Takdim
2 Ağustos 2007 ile 11 Ağustos 2007 tarihleri arasında yapmış olduğum Balkan gezisine ilişkin notların ilk bölümünü hazırlamak nasip oldu. Bu on günde Arnavutluk, Makedonya ve Kosova'yı gezme ve buradaki Müslümanlarla görüşme fırsatı buldum. Aşağıda tümünü verdiğim, bir kısmı Vakit Gazetesi'nin 11 - 12 - 13 Kasım 2007 tarihli nüshalarında yayımlanan yazım bu gezinin sadece Arnavutluk kısmına değinmektedir. Yazıda kırmızı renkle belirginleştirelen kısımlar konu hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşabileceğiniz linklere işaret etmektedir. Kırmızı bölümlerin üzerini tıklayarak bir kısım habere, videoya ve resme ulaşma imkanınız olacaktır. Bununla konu hakkında daha fazla bilgi edinmenizi amaçlamaktayım. Balkan Notları'nın sizin için de faydalı olması duasıyla...
Balkan Notları
Şayet havayolu ile Arnavutluk’a gelmeyi tercih ettiyseniz –ki tercih etmenizi öneririm. Aksi halde Bulgaristan veya Yunanistan vizesi için ayrıca uğraşmanız gerekecektir- Arnavutluk’un yeni sahibi Nena Terasa karşılıyor sizi, Rinas / Tiran havalimanında. Arnavutluk, ülkenin bir çok yerine olduğu gibi buraya da onun, Rahibe Terasa’nın, adını vermeyi uygun bulmuş. Terasa, Makedonya doğumlu, Katolik kökenli bir rahibe. Arnavutluk’a ömründe sadece üç kez gelmiş ve ilk gelişinde de eski diktatör Enver Hoxha’nın mezarına çiçek koyup eşini kucaklamış. Terasa’nın önemi, Vatikan’ın kendisini azize ilan etmesi ve tüm Arnavut halkına bir model olarak dayatmasından kaynaklanıyor. Öyle ki, Arnavutluk devletinin pasaportların üzerine onun resmini basmayı düşündüğü söyleniyor, şu aralar.
Tiran Meydanı'nda Nena Terasa posteri
Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımak size Arnavutluk’a vize almadan girme imkanı tanıyor. Ancak, Arnavutluk’un uluslararası insan kaçakçılığı ağının üzerinde transit bir ülke olarak yer alması, Türkiye’nin hem ağa dahil hem de ağı içeriden besleyen bir ülke olması Türkiye’nin güneydoğusundan alınan pasaportları şüpheli hale getirmiş olmalı ki ülkeye girmesine izin verilmeden geri gönderilen insanların hikayelerini öğrenmek/duymak da mümkün burada. İşte bu sebeple şayet daha evvel Arnavutluk’a girmemiş iseniz, pasaportunuz 1 yıllık süre ile alınmışsa ve meslek hanenizde de geri dönme ihtimalini yükselten bir ibare yok ise, Arnavutluk’a gitmeden evvel size orada kefil olacak birini bulmanızı tavsiye ederim. Veya az buçuk Arnavutça öğrenip gitmenizi. Zira öğrendiğim kadarıyla bu ülke Arnavutça konuşan diğer ülke vatandaşlarına da zorluk çıkarmıyormuş. Bunun sebebi Arnavut diasporasının dünyanın dört bir yanına dağılmış olması olabilir, diye düşünüyorum.
İşte, 2 Ağustos 2007 sabahı ulaştığım Rinas / Tiran’da Arnavutluk Müslüman Forumu’ndan Olsi Jazexhi ile buluşuyorum. Olsi Jazexhi, Firenze (Floransa) / İtalya’da tarih alanında doktora öğrenimi yapan, vaktinin büyük kısmını Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşası için yürütülen çalışmalara adamış entelektüel bir Müslüman. Arnavut entelektüelleri arasında tanınmış, Türk ve Osmanlı yanlısı fikirleri sebebiyle Avrupa ve Hıristiyan dünya ekseninde hareket eden entelektüel Arnavutlar tarafından kimi zaman eleştirilen bir kişi. Kendisi 10 gün sürecek olan Balkan turumuzda mihmandarım oluyor. Tüm yol boyunca bana sağlamış olduğu imkanlar ve gösterdiği sabır sebebiyle kendisine teşekkür ediyorum.
Tiran’dan temin ettiğimiz eski model bir Mercedes ile Elbasan yoluna koyulmamızla başlıyor programımız. Ülkedeki otomobillerin yarısı Mercedes marka desek abartmış olmayız. Birçoğu Avrupa’dan getirilmiş (belki de çalınmış) her modelden Mercedes görmek mümkün. Ancak, anayollardan sıklıkla ayrılarak köylere yaptığımız ziyaretlerle geçen bu seyahatimiz bize Mercedes’in keyfi bir tercih değil zorunlu bir seçim olduğunu gösterdi, diyebilirim. Zira, Arnavutluk’un hemen hiçbir köyünde orta kalitede bir otomobilin rahatlıkla hareket etmesine imkan verecek vasatta yol yok demek mümkün. Hatta, Makedonya sınırında yer alan Diber ve Kosova sınırında yer alan Kukes tarafında anayolların dahi köy yolları gibi olduğunu söyleyebiliriz.
Elbasan’a doğru yol alırken yol üzerinde bulunan Perrenjas’taki Türk – Arnavut Vakfına ait medreseyi ziyaret ediyoruz. Bina daha evvel Araplar tarafından yapılmış. Ancak 11 Eylül olaylarından sonra Arnavutluk hükümetinin Arapları sınırdışı etmesi üzerine bina bir süre boş kalmış. Ve daha sonra Türkiyeli Müslümanlar Arnavut kardeşlerinin eğitimlerine bir katkı sağlamak için burayı faaliyete geçirmişler. Yaz dönemi olduğu için talebelerin olmadığı binada Türkiye’den bir aile görevli olarak bulunuyor. Sıcak bir şekilde karşılıyorlar bizi. Faaliyetlerini tanıtıyorlar. Vakfın Tepelena ve Durres’te de medreseleri olduğunu öğreniyoruz. Ziyaret edeceğimiz yerler olduğunu söylediğimizde bize ulaşabileceğimiz insanlara dağıtmamız için bir miktar ilmihal veriyorlar. Böylece ayrılıyoruz oradan.
Elbasan Tiran’ın hemen güneyinde yer alan, Tiran ile sınırı olan, ova içinde bir şehir. Osmanlı döneminde kilit noktalarda olan bu şehirde nüfusun %90’ı Müslümanlardan %10’u Ortodoks Vllahlardan (Ulah) oluşuyor. Fakat gariptir ki, şehre hakim tepelerden birinde birkaç metre yüksekliğinde bir haçın dikili olduğunu görüyorsunuz. Bu haç şehrin Hıristiyan olduğu izlenimini vermek için Ortodoks kilisesi tarafından patrik Yanullatos’un emri ile dikilmiş bu tepeye. Şehir halkı ve yönetimi buna karşı çıkmışlar ve kiliseden bu haçın niçin dikildiğini açıklamasını istemişler. Kilise kısaca “Biz Ortodoksuz, bunun için” diye cevap vermiş. Elbasan müftüsünün ve şehir yönetiminin gayretlerine rağmen Ortodokslar yasadışı olarak diktikleri bu haçı indirmeye yanaşmadıkları ve onu korumak için direneceklerini söyledikleri için bu aşamada Müslümanlar haçı kendileri indirmeyi tercih etmiyorlar. Zira tüm Arnavutluk’ta olduğu gibi burada da Müslümanların politik gücü ve temsil düzeyi çok zayıf. Müslümanların haklarını korumak için yaptıkları hemen her şey bir anda bir linç kampanyasına çevrilebiliyor.
Elbasan’da görüştüğümüz Müslümanlar ile tüm bu ziyaretlerin temel amacı olan “Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşası için neler yapılabilir ?” sorusu üzerinde konuşuyoruz. Bu noktada komünist sistemlerin çöküşünden sonra Balkanlarda oluşturulan yeni siyasi ve ekonomik yapılanmalarda Müslümanların modern kimliklerinin Soğuk Savaş dönemindekinden farklı tanımlamalara maruz bırakıldığını, modern Arnavut kimliğinin Avrupalı ve Hıristiyan temellerde yükseltilmek istendiğini, bunu sağlamak için de hayatın tüm alanlarında yoğun bir faaliyetin yürütüldüğünü belirtmek gerekiyor. Örneğin, Arnavutluk’un göz önündeki tüm mekanları Türk ve İslam karşıtı insanların ismi ile anılıyor. Arnavutluk paralarına Pjeter Bogdani, Fan Noli gibi Müslümanlar için acı hatıralara sebep olan kişilerin resimleri konuluyor. Bu tür kişilerin büstleri, heykelleri ülkenin dört bir yanında yaygınlaştırılıyor. Ahalisinin tamamının Müslüman olduğu yerleşimlere dahi kiliseler inşa ediliyor. Ülkenin bir çok yerine, dağlara, tepelere haçlar dikiliyor. Açık Toplum Vakfı’nın (Open Society Foundation - George Soros’un vakfı) finansmanı ile sayısız gazete, dergi, radyo, televizyon, enstitü vs. işletiliyor. Özel okullar, kolejler, üniversiteler açılıyor. Ve tüm bu kurum ve kuruluşlarda Hıristiyan olmak bir ayrıcalık olarak kabul edilirken Müslüman olmak küçümsenecek bir hal olarak telakki ediliyor. Arnavut entelektüeller Hıristiyanlık propagandasına yaptıkları katkı ölçünde ödüllendiriliyor ve revaç buluyorlar. Sözgelimi, İsmail KADARE Arnavut halkını “ari” ırktan, “beyaz”, “Avrupalı” ve “Hıristiyan” olarak tanımladığı için Batı Dünyasındaki popülaritesini yükseltebiliyor. Hıristiyan Dünya’ya dönüş yönündeki propagandası onun bir zamanlar Enver Hoxha ile olan ilişkilerinin örtülmesine yetiyor. Ülkenin her santimetrekaresinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri Amerikanın, Yunanistan’ın, Vatikan’ın ve diğer Avrupa devletlerinin desteği ile fütursuzca sürdürülüyor. Amerika Birleşik Devletlerinin Uluslararası Dini Özgürlükler 2006 raporuna göre Arnavutluk’ta 245 adet dini misyon bulunuyor ve bunların ancak 34 tanesi Müslümanlara ait organizasyonlar. Ülkede dini eğitim veren 101 okulun yalnızca 7 tanesinin Müslümanlara ait medreseler olduğunu, bu medreselerden yılda mezun olan öğrenci sayısının 100’ü aşmadığını buna mukabil her yıl 2600 civarı Hıristiyan öğrencinin mezun olduğunu göz önünde tutarsak Hıristiyan Dünya’nın çalışma hızı, imkanı ve azmi ile Müslümanların çalışmalarının kıyas bile kabul etmeyeceğini anlarız. Evet, böylesi bir gerçeklik içerisinde cevap bulmaya çalışıyoruz sorumuza.
Arnavutluk Müslümanları, çok yavaş seyreden “kimlik bilinci” gelişiminin henüz ülkenin kaderine yön vermek, yaygın ve baskın bir Müslüman Arnavut kimliği oluşturmak için kendilerine imkan verecek düzeyde olmadığını söylüyorlar. Konuşmalarımızın bir bölümü Müslüman veya Hıristiyan olma algısı üzerinde devam ediyor. Bu konuşmalar esnasında ülkenin son yüz yılının nasıl bir yok etme ameliyesi ile geçirildiğini görüyoruz. Osmanlı sistemi içinden çıkan Arnavutluk bir süre Osmanlıya ait olanları koruyanlar ile tahrip edenler arasındaki mücadeleye şahit oluyor. Ardından gelen komünist dönem ülkenin 500 yıllık tarihini tamamen yok ediyor. Ve komünist dönemin ardından gelen kapitalist sistem komünist dönemden gelen ne var ise onu yok ediyor. Diyebiliriz ki, Arnavutluk’ta günün dışında bir şey bulmak hiç de kolay değil. Bir Müslüman, bu tahrip etme hırsının boyutlarını şu sözlerle açıklıyordu: “Komünist dönemde dikildi diye neredeyse ağaçları yok edeceklerdi” Seyahatimiz boyunca bu sözün işaretlerini görüyoruz; yıkılmış binalar, sulama kanalları, fabrikalar, bomboş araziler ve dahası. Böyle bir yok etme ameliyesinin kimlik bilincine yönelik kısmı ise Müslüman olmayı dedelerinin soyunu işaret etmek ile eşanlamlı kabul eden bir neslin oluşturulması ile neticeleniyor. Bugün Arnavutluk’ta bir kişinin Müslüman’ım demesi onun dini tercihini değil dedelerinin Osmanlı sistemi içindeki konumunu işaret ediyor. Bu sebeple “Müslüman’ım” diyen bir kişi ile yaptığınız konuşmanın sonunda onun aslında “ateist” olduğunu öğrenmeniz sizi şaşırtmıyor. O, Müslüman kökenli bir ateist sadece. Şayet muhatabınız İslam’a ait simgeleri kullanan bir kişi değil ise onun isminden kökenini anlama ihtimaliniz de zayıf diyebiliriz. Zira, komünist dönemde toplumun tüm direnç noktaları yıkılmış ve bambaşka bir toplum yaratılmış. Bu değişim/dönüşüm isimlerde de kendini gösteriyor. Bu ülkede uzun süre geleneksel Müslüman isimleri kullanılmamış. Arnavutların Hıristiyan ve pagan dönemlerinden tevarüs eden isimleri bulmak mümkün. Ama, genç Müslüman kuşağın çocuklarına konulanların dışında geleneksel Müslüman isimlerini yaygın olarak bulmak mümkün değil. Müslüman kökenli bir Romario, Odita, Elisa, Napolyon, Ardit, Angjelo ile karşılaşmanız, hatta sıklıkla karşılaşmanız, sizi şaşırtmamalı. Bu anlamıyla direnç gösteren insanların komünist dönemde çocuklarına Arnavutça’nın güzel anlamları olan yerel isimlerini koyduklarını görüyoruz: Fisnik (Kerim), Besim (İman), Dritan (Nuri), Agim (Şafak) vb. Kişilerin kökenini anlamak için soyadlarına bakmak daha makul bir yol. Soyadı sıklıkla akraba gruplarını işaret ettiği için soyadı ile kişinin geleneksel aidiyetini tahmin etmeniz mümkün hale geliyor. Misal, Bushati soyadı Osmanlı’daki Bushati Paşa’nın soyunu işaret ettiğinden bu soyadına sahip olanları Müslüman kökenli olarak varsayabiliyorsunuz. Tabii, bu hususta da yanılabilirsiniz. Zira, bir kısım sülaleler Müslüman ve Katolik olarak ikiye ayrılmış ama bir arada yaşar haldeler. Örneğin, Berisha soyadı ile bir Müslüman görebileceğiniz gibi az da olsa bir Katolik de görebilirsiniz. Tüm bunlar ve benzer konuların konuşulma sebebi Arnavut toplumunun Müslüman kimliğe iadesi yolunda karşımızda duran, kimi zaman sembolik kimi zaman ciddi direnç noktalarını belirlemek içindi. Dini, etnik kökene ilişkin bir unsur olarak değil varoluşunu tanımlayan bir hal olarak algılayacak bir toplumun hazırlanması için evvela halin anlaşılmasını kolaylaştıracak konuşmalar.
Elbasan müftüsü Agim DUKA şehrin ve Müslümanların problemlerini anlatıyor. Bu problemler ciddi bir çalışma yürütmeye elvermeyen ekonomik yetersizlikten başlayıp Ortodoksların saldırgan tutumlarına cevap verecek düzeyde bir politik bilince / kuvvete sahip olmamaya kadar uzanıyor. Müslümanların sesinin duyurulacağı politik bir gazetenin çıkarılması yönünde bir çalışma yapılmasının makul olacağı düşünülüyor. Küçük de olsa, bu ülkede biz de varız, demek için bir adım.
Elbasan’dan Pogradec’e doğru hareket ediyoruz. Pogradec Ohri Gölü’nün kenarına kurulmuş hoş bir şehir. Ohri kıyısında uzanan yolda ilerlerken İznik’te imişim gibi bir hisse kapılıyorum. Bu küçük ülkenin bir çok yeri Anadolu’dan bir tablo sunuyor bize. Irmakların üzerine kurulmuş köprüleri ile bazı nehirler Çoruh’u, çam ormanları içinden geçen yolları ile bazı dağlar Bolu’yu hatırlatıyor. Arada rastladığınız dağ içindeki küçük göller de öyle. Abant’ta veya Yedi Göller’de imiş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Pogradec’te akşam namazı için gittiğimiz camide Prizren asıllı Arnavut yazarlardan Ajni Sinani ve diğer Müslümanlarla buluşuyoruz. Bize son kitabı, “İslami, besim, ligj, kulture dhe qyteterim”i hediye ediyor. Pogradec de Müslümanların çoğunluk olduğu ama Ortodoks kuşatması altındaki şehirlerden birisi. Güneye doğru süren yolculuğumuzda görüyoruz ki Yunanistan Ortodoksluğu Helenizm’in bir öncü kolu olarak kullanmakta. Bölgedeki gelişmeleri takip eden aydınların, İkinci Dünya Savaşı esnasında, 1944 Haziran ayı ile 1945 Mart ayı arasında, Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan Çameria’da Müslüman Arnavut ahaliye karşı bir soykırım gerçekleştiren Yunanistan’ın, Kuzey Epir olarak bahsettiği bu bölgeye, Arnavutluk’un güneyine, Ortodoksluğu Truva atı olarak kullanmadan giremeyeceği görüşünde birleştiklerini öğreniyoruz. Bu, kuvvetle muhtemel haklılık payı olan bir kanaat. Zira, Arnavutluk’un güneyinde bir çok yerde Avrupa Birliği ve Amerikan bayrakları görebilmeniz mümkünken bunca yatırıma rağmen Yunan bayrağı göremiyorsunuz (Vardır, diyenleri de not etmeliyim). Yunanistan belli ki uzun vadeli bir stratejiyi takip ediyor. Arnavutluk’un güneyinde yaşayan Ortodokslara Yunan vatandaşlığı hakkı tanıyacak düzenlemeleri hayata geçirmesi, görkemli vaftiz ayinleri gerçekleştirilmesi, tüm köylere birer kilise inşası için gayret etmesi bu stratejinin adımlarından bir kaçı olsa gerek.
Pogradec’te,cami yakınlarında bir berber dükkanının içinde, duvara asılmış bir portre görüyorum. Emin olmak için dükkanın içine giriyorum. Berberin duvara asmış olduğu George W. Bush portresi beni şaşkınlık içinde bırakıyor. 20 yıl evvel Amerikan başkanlarının adını bile anamayan bu insanlar böylesine bir dönüşümü nasıl geçirdi? Ülkenin yeni cumhurbaşkanı Bamir Topi 24 Temmuz 2007’deki yemin töreninde Avrupa - Atlantik entegrasyonu için çalışma sözü verirken Arnavut halkının –en azından bir kısmının- entegrasyonu, evlerine amerikan bayrağı, işyerlerine Bush portresi asacak kadar aşmış olduğunu biliyor muydu acaba?
Bush portreli berber dükkanı
Arnavutluk’un güneyinde hep aynı şeyi görüyoruz: Ortodoks hücumu! Korçe’deyiz. Eski bir Osmanlı şehri olan Korçe’de diğerlerinde olduğu gibi Müslümanlar ile Ortodokslar birlikte yaşıyorlar. Şehrin merkezine büyükçe bir kilise inşa eden Ortodoksların siyasi güç elde edebilmek için şehirdeki birçok aileye düzenli olarak para aktardıklarını, daha evvel Yunanistan ile ancak birkaç ailenin ilgisi var iken bu gün 800’e yakın ailenin kilise ve diğer organizasyonlar kanalı ile Yunanistan’dan aylık 300 Euro para aldığını söylüyor, Türkiye’deki bir kuruluşun Korçe’deki faaliyetlerini yürüten bir Müslüman. Bu durum Ortodokslara şehirde istediklerini daha kolay yapma imkanı sağlıyor. Yine, Yunanistan’da çalışan Arnavutlar da burada hemen her zaman bir baskı aracı olarak kullanılıyormuş. Kilisenin ve diğerlerinin isteklerinin yerine getirilmeme ihtimalinin belirdiği her olayda Yunanistan Arnavutları ülkeden kovmak ile tehdit ediyormuş.
Korçe’de şehir merkezinde yer alan kilisenin aksine Osmanlı döneminden kalan İlyas Bey Mirahori camii son derece bakımsız halde idi. Caminin minaresi yıkılmıştı. Kendisi ise zamana terk edilmiş gibi duruyordu. Yine de, son 15 yılda alelacele yapılan bir çok camiye nazaran tarihi bir heybeti omuzlamış görünüyordu. Konuştuğumuz insanlar bugün itibariyle Korçe’de yapılan 12 kiliseye karşılık sadece 2 caminin olduğunu söylüyorlar.
Korçe Kilisesi
İlyas Bey Mirahori Cami
Korçe sokaklarına Ortodoks izleri bırakmak yetmiyor olmalı ki, kimi yerlerde Türk ve İslam karşıtı insanların büstlerine de yer veriliyor. Asdreni, Thimi Mitko ve NaumVeqilharxhi bunlardan üçü. Bu üçü aslen Ulah olan, 1800’lerde yaşamış ve Osmanlı’ya karşı Yunanlıların yanında savaşmış kişiler. Kilise bu figürler aracılığıyla Türk düşmanlığını canlı tutmaya çalışıyor. Korçe’de Ortodoksların nüfusa oranı %20 – 30 arasında olmasına rağmen 1992’den buyana şehri yönetenlerin hepsi Ulah asıllı Ortodokslar. Şimdiki belediye başkanı Niko Peleshi dahil olmak üzere, Robert Damo, Gjergji Duro, Dhionis Kotmilo ve Gjergji Gjinko bunlar arasında sayılabilir. Ortodoks Ulahların buraya 19.yüzyılın sonlarından itibaren gelmeye başladıkları söyleniyor.
Korçe sokaklarından bir görünüm
Thimi Mitko, Asdreni ve NaumVeqilharxhi
Korçe’de görüştüğümüz, “Bota e Re” Yazarlar Kulübü Başkanı Ylber Merdani Ortodoks kilisesinin Müslümanlara karşı yürüttüğü haksız uygulamaları açıkça mahkum ediyor. Merdani, şehrin hiçbir zaman Ortodokslar için bir merkez olmadığını ve şehre gerçek değerini veren Türk yönetiminden sonra yaşananların Müslüman ahali için bir trajedi olduğunu anlatıyor. Merdani bize şehrin Sultan II.Beyazid döneminde kurulduğunu söylüyor. Sultan Beyazid İlyas Bey Mirahori’nin kızkardeş ile evleniyor ve daha sonra İlyas Bey’i Korçe şehrini kurmakla görevlendiriyor. Konuşmamız ilerledikçe Merdani’nin baba tarafından dedelerinin Türk asıllı olduğunu öğreniyoruz. Yüzyıl öncesine kadar bir çok Türk ve Arnavut’un evlilik yoluyla iç içe geçtiklerini ama her birinin kendilerini hem Türk hem Arnavut (Shqiptar) hem de Müslüman olarak tanımlamaktan gurur duyduklarını söylüyor. Türk olmak ile Müslüman olmanın eşit olduğunu, bu sebeple Arnavut halkın da kendisini Türk olarak tanımlamaktan çekinmediği, bilakis Hıristiyan Arnavutlardan Türk olma vasfıyla ayrıldıkları zamanların yaşandığını anlatıyor. Ama, diyor Merdani, bu gün beyler reaya, reaya bey oldu.
Korçe yakınlarındaki Zemblaku köyüne geçiyoruz. Bu köy Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın asıl köyü. Mehmet Ali Paşa’nın ailesinin buradan Kavala’ya göçtüğü söyleniyor. Köyün camisinde gördüğümüz insanlar ya çok yaşlılar ya da çocuklar ve gençler. Orta yaştan birisine rastlamak neredeyse imkansız. Burada imamlık da yapan yaşlı bir Müslüman’ın evine misafir oluyoruz. Bize, 1930’larda, Kral Ahmet Zogu döneminde basılmış kitaplar getiriyor. Bunlar İslam ve Müslümanlar hakkında Hafız Abdullah Zemblaku tarafından kaleme alınmış eserler. Bu kitapları Komünist dönemin kitap yakıcılarından saklayarak kurtarmayı başarmışlar. Mihmandarım Olsi Jazexhi kitapların bir kısmının dönemin Müslümanlarının siyasi anlayışını da yansıtması sebebiyle önemli olduğunu söylüyor. Kitapların fotokopilerini alabilmek için Korçe’ye dönüyoruz. Bu kitapları bulmuş olmak bizi sevindirirken, Zemblaku köyü yakınlarında inşaat halindeki bir evin çatısına çekilen Amerikan bayrağı bize bir burukluk yaşatıyor. Türkiye’de olduğu gibi orada da biten inşaatların çatısına bayrak çekme adeti var. Bush’un berber dükkanındaki portresinden sonra halktan birisinin evinin çatısında bir Amerikan bayrağı.
Amerikan bayraklı inşaat
Korçe civarındaki gezimiz Cangonj köyü imamına ziyaretimiz ile son buluyor. Gecenin ilerleyen vaktine kadar süren sohbetten bölgedeki camilerin aktif hale getirilmesi için ekonomik kaynakların bağışlardan ziyade döngü oluşturacak oluşumlardan, vakıflardan sağlanması ve bunun için de ekonomik faaliyet yürütebilecek vakıfların kurulması düşüncesinin varlığını anlıyorum. Cami imamlarının 50 – 100 dolar arasındaki gelirleri onları gün içinde başkaca işler yapmaya da mecbur ettiğinden bölgedeki camiler çok zaman kapalı kalıyor. Bu noktada bir hatırlatma yapmalıyız: Arnavutluk Cumhuriyeti anayasal olarak laik bir devlettir. Türkiye’deki anlamıyla bir Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkede mevcut değildir. Arnavutluk’ta Sünni Müslümanları temsil eden Arnavutluk Müslüman Toplumu (Komuniteti Musliman i Shqipërisë) vakıf statüsünde bir yapılanmadır. Ülkedeki 500 civarındaki cami ve mescidin tamamı bu vakfın denetiminde olmayıp önemli sayıda cami Selefi Müslümanlar tarafından kontrol edilmektedir. Arnavutluk Müslüman Toplumu ekonomik imkanları son derece kısıtlı bir vakıf olup Komünist dönemde el konulan akaretlerini geri alamaması sebebiyle faaliyetlerini çoklukla yardımlarla yürütmektedir. Anlaşılacağı üzere Arnavutluk’ta devlet memuru olan, maaşı ve sosyal hakları belirli bir imam kadrosu / teşkilatı yoktur.
Erseka ve Leskovik… Yönümüzü Gjirokaster’a çevirdiğimizde uğradığımız iki yerleşim. 10 bin civarında insanın yaşadığı ve çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Erseka hiç ama hiç camisi olmayan –kilise tabii ki var- bir yer. Kentin çıkışında yer alan mezarlık dikkatimi çekiyor. Duruyoruz. Burada mezarlar karışık. Hıristiyanlar ile Müslümanlar aynı mezarlığa defnediliyor. Müslümanların mezar taşlarında “hilal” sembolünü, Hıristiyanlarınkinde ise “haç”ı veya Meryem, İsa figürlerini görüyorsunuz. Komünist dönemde mezarların ayrılması uygulamasına da son verilmiş. Babasının kabrini ziyaret için gelmiş genç bir bayana inancını soruyoruz. “Müslüman’ım” diyor. Tek Allah’a mı inanıyorsun, sorumuzu ise “Bilmiyorum” diye cevaplıyor. Kendisine Türk Arnavut Vakfından dağıtmak üzere aldığımız ilmihalden, peygamber efendimizi tanıtan kitapçıktan ve Kur’an’ı Kerim’in Arnavutça mealinden hediye ediyoruz. Camisiz ve imamsız kent bizi üzüyor.
Leskovik’te görüştüğümüz insanlardan biri ilginç bir hikayeye sahip. Harun Yahya kitapları okuyarak İslami yaşantıya döndüğünü söyleyen eski bir suç örgütü lideri bize Amerikan Başkanı Bush’un Arnavutluk’u ziyareti sırasında kendisi de dahil olmak üzere kentteki bir kısım Müslüman’ın polis tarafından camiye toplandığını ve bayrak yakma, gösteri yapma gibi bir eyleme girişmemeleri konusunda uyarıldıklarını anlatıyor. Bu hikaye kentin genç imamı tarafından da yalanlanmıyor. Leskovik’te harabe haline gelmiş bir taş yapıyı görmeye gidiyoruz. Zira burası eskiden bir camiyken şimdi Kilise bu küçük binayı kiliseye çevirmek için istiyormuş. Kalan tek odasına dua için el koymuşlar zaten. Odanın içinde birçok İsa tasviri, yanık mumlar ve sair malzeme duruyor. Müslümanlar bundan rahatsız olsa da kimse gerginlik istemediğinden bir şey denilmiyor. Leskovik’in birkaç kilometre ilerisinde yeni inşa edilmiş, görkemli bir kilise ile karşılaşıyoruz. Ziyaret ettiğimizde, dağların arasındaki bu yapının aslında bir kompleks olduğunu görüyoruz. Yunanistan buraya bir din okulu inşa etmiş. Kilisenin çevresinde derslikler ve ruhban odaları yer alıyor. Bahçede ise yüzlerce mezar. Bu mezarların İtalya ile Yunanistan arasında yaşanan savaşta öldürülen Yunan askerler olduğunu söylüyor kilisenin bekçisi. Yunanistan çevre köylerdeki mezarlıklardan bu askerlerin kemiklerini tek tek toplayıp bu kilisenin bahçesine nakletmiş. Daha fazla mezar nakline Arnavutluk hükümeti karşı çıkmış. Kilise ziyaretçilere açık ama öğretim henüz başlamamış. Anladığımız kadarıyla iznin çıkmasını bekliyorlarmış.
Tiran’an hareket ettiğimiz andan bu yana bize ayrılmaksızın eşlik eden tek şey “bunker”ler. Bilmeyenler için izah etmemiz gerekiyor. Bunker, demir ve betondan yapılmış, üstü kubbe şeklinde, bir yönünde silahlarınızı kullanmanız ve diğer yönünde içine girebilmeniz için iki açık bölümü bulunan sığınma amaçlı askeri yapılara verilen isim. Lezhe tarafında, dağların içi oyularak yerleştirilmiş, nükleer saldırıya karşı sivillerin saklanmasının düşünüldüğü, tamamen kapalı bunkerler de var. Enver Hoxha Arnavutluk’u Yugoslavya, Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinden soyutlayıp tamamen yalıtılmış bir rejim haline getirdikten sonra Amerikanın her an Arnavutluk’a saldıracağı ve ülkenin karış karış korunması gerektiği tezini işlemeye başlar. Rivayete göre Enver Hoxha’ya Arnavutluk’ta sayılarının ne kadar olduğunu kimsenin bilmediği bu bunkerlerin yapımını görev süresi Temmuz 2007 yılında biten cumhurbaşkanı Alfred Moisiu salık verir. Tek kişilikten başlayarak, büyük topların sığabileceği kapasiteye kadar uzanan sayısız bunker Arnavutluk topraklarının hemen her yerini kaplamış halde. Yapımına yaklaşık 5 milyar dolar harcanan bu bunkerlerin imhası da kolay değil. Bu sebeple öylece duruyorlar. Anlatılan o ki, Enver Hoxha bu kadar beton ve demir ile ülkenin tüm yollarını yapabilirmiş. Peki, diyorum; bunca modern silaha karşı ne yapabilir ki bu iptidai sığınaklar. Hayır, diyorlar. Bunların yapımı ve denenmesi sırasında Enver mühendisleri içine sokuyor ve öyle deniyordu. Yine 1999’da Sırp ordusunun Kukes tarafından Arnavutluk’a girdiğini ve bunkerlerin içindeki UÇK askerlerini top atışına tuttuğunu, bunkerlerin işe yaradığını söylüyorlar. Bunkerleri söküp Lübnan İsrail sınırına, Müslümanların cephesine göndermek gerektiğini söyleyenler bile var. Ayrıca, yerel hediyelik eşya dükkanlarının değişmez malzemelerinden biri de bunker modelinde yapılmış hediyelikler.
Dağlar, göller, nehirler arasında yaptığımız yolculuğun sonunda Gjirokaster’a ulaşıyoruz. Burası Yunanistan ile sınırı olan bir şehir. Tüm güney Arnavutluk gibi burası da Ortodokslar ve Müslümanlar tarafından iskan edilmiş halde. Şehrin kimi caddeleri bu güne dek gördüğüm en güzel Arnavut kaldırımları ile döşenmiş. İlk olarak Çarşı Camii’ni ziyaret edelim, diyorum. Geçen sene Türkiye’den hayırseverlerin tadil ettirdiği bu caminin imamı ile caminin, cemaatin, imamın ve kentin durumu hakkında konuşuyoruz. Karadeniz insanını hatırlatan siması ile hoş bir Müslüman. Yapılan tadilatı göstermek ve hayırseverlere dua etmek ile başlıyor. Tüm cami boyatılmış, ses sistemi döşenmiş, yeni bir abdesthane yapılmış, çatı aktarılmış. Kırık dökük ne varsa elden geçirilmiş. Ya cemaat, diyoruz. Vakit namazlarına katılımın düşük olduğunu söylüyor. Cuma namazlarına geliyormuş insanlar daha ziyade. Caminin bir sokak üzerinde yer alan, Türkiye’den bir organizasyon tarafından idare edilen medresenin talebelerinin düzenli bir cemaat oluşturduğunu anlatıyor. Yaz tatili sebebiyle medrese kapalı olduğundan yetkilileriyle görüşme imkanımız olmuyor. Kent Yunanistan’ın etkisi altında, diyor. Burada da bir çok insan çalışmak için Yunanistan’a geçiyor. Gençler çoklukla işsiz. İşsizlik onları yurtdışına veya yasal olmayan başkaca işlere sürüklüyor. Bu kent de uluslararası suç örgütlerinin güzergahında yer alıyor. Buradan Saranda veya Vlore’ye ve oradan da İtalya’ya geçiyorsunuz.
Gjirokaster kalesi… Şehrin uzaktan görülen Osmanlı yüzü. Ne var ki, kalede iki bayrak dalgalanıyor: Arnavutluk ve Avrupa Birliği. Kafeteryayı işleten kişiye soruyorum: Bu kale Türk kalesi değil mi? Evet, diyor. Öyle ise burada niye bir tane olsun Türk bayrağı yer almıyor? Avrupa Birliği bayrağı asmışsınız ama! Türkiye’de Avrupa sayılır canım, diye bir cevap veriyor. Kanmak mümkün değil… Tüm şehri rahatlıkla izleyebildiğiniz bu mekanda ziyaretçilerin ilgisine sunulmuş bir kısım silahı görebiliyorsunuz. 1912’lerden kalma küçük bir zırhlı kalenin koridorlarında dururken bahçede bir uçak hurdası şaşırtıyor sizi. Toplar, uçak savarlar ve diğerleri de yer alıyor bu kalede. Oldukça büyük bir alana kurulmuş bu kaleyi gezerken bir çok dehliz, depo, oda görüyorum. Aşağıdaki ova, karşı tepelerdeki Safranbolu evleri ve rüzgar. Hepsi ama hepsi çok hoş. Burada Türk bayrağı görememekten başka bana rahatsızlık veren ikinci şey bitmek bilmeyen Yunan şarkıları. Bu rahatsızlığın kaynağı şarkılara yönelik değil aslında. Sebep Yunanistan’ın Müslümanlara ve Arnavutlara ait ne var ise bastırma yolunda gösterdiği başarı. Yunanistan’ın özel askeri kuvvetlerine, “Arnavutların bağırsaklarından ip, Türklerin derilerinden postal yapacağız” şarkılarıyla eğitim verdiğini bilenlerin, kim bilir kaç yiğidin şehit olduğu bu kalede olsun Yunan müziği dinlememe hakkı olduğunu düşünüyoruz. Kapattırıyoruz müziği. Ama bir Türk bayrağı astırma imkanımız yok. Az bilinen bir gerçeği işletmeciye izah etmekle yetinmek zorundayız. Bu gün Türkiye Cumhuriyeti’nin kullandığı bayrak bir zamanlar Arnavutluk’un da bayrağı idi. Ona sahip çıkmak Arnavut tarihine de sahip çıkmak demekti.
Bu küçük ülkede şehirlerin harita üzerinde görülen uzaklıkları/yakınlıkları sizi yanıltmasın. Zira ülkenin doğusundan batısına doğru ilerlediğinizde bitmek bilmeyen dağları aşmak zorundasınız. Bu ise 100 kilometrelik yolun 2 saati aşkın bir zamanı alması demek. Ormanların içinden döne döne ilerliyorsunuz ve her an bir çukura girme, bir başka araç ile karşılaşma kaygısını taşıyorsunuz. Ülkenin aşağı kesimlerinde yeni başlatılmış bir çok yol inşaatı da dikkat çekiyor. Bu yol inşaatlarından birisi Tirana ile Prishtine’yi biribirine bağlamayı amaçlıyor. 5 ayrı şirketin birlikte yürüttükleri projede Türkiye’den ENKA da yer alıyor. Şu an Prishtine ile Tiran arası yaklaşık 6 saat tutuyor. Bu yolun 4 saat kadarı dağları aşmak ile geçiyor. Yeni yol bittiğinde süre 2 saate inecekmiş. Berisha hükümetinin ısrarla yürütmeye çalıştığı bu projeye hiçbir batılı ülke ve kurum destek vermiyor. Hükümet bu proje için dış kredi bulamamış halde. Proje konulan vergi ile finanse edilmeye çalışılıyor ve yaklaşık 5 yılda bitmesi öngörülüyor. Bittiğinde Kosova Arnavutlarının Arnavutluk ile irtibatının artacağı ortada. Gjirokaster - Tepelena arasında da böyle bir yol inşaatı devam ediyor. Arnavutluk’ta ulaşım hala ciddi bir sorun. Kendinize ait bir aracınız yok ise bizdeki gibi dolmuş ve otobüslerle seyahat edebilseniz de bu apayrı bir çile kaynağı olabiliyor. Arnavutluk’taki yeni yollar komşusu Makedonya’dakinin hilafına ücretsiz. Makedonlar yeni yapılan bölünmüş yolların her 10 – 20 kilometresine koydukları gişelerle özel araç ile seyahati küçük çaplı bir soyguna çevirmiş haldeler.
Perrenjas’ta ziyaret ettiğimiz Türk Arnavut Vakfı’nın Tepelena’da da bir şubesi var. Burayı da ziyaret ediyoruz. Tepelena’daki bina güzel bir proje ile inşa edilmiş. Açılışı yakın zamanda yapılmış tertemiz bir yapı. Bir medrese burası. Leskovik’te gördüğümüz kilise ve derslikler gibi bir kompleks. Binanın yanında bir cami var ve binadan camiye içeriden geçiş mümkün. Mutfağı, yatakhaneleri, sınıfları, tuvalet ve banyoları, misafir odaları ile göz dolduran bu mekan, az sayıda öğrenciye hizmet verecek şekilde düşünülmüş. İlk öğrencilerini bu yıl alacaklarını öğreniyoruz kurumun yetkilisi Mustafa Hoxhallaqu’dan. Mustafa Bey, Türkiye’de ilahiyat eğitimi almış bir Arnavut. Akıcı bir Türkçe’si var. Gerek bu vakıf ve gerekse diğerleri tarafından yürütülen medrese faaliyetleri, bu sistemin artı ve eksileri üzerine konuşuyoruz. Gördüğümüz o ki, herkes yerel anlayışı ve hareket tarzını burada da devam ettirme yolunu izliyor. Bunun sağlam bir netice verebileceği noktasındaki endişelerimizi izale etmiyor mevcut durum.
Arnavutluk eğitim sistemi tam anlamıyla laik esasa dayandırılmış halde. Bu, ilk ve orta düzeydeki devlet okullarının hiçbirinde dini bilgilere yer verilmediği anlamına geliyor. Ancak devlet müfredatında dini bilgilere yer veren sair okullara müsaade ediyor. Bu okulların öğrencileri ile genel okulların öğrencileri arasında üniversiteye giriş anlamında bir ayrım yapmıyor. Bu durum anayasal düzeyde garanti altına alınmış. Arnavutluk Cumhuriyeti Anayasası, “Herkes dinini ve inançlarını serbest olarak seçme ve değiştirme hürriyetine sahip olduğu gibi kişisel veya toplu olarak kamusal veya özel hayatında mezhebinde, eğitimde ibadet veya dini ritüellerinde serbesttir.” ve “Herkes eğitim hakkına sahiptir / Mesleki Yüksekokul eğitimi ve üniversite eğitimi ancak kabiliyet şartına bağlanabilir.” maddelerine yer vererek eğitimde laikliğin dini simgeleri kullanmayı engellemek olarak anlaşılamayacağını ifade etmiş. Ancak, ülkede mevcut genel okullarda 200 binin üzerinde öğrenci eğitim alırken medreselerde eğitim gören 2 bin civarındaki öğrenci bu rakamın %1’ine tekabül ediyor. Medreselerin imkanlarının ve eğitim kalitesinin sınırlı oluşu buradan mezun olan öğrencilerin bir çoğunun Arnavutlukta bir üniversite okumasına imkan vermiyor. Ülkede yer alan özel liselerin / kolejlerin fiyatlarının yüksek oluşu orta düzeyde gelire sahip olan ailelerin çocuklarını bu okullara göndermelerine engel olurken, rüştünü ispatlamış kimi özel okullar da çoklukla elit tabakanın çocuklarına hizmet veriyor. Bu okullardan Türkiye menşeli bir kolejin öğrencilerinin yaklaşık %70’inin Hıristiyan kökenli öğrencilerden oluştuğunu duyduğumuzda şaşırıyoruz. Bu okulun yetkililerinin %70 oranına itirazları olduğunu, öğrencilerinin %40 – 50’sinin Hıristiyan kökenli öğrenciler olduğunu ileri sürdüklerini öğreniyoruz. Ancak Hıristiyan azınlığın herhalde eğitim imkanı bulabileceği bu ülkede kaynakların buraya aktarılması anlaşılmaz geliyor bize. Bu okuldan mezun öğrencilerin Türkçe bilmesi onları Müslüman yapmadığı gibi bir çoğu Avrupa’da üniversite eğitimi alıp bir Hıristiyan olarak Arnavutluk bürokrasisine dönüyor. Bunların bazılarının Müslüman olduğu yönünde geliştirilen argümanın da doğrusu makul olduğunu düşünmüyoruz. Elbette bireysel olarak İslam’a geçen insanların hikayeleri duyuluyor ama bu, mevcut içinde küçük bir orana tekabül ediyor. İşte, yol boyunca eğitim konusunu konuştuğumuz insanların, Müslümanların, orta sınıf ailelerin çocuklarına hitap eden düşük ücretli özel okullar açmaya yönelmesi ve bir kompleks haline getirecekleri okullarda ağırlıklı olarak Müslüman halkın çocuklarının eğitilmesi hususunda hemfikir olduklarını görüyoruz. Canlarından başka sermayeleri olmayan bu insanlar için bu fikri kendi kaynaklarıyla hayata geçirmek neredeyse imkansız görünüyor.
Rinas havaalanından başlayarak güneye doğru devam eden yolculuğumuz kuzeye yönelmekle sürüyor. Başladığımız noktaya, Tiran’a dönüyoruz. Tiran Arnavutluk’un kalbi. Nüfusun yaklaşık olarak 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu söyleniyor. Osmanlı döneminde burası ikinci derecede bir yerleşim birimiyken komünist dönemde önem kazanarak yeniden inşa ediliyor. Tabii Osmanlı’dan kalan ne varsa yıkılarak. Bu sebeple Tiran’da tarih namına hiçbir şey yok diyebiliriz. Tiran meydanının kenarında müze olarak bırakılan Ethem Bey Cami dışında. Komünist dönemde yapılan şehir planına göre şehrin uzak noktalarından başlayan ana yollar Tiran meydanında buluşuyor. O dönemde özel araçların kullanılmadığı ülke için caddelerin hayli geniş olduğunu söyleyebiliriz. Arnavutlar özel araç ile gerçek anlamıyla 1991’den sonra tanışmışlar. Arnavutluk gezisini anlatan bir yabancı bu durumu şöyle özetlemiş: “Tiran. 750 bin nüfus, 250 bin araç ve bir o kadar ehliyetsiz şoför”. Genel olarak yollarda hız sınırı 80 km. Bir çok noktada hız kontrolü olduğunu bilmenizde fayda var. Zaten size kesinlikle bu yollarda hız yapmamanızı öneririm. Zira, Arnavutluk’ta alkollü içki satışı ve tüketimi son derece yaygın. Herhangi bir bakkaldan istediğiniz tür bir alkollü içki almanız ve onu içerek yola devam etmeniz mümkün. Yollarda sadece hız kontrolü yapılmakta. Ve bu da kazaları tetiklemekte. Arnavutların yarısının trafik kazalarında öldüğünü fark etmek için fazlaca bir şey araştırmaya gerek yok. Ortodoks Arnavutların kazalarda ölen yakınlarının anısını yaşatmak için kaza mahalline inşa ettikleri anıt mezarların sıklığı bunu anlatıyor zaten. Yollarda o kadar çok anıt mezar görüyorsunuz ki, faraza Tiran ile Kavaja arasında seyrediyorsanız sanki bir mezarlıktan geçiyormuş gibi oluyorsunuz.
Tiran ülkenin her anlamda kalbi. Eğitimin, matbuatın, sanayinin, kültürel faaliyetlerin önemli bir kısmı burada toplanmış halde. Buna rağmen şehre günde iki kez su ve en fazla 12 saat elektrik veriliyor. Bu, ülkede su kaynaklarının olmamasından değil bunların kullanılmamasından kaynaklanıyor. Ülkenin her yerinde nehirler akıyor. Mesela Tiran’a yaklaşık 120 km mesafede bulunan İşkodra’da iki nehir birleşiyor. Boşa akıp giden bu suların ne diye sulama ve içme amaçlı kullanılmadığını soruyoruz her düzeyde insana. Aldığımız cevabın müşterek noktası: Rüşvet. Arnavutluk bürokrasisinde rüşvet vermeden hiçbir şey elde edemezsiniz, diyorlar. Baraj kurup işletmek isteyen şirketler de olmuş, anlatılana göre. Ama uygun düzeyde rüşvet vermemişler. Bu anlatılanlar doğru olabilir. Zira, Türkiye’nin Arnavutluk’a çok uygun fiyatla elektrik satmasını rüşvet alamadıkları için engelleyen Arnavut bürokratların hikayesini de dinlemiştim, Türkiye’de. Yeterli yatırımı yapamadığı için Arnavutluk ne kendine yetecek elektrik üretebiliyor ne de çevre ülkelerden satın alabiliyor. Arnavutluk enerji bakanının son açıklaması iç karartıcıydı. O, ülkenin 13 sene daha bu krizi yaşayacağını söylüyordu. Tiran’da bulunan ve kömürle çalışan termik santrali komünistlerden kaldı diye kapatan Arnavutlar bunun yerine yenisini yapamamış haldeler. Tüm bu anlattıklarımın somut karşılığını söyleyeyim: Aracımıza küçük bir elektrik kaynağı yaptırmak için 4 saat boyunca tüm Tiran’ı dolaşıyoruz ve elektriği olan bir atölye bulamıyoruz. Derdimize çareyi oksijen kaynağı yapma becerisini gösteren bir usta buluyor.
Tiran Belediye Başkanı Sosyalist Parti Lideri Edi Rama. Ortodoks kökenli ve George Soros ile olan yakın ilişkisi ile tanınıyor. Soros’un davetlisi olarak gittiği Fransa’da çıplaklar kampında çekilmiş fotoğrafları Şubat 2007’deki yerel seçimlerden kısa bir süre önce Arnavut basınına düşmüştü. Tiran Belediyesi için yarışan iki ana parti, Sali Berisha’nın Demokratik Partisi (PDSH) ile Sosyalist Parti (PSSH), Ortodoks kökenli adaylar gösterme konusunda ittifak halindeydiler. PDSH’nin bu manevra ile Edi Rama’nın önünü keseceği hesaplanıyordu. Ama bu, nüfusunun %70’ini Müslüman Arnavutların oluşturduğu şehirde Ortodoks adayların toplamda %99 oy almaları gibi garip bir durumu oluşturmuş. DP’nin adayının Tiran Müslümanlarına, seçilmesi halinde cami yapımına izin vereceği yönünde söz verdiği söyleniyormuş, seçim kampanyası boyunca. Bunun orada somut bir anlamı olduğunu söylemem gerekiyor. Tiran’da halen 7 cami mevcut. Şehirde İslam’ı ve Müslümanları temsil etme kabiliyetine sahip görkemli bir cami yok. Mevcut camiler en fazla birkaç yüz kişilik, küçük veya orta büyüklükte binalardan oluşuyor. Bir önceki dönemde de belediye başkanı olan Edi Rama’nın cami yapımına izin vermediği biliniyor. Hatta Edi Rama’nın Arnavutluk Müslüman Toplumu lideri Selim Muca’ya, “Ben burada olduğum sürece cami yapamayacaksınız” dediği yaygın rivayetler arasında. O dönemde, Tabakave Camisine yapıldığı gibi bazı camilere saldırılarak içindeki eşyaların tahrip edildiği, Kur’an-ı Kerimlerin yırtıldığı da olmuş. Yine Tiran’ın demografik yapısının son 10 yıl içinde hayli değiştiği de söyleniyor. Fakir Müslüman halkın iş bulmak ümidiyle Avrupa ve Amerika’ya göç etmesi iktidarı elde tutan sosyalist Ortodoksların Arnavutluk’un güneyinden Tiran’a nüfus transferini kolaylaştırmış. Bu, birbirini çeviren bir döngü olarak siyasi gücün artması anlamına da geliyor.
Tiran’daki en karikatürize şey Amerikan Başkanı Bush’un ziyareti sebebiyle yapılan hazırlıklar sırasında Enver Hoxha’nın piramidinin tepesine “Hoş geldin Başkan Bush” (Welcome President Bush) yazılmış olmasıydı. Arnavutluk’u 40 yıl boyunca Amerika’ya karşı ayakta tutan Enver’in piramidine bunun yazılmış olması, Arnavut halkının Bush’u çılgınlar gibi karşılaması ve tüm anket sonuçlarının Arnavutları Amerika’yı en çok seven halk olarak göstermesi Amerikan elçiliğinin kale duvarları gibi üç sıra duvarla çevrili bir bahçe içinde yer aldığı gerçeğini değiştirmiyor. Küba’nın boşalttığı o sade eski elçilik binasına ve Amerika’nın şimdi kullandığı bu muhkem rezidansa bakınca Türkiye’nin eski Arnavutluk Büyükelçisi Bilal Şimşir’in anılarını hatırlıyorum. O, Türkiye’nin yabancı ülkelerdeki misyonlarına yönelik saldırıların yoğun olduğu 1980’li yıllarda, Tiran’da mevcut tek şeyin güvenlik olduğunu ve bu sebeple kendisine tahsis edilen zırhlı makam aracını Yunanistan’daki elçiliğimizin kullanması için iade ettiğini yazıyordu. Amerika sevginin merkezinde bile kendisini güvende hissedemiyor! Belki de bunun sebebini askeri operasyon yaptığı Sırbistan’ın istihbarat unsurları veya gönüllüler yoluyla misilleme yapma niyetinden çok, Arnavutluk’un CIA’in gizli sorgu merkezlerine ev sahipliği yapmasında, Arap Müslümanlara karşı yapılan ve bir kısmı ölümlerle biten CIA operasyonlarında, 11 Eylül’den sonra çekilen desteğe rağmen halen de güçlü bir Selefi akımın mevcudiyetinde aramak lazım. Güvenlikten bahsettiğimize göre belirtmekte fayda var: Tiran’da güvenliğin tam anlamıyla kaybolduğu dönem 1996 sonu ile 1998 arası. Bu dönemde banker skandalları ile çalkalanan ülke isyancı güneyli çetelerin, sokak çetelerinin ve mafyanın eline geçmiş. Bu dönemde Tiran’da 2 bine yakın, ülke genelinde ise 3 binin üzerinde kişinin öldürüldüğü söyleniyor.
Tiran sokakları… Açık –kimi zaman çıplaklık diyebileceğimiz ölçüde- giyimin yaygın olduğu bir ortam sunuyor size Tiran sokakları. Burada, hassaten bayanlar İtalyan modasını takip ediyor, diyorlar. Sokaklar Arnavut halkının geçirdiği dönüşümün göstergesi. 1945’te Almanlar tarafından hazırlanan bir filmde Arnavut halkı geleneksel kıyafetleri içinde, erkekler yelekleri, başlarına taktıkları Arnavut külahları ile görünürken, kadınlar çarşaf ve peçeler, uzun kıyafetler ile görülüyordu. Yine komünistlerin Tiran’ı tanıttıkları propaganda filmlerinde kadınların çarşaftan, kapalı giyimden modern hayatın ölçüsü telakki ettikleri açık giyime, batılı kıyafetlere nasıl geçirildiği anlatılıyordu. Ancak, şunu bilmekte fayda var. Enver döneminde teşhircilik anlamına gelecek açıklıkta kıyafetlere de izin verilmiyormuş. Bugün Arnavutluk halkının her türlü kayıttan kopmuş olduğunu görüyoruz.
Arnavutluk Müslüman Forumu başkanı Fisnik Kruja ile Tiran’da görüşüyoruz. O, Arnavutluk Müslümanlarının Arnavut halkının yaygın sorunlarından ayrı olarak yoğun bir kimlik bunalımı yaşadığını anlatıyor. Komünist dönemde bir halkın toplumsal hafızasının nasıl silindiğinden, 1991 yılına gelindiğinde modern dünya ile yüzleşen Arnavut halkının yaşadığı şaşkınlıktan bahsediyor. Müslüman Arnavut kimliğinin sadece erozyona uğramış olmadığını hemen hemen yok edilmiş halde olduğunu belirtiyor. Müslüman olmanın bir alt etnik kimlik gibi algılandığını, bunun doğrudan din ile değil insanların atalarının iki dönem önceki –Osmanlı dönemi- siyasi ve içtimai konumu ile ilişkilendirildiğini söylüyor. Halkın genelinin direnç noktalarının bir çoğunu kaybetmiş halde olduğunu vurguluyor. Birlikte Ethem Bey Camiinin yanındaki bir çay bahçesine gidiyoruz. Öğlen vakti ve bahçede alkol kullanılmayan tek masa bizimki. Forumun başka üyeleri ile konuşurken Müslümanların bu durumdan kurtulmaları için giderilmesi gereken en acil ihtiyacın ne olduğunu soruyorum. Müslüman Arnavutların kendilerini ifade edecek, kendi seslerini duyuracak televizyon, radyo ve gazetelerinin olmadığını, yurtdışında eğitim görmüş, İslami ilimler ve entelektüel seviye açısından belirli bir noktaya gelmiş bir çok kişinin dağılmış halde olduğunu belirterek en acil ihtiyacın Tiran’da bir merkez kurulması ve televizyonu, radyosu, günlük gazetesi olacak bu merkezden Müslüman Arnavutların sesinin özgürce duyurulması olduğunu söylüyorlar. “Arnavutluk’ta basın yayın sektörü genel olarak kar getiren bir alan değildir. Bir çok televizyon ve medya organının ardında ya Soros gibi uluslararası aktörler ya da suç örgütleri vardır.” diyorlar. Okullaşma ve imamların durumu, diye ekliyorlar sonra.
Olsi Jazexhi ve diğerleri Müslüman Arnavut kimliğinin yeniden inşasında 3 kuşaktır Arnavut insanına öğretilen tarih anlatısı ile mücadele edilmesi gerektiğini vurguluyorlar. Bugün Arnavutluk’taki okullarda müfredat Osmanlıyı ve Türkleri barbar Asyalılar olarak resmeden anlatımlarla dolu, diyorlar. Komünist ve Ortodoks tarihçilerin Arnavut halkına resmettiği Osmanlı, Avrupa’daki medeniyeti yağmalamak isteyen, barbar, yobaz, bedevi insanlar topluluğundan oluşuyor. Katolik Arnavutların 15.yüzyıldaki önderlerinden İskender Bey ise Avrupa medeniyetini bu barbarlara karşı savunan, Arnavutluk dağlarında Osmanlı’yı oyalayarak Avrupa’ya zaman kazandıran ve böylelikle Avrupalı bir kahraman olmayı hak eden bir halk kahramanı olarak tanıtılıyor. Orada satın aldığım, yabancılara Arnavutça öğretimi ile ilgili bir kitapta bu anlattıklarının hepsini buluyorum. Elbette ki, bu sonradan icat edilmiş bir efsane. O dönemin -15.yüzyılın- kayıtlarında adı ciddi bir şekilde geçmeyen İskender Bey’in (George Kastrioti) gerçekte Osmanlı İmparatorluğunun askeri yürüyüş yolu üzerinde olmadığını, Osmanlı’nın geçit vermez Arnavutluk dağları yerine ovalardan ilerleyerek Avrupa’ya yöneldiğini örnekler vererek anlatıyorlar. Tüm bunların önemi şuradan kaynaklanıyor: Müslüman Arnavut kimliğine yönelen Hıristiyan saldırganlığı öyle bir noktaya gelmiş halde ki, eski cumhurbaşkanları Alfred Moisui 2005 yılının Kasım ayında Londra’da, Oxford Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada Arnavutların Osmanlı askerleri tarafından zorla Müslümanlaştırıldığını, aslında Arnavutların Hıristiyan olduklarını, her Arnavut’ta bin beş yüzyıllık bir Hıristiyan kimlik bulunduğunu deklare ediyor. Arnavutluk Müslüman Forumu Arnavutların kılıç zoruyla Müslüman olmuş bir halk olmadığını, Kur’an’ın ve diğer kaynakların İslam’ı seçmek için yeterli olduğunu bildiren bir basın açıklaması yaparak cumhurbaşkanını Müslüman Arnavut halkından özür dilemeye davet ediyor.
Arnavutluk Müslüman Forumu Arnavut halkının tarih bilincini rayına oturtma konusunda bir katkı sağlamak için bu yönde kitapların basımını da sağlamış. Kitapların seçiminde yüzünü Avrupa’ya döndüğünü söyleyen Arnavut entelektüellerin de hayır diyemeyeceği, alanında yetkin kaynaklar öncelenmiş. Stanford Shaw’ın iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye Tarihi” kitabının basımı sağlanmış, sözgelimi. Yine Karen Armstrong’un “Muhammed” isimli, peygamber efendimizin hayatını anlatan kitabı basılmış. Filistin tarihi ile ilgili bir kitap ile İşkodra müdafaası ve Hasan Rıza Paşa’yı konu alan bir kitap da Arnavutça’ya kazandırılmış. Bu gayretlerin sonuçsuz kalmaması için belirli bir program çerçevesinde devam edilmesi ve yaygınlaştırılması gerektiğini söylüyorlar.
Yönümüzü Arnavutluk’un kuzeyine çeviriyoruz. Osmanlı’nın muhkem noktalarından birine, İşkodra’ya gidiyoruz. Yol boyu tepelere dikilmiş haçlar, rastlanan kiliseler. Ülkenin güneyinde yaşayan Hıristiyanlar kahir ekseriyetle Ortodoks iken kuzeyinde yaşayanlar Katolik. Katolik köylerinin yakınından geçerken kimi zaman beyaz başörtülerini tavşan kulağı bağlamış, saçlarının bir kısmı açıkta bayanlar görüyoruz. Katolik bayanlar, diyorlar. İşkodra ile Karadağ arasında yer alan karışık köylerden birinde Katolik ve Müslüman bayanları yan yana, benzer kıyafetlerle görüyoruz. Burada Müslüman bayanlar da beyaz başörtüleri kullanıyorlar ama Katoliklerden farklı olarak onlarınki daha uzun ve göğse kadar iniyor. Anadolu’yu andırıyor onların görünümü. Bu yan yana duruş sizi yanıltmasın. İşkodra’da Müslümanlar Türklere ve Osmanlı’ya ne kadar muhabbet duyuyor ise Katolikler bir o kadar soğuklar. Kimi zaman bu nefret ile ifade ediliyor, diyorlar.
İşkodra son iki yıl içinde iki olay sebebiyle dünya medyasının gündemine geldi. Bunlardan birincisi İşkodra Kalesi’nin içinde yer alan Sultan Fatih Camii’nin kiliseye çevrilme girişimine İşkodra müftüsü ve Arnavutluk Müslüman Forumu’nun karşı çıkmasıydı. Amerikan elçiliği bu projeye destek vermiş ancak, kentte oluşan gerginlik sebebiyle proje durdurulmuştu. Tiran’daki Kültürel Eserler Enstitüsü bu caminin orijinal halinin St. Stefan Sırp Kilisesi olduğunu öne sürerek caminin orijinal haline döndürülmesi için bir restorasyon projesi hazırlamıştı. İkinci olay ise Rahibe Terasa heykelinin şehrin girişine yerleştirilmek istenmesiydi ki, yine müftülük ve AMF kentin sadece Katolikler tarafından değil aynı zamanda Müslümanlar tarafından da iskan edilmiş olduğunu ve Terasa heykelinin kilisenin yakınına yerleştirilmesinin daha uygun olacağını belirterek bu projeye karşı çıkmışlardı. Vatikan’ın özel ilgi alanında olan İşkodra Osmanlı geçmişini muhafaza edebilen nadir yerlerden olması sebebiyle Müslümanlar açısından da önem arz ediyor.
İşkodra camileri diğer kentlerdekilere göre daha büyük diyebiliriz. En son açılan Parruca Camii yoğun bir katılıma şahitlik etmiş. Öğlen namazını kılmak istediğimiz bu cami bize, “Nasıl yani ?!” duygusu yaşatıyor. Zira, bu koca caminin bir tuvaleti ve abdesthanesi veya şadırvanı yok. Evet, büyükçe bir cami var ve abdest almak için bir yer yok. Doğal olarak soruyorsunuz: Nasıl yani? Belediye izin vermedi, diyorlar. Tuvalet ve şadırvan yapımına izin vermemiş belediye. Tiran’daki gariplik burada da var. Şehrin belediye başkanı Katolik. Seçimlere katılım çok düşük orandaymış. Rivayet o ki, halk her iki partiyi de hırsızlar olarak görüyormuş.
İşkodra’da ülkenin Müslümanlara ait tek siyasi gazetesi Besimtari’yi (Mümin, anlamına geliyor) çıkaran Selim Gokaj’ı ziyaret ediyoruz. Niçin bir siyasi gazete, diye soruyorum. Katolik ve Ortodoksların ve hatta yeni yeni oluşan Protestanların siyaset ile dini birlikte yürütmesine kimsenin bir şey dememesine rağmen Müslümanların ülkenin kaderine ilişkin söyleyecek bir şeyleri olmasını garipseyenleri anlayamıyorum, diyor. Arnavutluk’ta Demokratik Hıristiyan Parti (Partia Demokristiane e Shqipërisë) doğrudan din temelli siyaset yaparken ülkenin %70’ini oluşturan Müslümanların politikadan yalıtılma çabalarını doğru bulmadığını, Müslüman kökenli insanların da bu ülkenin vatandaşı olduğunu ve bu ülkeyi en az diğerleri kadar sevdiklerini, bu ülkenin yararını en az diğerleri kadar düşündüklerini ve Müslüman olmaları sebebiyle hiç kimseye karşı bir eziklik hissetmeyeceklerini söylüyor. Müslümanların bu kimlik ile ülkenin geleceğinde var olacaklarına inandığını belirtiyor. Gazetenin basılan ilk üç sayısını inceliyorum. İlk sayıda Sultan Fatih Camii manşete çekilmiş ve Kiliseye çevirme çalışmaları eleştirilmiş. İkinci sayıda Arnavutluk Telekom’un Türk şirketine satışı desteklenmiş ve Türk bayrağına yer verilmiş. Üçüncü sayının manşetinde ise “İslam dini terörist organizasyon değildir” başlığı atılmış. Türkiye Arnavutluk ile gereğince ilgilenmiyor ama Türkiye bizim gözbebeğimiz, diyor.
Osmanlı kenti İşkodra’da halkın yaygın olarak bisiklet kullandığını söylemeliyim. Genç, yaşlı, bay, bayan, açık giyimli veya tesettürlü bir çok insan pedal çeviriyor İşkodra caddelerinde. İki nehrin beslediği bir göle sahip bu şehir bölgenin Slav ahalisinin yüzyıllardır elde etmek istediği bir yer, diyorlar. Neden, sorumu “Biz cennet gibi bir yerdeyiz onlar dağlarda. Elbette gelip almak isterler” diye cevaplıyorlar.
Çok istememize rağmen geçen yılki ziyaretimizde tanıştığımız Kavaja müftüsünü görmeye gidemiyoruz. Zira, Balkan turumuzun Arnavutluk ayağı için ayırdığımız süre bitiyor. İşkodra’dan geri dönüp yol üzerinde sahte bir Bektaşi tekkesine rastladığımız Enver Hoxha’nın fakir Debre’sinden (Diber) Makedonya’nın Debre’sine geçiyoruz.
Arnavutluk bizim için coğrafi keşifler çağının başındaki bir yer gibi. Böyleyken, gezimizin Makedonya ve Kosova kısmı bize şunu gösteriyor: Fakir, çaresiz, karışık (bizim için anlaşılmaz) da olsa bölge Arnavutlarının gözü Tiran’a dönüyor çok zaman. Yaklaşık 100 yıldan bu yana siyasi tanınma sağlamayı başarmış bir devletin başkenti Tiran’a…
1 yorum:
Emeğinize elinize kaleminize sağlık.
Yorum Gönder