Translate

17 Ekim 2007 Çarşamba

* AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN İŞKENCE KONUSUNDA OLUŞTURDUĞU KISTASLAR

İşkence ve pek fena muamele insanlık tarihi boyunca pozisyon olarak fiili gücü elinde bulunduranların, daha zayıf konumda görünenlerden koparmak istedikleri şeyleri elde etmenin bir metodu olarak kullanılagelmiştir. Bu somut bir bilginin elde edilmesine yönelik bir eylemmiş gibi görünse de hakikatte zayıf olarak telakki edilenin şahsiyetini yok etmeye yönelik bir saldırıdır. Montaigne Denemeler’in Vahşet başlıklı bölümünde, işkencenin ve onu izleyen karanlık sahnelerin amacının; “halkı düzen içinde tutmak”, başka bir deyişle ona görev duygusunu, itaat zevkini aşılamak olduğunu belirtir. Michel Foucault iktidarın işkence görmüş bedenlerde gücünü yenilediği kanaatindedir. Suçluların halkın önünde idam edilmeleri sadece bir cezalandırma olayı değildir. İktidar ile uyrukları arasındaki iletişimin en görsel biçimlerinden birini de oluşturmaktadır. İşkenceler eşliğinde yapılan cezalandırma sırasında cezalandırılana bakan herkes aynı şeyi hissetmeyecektir; bazıları korku yoluyla itaatin gerekliliğini öğrenirken, diğerleri iktidarın gücü, savunduğu değerlerin sürekliliği üzerinde güven tazeleyecektir.

15.yüzyılda resmi ve hukuki metinlere giren işkencenin bu gün resmi olarak kabul edilememesinin psikolojik gerekçesi de işte burada yatmaktadır. İnsan anneden doğan canlının insan olarak kabul edildiği bir hayat algılayışında insanlığından soyutlanarak üzerinde ameliye yapılabilecek eşya konumuna düşürülmüş bedenler tüm zamanlar için insanın var oluş gerekçelerinin reddi anlamına gelmektedir.

Pozitif hukukumuzu iktibas ettiğimiz Avrupa’da İşkencenin resmi metinlere girmesi ve işkenceye karşı eylemler hemen hemen aynı döneme rastlar. Fransa’da Ağustos 1539 tarihli Villers – Cotterets buyruğu Engizisyon yöntemi denen ve suçlunun itirafının sağlanmasına dayanan, yazılı, gizli yöntemi açıklığa kavuşturur ve kesin olarak kabul eder. Bu yöntemde, kesin bir yönetmeliğe bağlanmış bir biçimde işkenceye başvurulmasına da yer verilmektedir. Bernard Shapper’a göre baskı sisteminin evrimi yargıçlardaki kanıtlama eğiliminin yükselişine bağlıdır. 1670 Kararnamesi ile işkencenin “insancıllaştırılması” amaçlanır. Bu kararnameye göre işkence yapılabilecek süreler bir saat ya da bir saat on beş dakika olarak belirtilmiş ve aynı ceza için işkenceyi yinelemek yasaklanmıştır. Ama uygulama avukatsız yapılıyordu ve kontrolü imkansızdı.

İşkencenin resmileştirilmesi ve böylelikle işkence uygulamasına yaygınlık kazandırılması aydınları son derece rahatsız etmiştir. Voltarie “Prix de la Justice et de l’humanite” (adaletin ve insanlığın bedeli) isimli eserinde şöyle der: “ Fransa’daki yasa ile ilgili kitaplarda şu korkunç kelimelere rastlanır: Hazırlık işkencesi, geçici işkence, mükemmel işkence, delilli işkence, ihtiyatsız işkence, iki danışman gözetiminde işkence, bir doktor bir cerrah gözetiminde işkence, kadınlara ve kızlara yapılan işkence yeter ki hamile olmasınlar. Görünüşe göre bütün bu yazılar cellatlar sayesinde oluşturulmuştur.”


La Bruyer işkenceyi, “Zayıf ve hassas mizaçlı bir masumu kaybetmeye ve güçlü doğmuş bir suçluyu kurtarmaya yönelik kesin bir yöntem” olarak açıklarken Diderot; “İnsanlıktan uzak olan işkencenin hedeflenen amacına ulaşmadığını çünkü hiçbir zaman işlenmemiş suçları itiraf ettirmeyi başardığını” belirtmekteydi.

Avrupa’da durum bu iken bir başka dini, İslam’ı referans alan Osmanlı ülkesinde durum çok farklıydı. Kur’an hükümleri ve hadisler İslam Hukukunun kaynağını oluşturuyordu ve bunlar işkenceyi kesinlikle yasaklıyorlardı. Yargılama sırasında, sorguda, duruşmada ve infaz sırasında işkence reddediliyordu. Yargılama herkese açık olmak zorundaydı ve sanığın suçunu zorla kabul etmemiş olması şarttı. Buhari’de nakledilen iki hadis ile Hz.Muhammed’in işkenceyi kesin olarak yasakladığını görmekteyiz. Tüm bunlara rağmen Osmanlı Kanunnameleri sınırlı ölçüde de olsa bir sorgulama yöntemi olarak işkenceye yer vermişlerdir. Bu da Osmanlı Devletinin İslam Hukukunun hükümlerini yönetimin keyfi uygulamaları ile ihlal etmesinden kaynaklanmıştır.

18. ve 19.yüzyıllarda işkence ve kötü muamele bir çok ülkede kanunen yasaklanmaya başlanmıştır. 1708 tarihli Treason Act ile İskoçya’da; 1734’de İsveç’te; 1776’da Almanya’da; 1789 tarihli “Ordonance” ile Fransa’da (Burada işkencenin her türlüsü ilga edilmişti); 1801’de Çarlık Rusya’sında bu konuya ilişkin resmi yasaklamaların yayınlandığını görüyoruz.

Osmanlı’da ise 1808 Sened-i ittifak ve 1839 Tanzimat Fermanı ile zulüm yasağı, 1856 Islahat Fermanı ile işkence ve eziyet yasağı, 1876 Kanuni Esasi ile işkence ve diğer her türlü eziyetin kesinlikle ve tamamen yasak olduğu hüküm altına alınmıştır.

Ama insan haklarının uluslararası bir boyuta ulaşması, bu hakların en korkunç biçimde ve bütün dünyanın gözleri önünde çiğnendiğinin görüldüğü ll.Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştur.

1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1984 tarihli İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlıkdışı ve Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme, 1985 tarihli İşkencenin Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Amerikan Sözleşmesi (Amerikan İşkence Sözleşmesi) ve 1987 tarihli İşkencenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesini bu gelişimin kilometre taşları olarak sayabiliriz.

1984 tarihli BM Sözleşmesi –ki İşkenceye Karşı Sözleşme olarak bilinir- BM Genel Kurulu tarafından oydaşma ile kabul edilmiş ve 1987 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf devletler kendi egemenlik alanları içinde işkenceyi durdurmak ve önlemekle, işkenceyi suç olarak düzenlemekle, bütün işkence iddialarını soruşturmakla ve işkence sanıklarını adalet önüne çıkarmakla, işkence sanıklarının muhakemesi boyunca kendilerine adil muamele yapılmasını sağlamakla, işkenceyle elde edilen kanıtları dava dosyasından çıkartmakla ve işkence mağdurlarına giderim vermekle yükümlüdürler.

Tesis ettiği bir Mahkeme ile Sözleşme kriterleri çerçevesinde kalabilecek hak ihlallerini tespit etme imkanına sahip olması tüm bu hukuki metinler ve antlaşmalar arasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ayrı bir yer kazandırmıştır. Somut bir denetim imkanı sunan bu Sözleşmenin 3.maddesi; “Hiç kimse işkenceye, insanlıkdışı ya da onur kırıcı ceza ve işlemlere tabi tutulamaz” hükmünü havidir.
Bu madde çerçevesinde düzenlenen koruma alanlarını;
a- işkence
b- zalimane muamele
c- zalimane ceza
d- insanlık dışı muamele
e- insanlıkdışı ceza
f- aşağılayıcı muamele
g- aşağılayıcı ceza olarak sınıflandırmak mümkündür.

Sayılan bu yedi sınıf için getirilen yasak hiçbir derece farkı gözetmez. Diğer bir deyişle işkence ne kadar yasak ise aşağılayıcı muamele de o kadar yasaktır. Bu yönüyle bu yasaklar aynı rejime tabidir. Öte yandan bu yasaklar bakımından devletin yükümlülüğünün mutlak bir ihlal edilemezlik olması da Sözleşmenin 15.maddesinin 2.fıkrası ile sağlanmıştır. Bunun en açık karşılığı savaş ve olağanüstü hal dönemlerinde dahi ihlal edilemeyeceğinin ifade edilmesidir.

Sözleşmenin 3.maddesi, ‘işkence’ , ‘insanlık dışı muamele’ ve ‘aşağılayıcı muamele’ kavramlarına yer vermekle birlikte hangi fiilin bu kavramların kapsamında değerlendirileceği hususlarına bir açıklık getirmemiş, bunu vaka hukukuna ve diğer metinlere bırakmayı tercih etmiştir. Yapılan başvurular ile Mahkeme bu kavramların ana hatlarını belirleme imkanı bulmuştur.

Mahkemeye göre, bir kötü muamelenin 3.maddenin kapsamına girmesi için asgari düzeyde bir şiddetin bulunması gerekir. Bu asgari düzeyin değerlendirilmesi olayın niteliğine göre değişir. Bu asgari düzey, muamelenin süresi , fiziksel ve ruhsal etkileri ve bazı durumlarda mağdurun cinsiyeti, sağlık durumu, yaşı gibi olayın bütün şartlarına bağlıdır.

Yine Mahkeme’ye göre, ‘insanlıkdışı muamele’ kavramı ile ifade edilmek istenen ise, belirli bir durumda, kişiyi zihinsel ya da fiziksel bir şiddet uygulamasına maruz bırakan gayrı meşru edimdir.

‘Aşağılayıcı muamele’ kavramı bir başvuru ile şöyle netliğe kavuşturulmuştur: Bireyi diğer kişilerin önünde büyük ölçüde utanca boğan ya da onu kendi arzu ve istencine aykırı biçimde davranmaya yönlendiren eylemler aşağılayıcı muamelelerdir. Belli koşullar altında yapılan yasadışı ayrımcılık, siyasal görüşlerinden ötürü kişilerin bazı merkezlerde psikiyatrik etkileme süreçlerine maruz bırakılması, bekaret testi uygulaması, kişiye karşı tahkir edici dil kullanılması veya çıplak bırakılması bu kavram için getirilen örneklerdendir. “Aşağılayıcı muamele” yasağının genel amacının, insan onuruna yönelen, özellikle ciddi mahiyetteki müdahalelerin önlenmesi olduğu; kişiyi, rütbe , konum ya da şöhret gibi açılardan daha alt düzeye düşüren edimler ya da bir grup içerisinde kişiyi ırk temelinde farklı muameleye tabi tutan tasarrufların aşağılayıcı muamele kapsamına girdiği belirtilmiştir.

Başvurular sonucu oluşturulan tanımlamaya göre işkence, mutlaka insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleyi içerir ve insanlık dışı muamele aynı zamanda aşağılayıcıdır. Buradan varılan yer, işkence; bilgi ya da ikrar temin etme ya da cezayı eza verici hale sokma gibi amaçla yapılan insanlık dışı muameledir ve genellikle bu insanlık dışı muamelelerin şiddetlendirilmiş biçimidir.

Aksoy – Türkiye davasında Mahkeme 3. maddede geçen “işkence” ve “insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele” ayrımını yaparken işkence damgasını çok ciddi ve zalimane acılara sebep olan kasti insanlıkdışı muamelelere uygun gördüğünü, bu konuda daha önce verilmiş kararlar olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda olmak üzere, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1975 tarihinde 3452 sayı ile kabul edilen kararın 1.maddesinde de, ‘işkence, zalimane insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele veya cezanın ağır ve kasti bir biçimini oluşturur’ denmiştir.

Mahkemeye göre, bir cezanın 3. madde anlamında ‘onur kırıcı’ olabilmesi için, cezadaki aşağılama veya küçümsemenin belirli bir düzeye ulaşması ve her halükarda genel olarak cezada bulunan aşağılamadan başka olması gerekir. Ancak, yargısal bedensel cezanın aleni olmayan bir tarzda infaz edilmesi, cezanın ‘onur kırıcılık’ kategorisine girmesini engellemez. Onur kırıcı bir ceza için, mağdurun başkalarının gözünde olmasa bile kendi gözünde aşağılanması yeterlidir. Mahkeme, bir cezanın sözleşmenin 3.maddesi anlamında ‘insanlıkdışı ceza’ olarak kabul edilebilmesi için ise, çekilen acının belli bir düzeyde olması gerektiğini belirtmiştir

Aleyhine müracaat edilen bir taraf devletin başvurucu üzerinde menfi fiziksel hiçbir davranışının olmadığı bir durumda madde 3’ün ihlali mümkün müdür? Mahkeme’nin ihlali tespit ettiği Soering – Birleşik Krallık davası incelendiğinde görülmektedir ki Sözleşme’ye taraf bir devletin, bir suçluyu/zanlıyı madde 3 kapsamında muamele görmesi kuvvetle muhtemel bir ülkeye iadesi halinde, kişi üzerinde menfi hiçbir müdahalesi olmasa bile, sırf bu hareketiyle 3.maddeyi ihlal edebilecektir.

Mahkeme, Sözleşme’nin koruduğu hakların taraf devletlerin hemen hepsinde aynı standartta anlaşılmasını ve tatbik edilmesini hedeflemekle birlikte “insan”ın teşekkül ettirdiği tüm yapılarda olduğu gibi onda da “insani” zaaf ve yanılgıların olduğunu kabul etmek gerekir. Buna rağmen, bir Ulusal Program çerçevesinde hareketle insan hak ve hürriyetlerinin geliştirilmesi için çalışmalar yapan ülkemizde, Anayasa madde 90 uyarınca iç hukukun bir parçası haline gelmiş olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasında, Sözleşme ile tesis edilen Mahkeme’nin gerek Sözleşme’nin 3.maddesi ve gerekse diğer maddeleri çerçevesinde oluşturduğu kıstasların yerel mahkemelerin her derecesinde doğrudan tatbiki genel bir faydayı temin edecektir. Sözleşme ile çelişen iç hukuk hükümlerini “ihmal” yoluyla metruk kılarak Sözleşme hükümlerini tatbik edecek hakim ve savcıların ve dahi bu hükümlerin tatbikinde ısrarcı avukatların varlığı da adalet mekanizmasının güçlenmesinde baskın rol oynayacaktır. Bu dönemde; yoğun bir çalışma, ısrarcı bir takip, güçlü bir donanım hukukçulara düşen temel görevler olmalıdır.

1 yorum:

Av. Turgay Özdemir dedi ki...

dogru söze ne denir