi atın. Zira ilkokul sözlükleriniz ile bir bilime sahip olma imkanını yakalamak üzeresiniz. Hiçbir usulün olmadığı, kavramsal aklın reddedildiği, kolayca kazanılan, değiştirilen ve tüketilen avami bir bilime!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder