Translate

23 Ekim 2008 Perşembe

Türkiye neyimiz olur ?

Gürkan BİÇEN

Türkiye neyimiz olur ?


Türkiye, konferanslar, sempozyumlar, toplantılar, fuarlar çağını yaşıyor. Hedefe varacak yolda birer mevzi olarak telakki edebileceğimiz bu faaliyetler, somut projelerle desteklenmediği sürece, bir gösteri olmaktan öteye geçememe ihtimalini de bünyesinde barındırıyor. Sözgelimi, 2007 aralık ayında İstanbul Cevahir Otel’de yapılan ve o dönemde gürültülü bir şekilde tanıtılan İslamophobia konferansının somut bir getirisini elde edebilmiş değiliz. Zira bu konferansın ortaya koyduğu somut bir proje yoktu. Bu konferans sonucunda dünyada Müslümanlara ve İslam’a karşı yapılan hareket ve hakaretlerin listesini oluşturacak bir veri bankası oluşturulması gibi basit bir çalışma dahi projelendirilmemişti ve bugün bu konferansın hiçbir etkisi hissedilmemekte.

18 – 19 Ekim 2008 tarihleri de yine uluslararası bir toplantıya, Balkan Sempozyumuna, şahitlik etti. İHH tarafından düzenlenen sempozyum İstanbul Cevahir Otel’de gerçekleştirildi. Balkanların sorunlarının ve gelecek perspektifinin tartışılmasının amaçlandığı sempozyuma Balkan ülkelerinin başmüftüleri, bazı akademisyenler ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri katıldılar. Bu cümleden olmak üzere, İHH, yurtdışından gelen yirminin üzerinde misafire ev sahipliği yaptı.

Sempozyumun ilk gününde tebliğlerini sunan başmüftüler önemli hususlara dikkat çektiler. Yine soru cevap kısmında da ilgi çekici açıklamalar oldu. İzleyebildiğim kısımlar açısından diyebilirim ki, Bosna Hersek Diyanet İşleri Başkanı Mustafa Çeriç akademik donanımı, meselelere yaklaşım tarzı ve güncel gerçeklikleri göz önünde tutan tavrıyla hazır bulunanlara ufuk açıcı bir zemin sağladı. Her ne kadar, sempozyumun ardından Çeriç’in, ‘Türkiye anamız’ lafı bayraklaştırılmış olsa da, bu, ifade edilenlerin cüzi bir kısmına tekabül ediyordu. Ceriç’in konuşmasından sadece bu kısmı öne çıkaranların ‘duymak istediklerini duyanlar’ın tavrına örneklik ettiğini belirtmek gerekir. Halbuki Çeriç’in konuşmasında bu sözden çok daha önemlileri yer alıyordu.

Kosova’nın bağımsızlığını tebrik eden Çeriç, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Arnavutlarla yeni bir ilişki modeli üzerine konuştuklarını ancak Arnavutların bunu Yugoslavya’ya doğru yeni bir bağ olarak kabul ettiklerini ve bu sebeple bu tarz önerilere yanaşmadıklarını ne var ki bugün şartların değiştiğini ve tüm Balkan halklarının milli kimliklerinin kabul edilerek esnek bir üst yapı için bir çalışma yapılabileceğini ifade etti. Bu, Arnavut’un Arnavut, Boşnak’ın Boşnak, Türk’ün Türk, Torbeş’in Torbeş olarak kalması ama bir üst kimliğin oluşturulması için birlikte hareket iradesinin ortaya konacağı bir yapı arzusunu yansıtıyordu. Bu anlamıyla Çeriç’in günün mevcut verilerini atlamadığını, bu verilerin hilafına mistik bir söylemi dillendirmediğini, kayıp iki yüzyılı bir anda geri getirme gibi bir hayale saplanmadığını kabul edebiliriz. Çeriç’in Kosovalı Müslüman Arnavutlara seslenirken kullandığı şu cümle de yabana atılır gibi değildi:

“Kosova’nın bağımsızlığında tüm şehitlerin olduğu gibi Bosna ve hassaten Srebrenica şehitlerinin kanlarının payı vardır”

Çeriç’in Bosna hakkında söyledikleri de dinleyicileri hüzne ve düşünceye sevk etti. O, Bosnalıların topraklarını başkalarıyla paylaşmak zorunda kaldıklarını ama buna katlandıklarını, bunun ne kadar acı bir hal olduğunu anlattı. Onun bu cümleleri aslında vakıanın yumuşatılmış bir ifadesiydi. Savaştan evvel Müslüman çoğunluğun olduğu yerlerden bir kısmının artık neredeyse Müslüman barındırmadığı bilinen bir gerçeklikti. Srebrenica’da katliamı kabul eden ancak bir fail bulamayan Batılı ülkeler, bu katliam öncesi bir Boşnak kenti olan Srebrenica’nın şu an bir Sırp kentine dönüştüğünü de görmezden geliyorlar. Hakeza Brcka.

Yine Çeriç, Müslümanların uzun yıllardır eğitim / öğretim / bilgi üretmediklerini ve bu sebeple bu alana yapılacak hiçbir yatırımın fazla olarak telakki edilemeyeceğini dile getirdi ve fazla üniversite yoktur, dedi. Müslümanların eğitim eksikliğini delillendirirken dünyanın en başarılı 500 üniversitesi arasında hiçbir Müslüman ülke üniversitesinin yer almadığını örnek olarak gösterdi. Bu yönüyle Çeriç’in konuşması merhum Aliya İzzetbegoviç’in İKÖ’de İslam ülkeleri temsilcilerine yapmış olduğu konuşmanın bir benzerini oluşturdu.

Kaydetmemiz gereken bir diğer noktada Çeriç’in politikacıların din adamlarına karışmalarına, onların yerine konuşmalarına karşı çıkmış olmasıdır. Bununla birlikte Çeriç, din adına konuşma yetkisine sahip olacaklar için bir standardın olması gerektiğini ve bu standardın da mümkün olduğunca yükseltmenin fayda sağlayacağını da ifade etti.

Çeriç’in akıcı, düşündürücü, ateşleyici konuşması sempozyumun kazanımları arasında yer aldı. Bizim açımızdan sakıncalı olan ise konuşmadaki daha önemli yerlerin atlanarak sadece ‘Türkiye bizim anamız” sözünün bayraklaştırılması ve diğerlerine yer verilmemiş olmasıdır. Bu noktada, sempozyumun kitaplaştırıldığı yönündeki bir savunmanın makul olmadığı kanaatindeyim. Zira sempozyumun kitaplaştırılmış olması ve bunun hazır bulunanlara dağıtılması önemli bir husus olsa da, sempozyum tebliğlerinin dışında kalan, irticalen gelişen konuşmaların ve konuların da olduğu ve bunların Türkiye gündemine olduğu gibi girmesi gerektiğini kabul etmek gerekir. Aksi halde konuşmacıların gerçek gündemlerini ve fikirlerini aksettirirken hataya düşmüş oluruz ki, bu da en azından, kamuoyunun yanlış yönlendirilmesine sebep olur. Arnavutluk Müslüman Toplumu lideri Selim Muca’nın konuşmasından bir kısım bu hususa örneklik teşkil edebilir. Şöyle ki;

Selim Muca sempozyum kitabında yer alan tebliğinde belirtilen hususları söylemekle beraber Türkiye’den kimi grupların Arnavutluk’taki çalışmalarının orada tefrika sebebi olduğu yönünde bir şikayette de bulunmuştur ki, bu, bize hitap eden bir uyarıdır. Yine bu, ‘anamız’ın da kendini sorgulama yükümlülüğü olduğuna da bir işarettir.

Balkanlardaki dini yapılanmayı tam olarak bilmeyen, Balkan Müslümanlarının tarihi perspektifine vakıf olmayan, onların mevcut halde siyasi yapılanmalar içindeki konumlarını hakkıyla tespit edemeyen Türkiyeli sivil toplum kuruluşları, İHH dahil, onları bizdeki cemaatler ve diyanet teşkilatı ile kıyas etmekte ve onlara bunun gereğiyle davranmaktadırlar. Hal böyle olunca, Balkan Müslümanlarının temsilcilerinin bazı sözleri kamuoyuna yansıtılmamakta, belki de bu sözlerden gizli bir rahatsızlık duyulmaktadır. Misalen, Bulgaristan başmüftüsü Mustafa Aliş’in sempozyumun soru-cevap kısmında söylediği, “Bizim için dinin içinde ve dışında diye bir şey yoktur. Bizim için her şey dinin içindedir” sözü onu bizdeki Diyanet İşleri Başkanı ile kıyaslayan mantalite için sakıncalı bir söz olmalıdır ki bu yaklaşımın yansıtılmasından imtina edilmiştir. Nitekim, konuşmacıların serbestçe fikirlerini ifade ettiği ve taleplerini dile getirdiği bu bölümde oturum başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, kibar bir şekilde Türkiye’deki Diyanet İşleri Teşkilatı’nın farklı yapısını ve misyonunu hatırlatmıştır.

Karadağ’dan katılan başmüftü yardımcısı Ömer Kajoshi, Karadağ Müslümanlarının iki ana unsuru bulunduğunu ve bunların Boşnaklar ile Arnavutlar olduğunu dile getirerek, kavmiyetin bir önemi olmadığını, Müslümanların birlikte çalışabileceklerine dair somut bir misal aranıyorsa Karadağ’a bakılması gerektiğini ifade etti. Vakıa, Karadağ’da Boşnaklar ile Arnavutlar arasında güzel bir uyum mevcut. Bu, İslami faaliyetlere de yansımış halde. Yine, Karadağ’a ayrı bir devlet olma yolunu açan referandumda Müslüman azınlık hayati bir öneme sahip olmuştu. Müslümanlar bağımsız / müstakil bir devletten yana oy kullanmış ve bu Karadağ ile Sırbistan’ın oluşturduğu Yugoslavya’nın her anlamıyla tarihe gömülmesine sebep olmuştu. Kajoshi’nin; bizim için kavmiyet önemli değil, başmüftümüz Boşnak, ben Arnavut’um (Arnavutça konuşuyorum) ve biz İslam milletindeniz, yönümüz Kabe ve bu yolda ilk istasyonumuz İstanbul’dur, sözleri salonda büyük takdir topladı.

Sempozyuma Kosova’dan katılan Kosova Müslüman Forum başkanı Fuad Ramiqi ise Balkanlar, Avrupa ve Türkiye ekseninde yaptığı konuşmasında Avrupa’da gelişen güvenlik algılayışından ve Avrupa yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye için Balkanların öneminden bahsetti. Ramiqi, Balkanlarda etkin olamayacak bir Türkiye’nin Avrupa içinde de bir anlam ifade edemeyeceğini, Balkan coğrafyasındaki etkinliğin yeni güvenlik konseptinin de gereği olduğunu ifade etti. Ramiqi asker kökenli bir Müslüman Arnavut. Kosova Savaşı’ndan evvel Bosna Savaşı’nda Boşnak ordusunun teşekkülünde görev almış. Kosova Savaşı’nda da bakan yardımcısı düzeyinde görev aldığı gibi cephede de hazır bulunmuş. Savaştan sonra siyasi faaliyetlere iştirak etmiş. Ramiqi, sempatik ve mütevazı görünüşü ile ilgi çekici bir portre sergiliyordu. Kendisi ile yaptığımız sohbette bizzat savaşın içinde yer alan bu kişiye Kosova Savaşı’nı sorduk. Bize, “Emrimdeki bir cephede 1600 askerimiz vardı ve bunların yalnız 416’sına silah bulabilmiştik. Tank ve top atışlarına, ağır makineli silahların cepheyi baştan sona taramasına rağmen bu insanlar orayı terk etmemişlerdi” dediğinde bu konuda başkaca soracak bir şeyin olmadığını hissetim.

Kosova’dan bir diğer misafir ise Ajni Sinani idi. Orta düzeyde Türkçe ve İngilizce bilen bu katılımcı Kosova’daki misyonerlik faaliyetleri hakkında bilgi verdi. Ajni Sinani’ye göre Batının birçok alandaki üstünlüğü ile desteklenmiş bu yeni dalga karşısında Müslüman Dünya günü kurtaracak faaliyetlere bel bağlamış haldeydi. Kosova’daki misyonerlik faaliyetlerinin hedefinin anlaşılması için şu sloganı kaydedebiliriz: Yüzyıl sonra Katolik Kosova!

Sempozyumun faydalı bir yanı birbirini tanıyan birçok insanın bir araya gelmiş olmasıydı. Bu vesile ile ben de, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’dan tanıdığım Müslümanlarla bölge hakkında değerlendirmeler yapma imkanı buldum. Onlara sempozyum hakkındaki fikirlerini, bundan sonraki beklentilerini sordum.

Misafirlerin hepsi Türkiye’ye gelmiş olmaktan memnundu. Ne var ki, sempozyumun müspet sonuçlar doğuracağı hususunda birçoğunun kuşkuları vardı. Mesela, Kosova’dan bir misafir, “Biz buna alışığız. Yirmi yıldır bu böyle. Sadece konuşuluyor. Allah büyük” diyor ve fazlaca ümit bağlamak için erken olduğunu söylüyordu.

Bazı misafirler katılımcıların iyi insanlar olmakla birlikte, sempozyumun ilan ettiği amaçlarla tam örtüşmediğini söylediler. Onlara göre, katılımcılar arasında tarihçilerin olmaması sempozyumun amaçlarını gölgeler haldeydi. Kosova, Makedonya ve Arnavutluk’tan bazı isimler zikredildi ve bunların eksikliğinin hissedildiği söylendi.

Bunlardan ayrı olarak, misafirler her ne kadar Türkiye’nin ve İHH gibi sivil toplum kuruluşlarının samimiyetine inandıklarını söyleseler de, Türkiye’nin bölgeye diplomatların at gözlüğünden ve STK’ların da salt kendi perspektiflerinden baktıklarını ve bölgede yaşanan gelişmeleri hakkıyla değerlendirecek bir derinlikten yoksun olduklarını dile getirdiler. Yine konuşmalarımız arasında hissettiğim bir rahatsızlık da, bölge Müslümanlarının Türkiyeli kuruluşların ‘kurtarıcı havariler’ haleti ruhiyesi içinde hareket ettiklerini dillendirmeleriydi.

Türkiye’nin TİKA ve sair kuruluşlar aracılığıyla bölgeye hizmet götürürken öncelikle insanlara değil de taşlara, binalara yatırım yapmasını anlayamadıklarını dile getiren misafirler bunu birkaç örnekle delillendirdiler. Bunlardan birisi Müslümanlara ait ciddi gazete, dergi, radyo ve televizyonların olmaması iken bir diğeri ortalama Müslüman aileye hitap edecek eğitim kurumlarının bulunmaması, bunlar için yatırım yapılmaması olarak gösterildi.

İHH’nın ve Bayrampaşa Belediyesinin tüm samimi niyet ve gayretlerine rağmen onların bölgede verdikleri iftar ve dağıttıkları kurbanın sanıldığı kadar büyük etkisinin olmadığını anlatan misafirler bu çalışmaların ancak gidilen şehirlerde duyulabildiğini, Müslümanların çalışmalarını yansıtan bir iletişim ağının olmadığını ve böylelikle yapılan işlerin lokal etki yarattığını söylediler. Onlara göre bunlar tümden faydasız olmamakla birlikte bölgedeki akışı durdurmak ve geri çevirmek için uygun olmayan araçlardı.

Türkiyeli yardım kuruluşlarının bu tür faaliyetleri ile ilgili olarak birkaç farklı algının bulunduğunu belirtmem gerekiyor. Birincisi, yardım faaliyetlerini hiçbir kayıt olmaksızın destekleyenler. Bunların kahir ekseriyeti Türkiye’de yaşıyor ve destekleme gerekçelerini, ‘Hiçbir şey yapamıyorsak bile bir selam gönderiyoruz’ cümlesi ile özetliyorlar. İkinci grup, yardım faaliyetlerinin yetersiz veya yanlış yerlere yönlenmiş olduğunu söyleyenler. Bunların birçoğu yardım edilen bölgelerde yaşıyor. Bu serzenişin sebepleri arasında yardım dağıtımında farklı kuruluşlarla işbirliği yapılması da geliyor. Üçüncü bir grup ise senede bir iki defa yardım dağıtıp gitmenin bu kuruluşları Müslüman halkın acılarından kendilerine paye çıkarmaya çalışan gruplara dönüştürdüğünü söylüyor. Belki hakikat bu üçünün de dışında bir yerdedir.

Tüm bunlardan sonra diyebilirim ki, Balkan Sempozyumu katılımcılardan, anlatılanlardan, talep edilenlerden ayrı olarak önümüze şu soruyu bırakarak noktalandı: Müslüman aklın, kimliğin, azmin, gayretin, kardeşliğin, her türlü bağımlılıktan ari bir duruşu, programı, talebi mi olacak, yoksa, Türkiye’nin Müslüman birikimi başat politikaların koşucusuna mı dönüşecek?

“Türkiye bizim anamız” sözüne sarılanlar bu soruya makul bir cevap vermeliler.

20 Temmuz 2008 Pazar

SON ORDU


Bir medeniyet olarak İslam, siyasi ve askeri alanda müntesiplerini koruma, onların maddi ve manevi varlıklarını gözetme ve geliştirme yeterliliğini Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığının son bulmasıyla uzun bir süre için yitirmiştir. İstanbul’un fiilen ve resmen işgaliyle 20.yüzyılın başında İslam coğrafyasında bağımsız bir Müslüman halk kalmamış ve bu durum elli yıllık bir sürece yayılan bağımsızlık mücadelelerinde bir kırılma noktası teşkil etmiştir. Tarihinde ilk kez olmak üzere İslam ümmeti Hilafet Merkezi’nin işgaline şahit olmuştur.

Böyle bir zamanda Anadolu’da yeşeren mücadele bu dehşetengiz durumun izleriyle yoğrulmuştur. Mücadelenin temel vurgusu hilafet ekseninde şekillenmiş, verilen kararlar, kaleme alınan metinler, inşa edilen şiirler, halka hitap eden vaazlar ilanihaye bu noktaya işaret etmiştir. Anadolu’nun 20.yüzyılın başında yürüttüğü mücadeleyi salt Türk kavminin toprak kavgasına, Anadolu coğrafyasında bağımsız yaşama arzusuna indirgemek bu mücadelenin aslını kaybetmek, dört bir yanı kan ağlayan İslam coğrafyasından Anadolu’ya akan maddi ve manevi yardımın asli manasını göz ardı etmek demektir. Anadolu Müslümanlarını diğerlerinden farklı kılan, tüm bir coğrafya işgal altındayken bile burayı dikkatlerin odağına koyan, elbetteki dönemin insanlarının bedeni mevcudiyetleri değildir. Döneme yön veren insanların her birinin şahsi doğrularının ve hatalarının ötesinde bu coğrafyayı diğerlerinden farklı kılan İslam Milletinin siyasi varlığının kalbi olmasıydı.

Dönemin nabzını tutan Yahya Kemal halkın haleti ruhiyesini şu sözlerle yansıtıyordu: “…Ah bu askerler biliyorlar mı ki onların giriştiği bu dev işini burada ve cephe arkasında her şehirde büyükten küçüğe kadar herkes, küçük çocuklar bile nasıl bir hayretle seyrediyor, bu muharebenin askerlerini cedlerimiz gibi büyük, mübarek ve bu harb için Allah'ın seçtiği kahramanlar gibi görüyor; her dakika onları anıyor; henüz minarelerde ezan, camilerde Kur'an okunuyorsa, henüz mübarek günlerde toplar atılıyor, kandiller yanıyorsa, henüz Muhammed'in dini, Fatihlerin hatıraları yaşıyorsa, hep onların yüzü suyu hürmetinedir, buna herkes, ihtiyar, kadın, çocuk bütün Müslümanlar inanıyor (…)Onların bir ordu halinde ilk toplandıkları zaman, bütün millet muzafferiyetlerine dua ediyordu; onların ilk İnönü muzafferiyetini, onların ikinci İnönü muzafferiyetini, onların son Sakarya muzafferiyetini kalblerinin en saf ateşiyle seyredenler, onların Yunan ordularını bir taraftan Adalar Denizine kadar dipçik darbesiyle kovalayacaklarına inanıyorlar. Onlar bilsinler ki, şehid olurlarsa, cennette yerleri Peygamber'in karşısında ve onun ashabı, halifeleri, gazâ arkadaşları yanındadır; eğer gaazi olup yaşarlarsa, Salahaddin-i Eyyubi'ye ve askerlerine, Fâtih Sultan Mehmed'e ve askerlerine, Yavuz Sultan Selim'e ve askerlerine uzaktan ne gözle bakıyorsak, sokaktan geçerken onlara o gözle bakacağız…”

Yine bu dönemde, Anadolu’nun zorla koparılan kolları diyebileceğimiz Balkanlardan TBMM’ye 1 Ağustos 1923’te gönderdiği bir mektupta Arnavut Millî Fırkası Reisi Elbasan Eşrafından Mahmut Paşazâde Akif, “Asırlarca yan yana, hayır koyun koyuna ya­şadık. Asırlarca aynı muharebe meydanlarında, aynı saflarda aynı emel ve gaye için çarpıştık. Hayatımız da, tarihimiz de müşterektir. Bugün Meriç ile Drina nehirleri arasında haritaların gösterdiği ayrılık Tiran’ı kıblesi olan Ankara’dan ayıramayacak kadar zayıf ve çürüktür. Cesur or­dularımız Sakarya boylarında yılmadan savaşır­ken, milletimin çoğunluğu, bu kurtuluş mücâdelesine katılamadığı için matem tutuyordu. Balkanlar’ın en batısında, Avrupa’nın kapı­sında yaşayan Arnavut milleti, Meriç boyunca olsun, Türk ordusunun borusunu işitmediği daki­kadan itibaren istiklâlinin bittiğini hissetmiştir." ifadelerine yer veriyordu.

Mahmut Paşazade Akif’in belirttiği gibi, İslam Milleti’nin bir parçası olan Arnavutlar diğerleri gibi Türklerle birlikte ‘aynı emel ve gaye’ için çarpışmışlardı: İslam’ın bekası. Olayların akışı onları ayırırken, Arnavutluk devletinin bağımsızlık deklarasyonunun okunduğu gün, Refik Toptani yaptığı konuşmada, “Ey kardeşler ! Bugün derin üzüntülü ve acılı –bir gündür- ki ben size olayların bizi Türk kardeşlerimizden ayrılmaya ve yüzyıllardır üzerimizde dalgalanan bayrağı indirip onun yerine bizim hükümetimizi ve Arnavutluk bayrağını yerleştirmeyle zorladığını söylemek zorundayım.” diyordu. Yine o günlerde Mehmet Akif Ersoy’un;

Türk Arabsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa... Zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:
Ne Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din!


mısralarını işitiyorduk.

Seferber olan halk ve cepheye giden ordu çok açıktı ki hilafet makamıyla simgelenen İslam toprağını savunma gayesiyle hareket ediyordu. İşte bu dönemde tarih sahnesine çıkan ordu Yahya Kemal’in mısralarında şöyle tarif ediliyordu:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!


Bu ordu ve bu Müslüman halk Anadolu’ya yerleştirilmek istenen ‘çan’ sesini susturdu. Ne var ki, İsmet Özel’in ‘Amentü’sünde;

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:
Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur


mısralarıyla belirttiği gibi çan seslerinin susturulması ezan seslerinin devamını sağlamaya yetmemişti.

Anadolu’nun bu yeni halini yanlış bir gidiş olarak gören Yahya Kemal; “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” diyordu. Türk devletinin sağlığını bozan şeyin Müslüman tabakanın hamurundan uzaklaşmak olduğu ispata ihtiyaç duymayacak kadar açıktı. Milli şairin sürgün hayatı yaşadığı, cenazesine devlet ricalinin sahip çıkmadığı bir ülkeye dönüşmüştü bir zamanların hilafet merkezi. İslam’ın siyasal temsilcisinin tarih sahnesinden çekilmesi ve varislerin mirası reddetmekle kalmayıp bu mirasa karşı acımasız bir savaşa girişmesi Salahaddin Eyyubiler, Fatihler, Yavuzlar ile kıyaslanan bir orduyu da bu yakıştırmaları terke mecbur etmişti. Yahya Kemal’in “bu son ordusudur İslam’ın” dediği ordu böylelikle asli misyonunun uzağına düşmüştü.

Tarih, İslam’ın hayatı siyasal anlamda şekillendirmediği, yönetmediği bir zaman dilimini saymaya başlamıştır. Bu dönemde İslam Dünyası başsız kalmanın verdiği sancı ile meselenin aslını ve çözüm yollarını tahlil çabasındadır.

Türkiye, İran ve Mısır… İslam coğrafyasının sacayakları olarak bilinen bu bölgede birbirinden farklı gelişmeler yaşansa da Mısır ve İran ulemasının İslam Milleti’nin problemlerinin temelinde tefrikanın bulunduğu yönündeki tespitleri ve buna bir çare bulma gayretleri bu dönemde de devam eder haldedir.

Bu yıllarda oluşturulmaya çalışılan ‘İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti’; “Allahu Teala’ya inanan ve Hz. Muhammed ve (s.a.v)’e son peygamber olarak iman getiren, Kur’an’ı ilahi kitab, Kabe’yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rüküne iman getiren, ahirete iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs Müslüman sayılır” diyerek ittihad-ı İslam’ın temelini ortaya koymuştur. Bu temel ilke Ehli Sünnet ile Şia’dan Caferi ve Zeydi mezheplerinin ihtilafsız birleştikleri zemini ifade ediyordu. İşte bu temel üzerinde yükselen anlayışın temsilcilerinden Ezher’in saygın alimi Şeyh Şeltut “"Şia İsna aşeriye adıyla da bilinen Caferi Mezhebi 'ne bütün Ehl-i Sünnet mezheplerine olduğu gibi taklid etmek şer'an caizdir. O halde Müslümanların bu meseleyi bilmeleri, kendilerini haksız olarak belli mezhepler üzerinde taassubtan kurtarmaları gerekir. Ne Allah 'in dini ne de O 'nun şeriatı, belirli bir mezhebe tabi değildir... Bunların hepsi Allah'ın yanında makbul olan müçtehitlerdir. " şeklinde bir fetva yayımlayarak ümmetin bölünmüşlüğüne çare arıyordu.

Aynı dönemde bir başka medeniyet havzasına geçme gayretindeki Türkiye’de dini anlayışın baskı altında tutulduğunu ve yaratılmak istenen yeni toplumun temellerinin dini referanslardan arındırılmaya çalışıldığını görüyorduk.


Hilafetin ilgası ve İslam dininin siyasal birliğinin mücessem hali olan halifenin yurtdışına çıkarılmasından elli yılı aşkın bir zaman sonra İslam coğrafyasının bir başka medeniyet havzasında, İran’da, Müslüman halk bir toprağa İslam ahkamını hakim kılma mücadelesini zafere ulaştırıyor ve Anadolu halkının elli yıl evvel terke mecbur edildiği davayı omuzluyordu. İran İslam İnkılabı’nın merhum önderi İmam Humeyni inkılabı; “İran İslam içindir, İslam İran için değil” sözleriyle veciz bir şekilde ifade ederek devletin yeni rejiminin İslam’ın hizmetinde olacağını ilan ediyordu. Allah’ın dinini öncelemenin önemine işaret eden bu söz Anadolu halkının kulağına 700 yıl evvel Şeyh Edebali tarafından fısıldanan, “Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve Allah dini İslam’ı yaşamaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır.” sözlerini çağrıştırıyordu.

Siyasi rejim olarak “Cumhuriyet’i seçen İslam İnkılabı, krallıklar, askeri diktatörlükler ve laik / seküler anlayışlarla yönetilen İslam Dünyasında her anlamıyla bir şaşkınlık yaratıyordu. Zira inkılap, bir ülkenin halkının başkaca hiçbir güce dayanmadan egemen olabileceği, İslam ahkamının tatbikinin sultanın/kralın varlığına tabi olmadığı, emir-ül mümininin hak, yetki ve sorumluluklarının onu bir sultan / kral haline getirmeyeceği, böyle bir eşitlemenin batıl olduğu hususlarında İslam Dünyasına somut bir emsal sağlıyordu.

Her ne kadar Ezher Şeyhleri ile İran ulemasının 1950’li yıllarda ümmetin birliğini sağlamak adına yakınlaştığını görsek de İslam İnkılabı sonrasında Amerikan etkisindeki tüm İslam ülkelerinde o dönemin izleri silinmeye, İran’ın Şii bir halk ve devlet olduğu ve İslam’dan çok küfre yakın durduğu safsatası yayılmaya çalışılıyordu. Tüm bunlara rağmen İslam İnkılabının İslam halklarına açık tutumu sağduyulu alimleri hakikati ifşadan engelleyemiyordu. Bu anlamıyla, Hamid Algar, Kelim Sıddıki gibi isimlerin yanında Hayrettin Karaman gibi saygın alimleri de görüyorduk.

1991 yılında İran’a yaptığı gezinin ardından izlenimlerini ve o ana kadar olan birikiminin bir kısmını aktaran Hayrettin Karaman; “Şer'î, şerîate uygun devlet, İslâm'ın ana kaynakları olan Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'i, siyâsî, ictimâî, hukûkî, iktisadî, ahlâkî düzeninin temeli kılan, bu kaynaklara aykırı düzenlemelere ve uygulamalara izin ve imkân vermeyen devlet demektir. Orada gördüklerim cumhuriyetin, İslâm'ı nizâmına temel kıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Buna ek olarak yine orada iken satın aldığım ve okuduğum İran Anayasası ile medenî kanunu da "cumhûriyetin şer'îliğinin" açık ve kesin delilleridir.” diyerek İran İslam Cumhuriyeti’nin ve İran Müslümanlarının İslam Hukuku açısından konumlarını açıklıyordu. Karaman’ın sözlerini delillendirirken İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının;

“Allah birdir (lâ ilâhe illallah), hâkimiyet ve kanun koyma hakkı yalnızca O'na mahsustur, O'nun emrine boyun eğilir.” , “Kanunlar ilâhî vahye dayanacaktır.”, “İnsan yüce ve değerli bir varlıktır, Allah karşısında sorumluluğuna paralel olarak hürdür.” , “medenî, cezâî, iktisadî, mâlî, idârî, kültürel, siyâsî ve inzibâtî bütün kanunlar İslâmî ölçüleri temel alacaktır. Bu prensip anayasa dahil bütün kanunlar için geçerlidir.” şeklindeki açık hükümlerine atıf yaptığını görüyorduk.

Sünni Müslümanların makbul alimlerinin nezdinde İran İslam Cumhuriyeti şer’i vasıfları haiz olması sebebiyle gerçek bir İslam Devleti olarak itibar görüyordu. İslam ahkamını tesis eden mevzuatın zamanla yerleşeceği ve Sünni Müslümanlar ile Şii Müslümanlar arasındaki yanlış anlaşılmaların düzeltilebileceği kabul ediliyordu. İran İslam Cumhuriyeti’nde Sünni Müslüman temsilcilere giderek daha fazla yer ayrılması / açılması da bu kanaati güçlendiriyordu.

İran İslam Cumhuriyeti’nin şer’i bir devlet olduğunu kabul edenler için bu devletin anayasal düzeyde “ideolojik” olarak tanımlanan ordusunu da İslam Ordusu olarak kabul etmek mantıki bir sonuçtur. İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 144.maddesinde vaz’ edilen; “İran İslam Cumhuriyetinin ordusu kendini İslami İdeolojiye, İslami devrime ve onun amaçlarına adamış insanlara hizmet eden İslami bir ordu olmalıdır.” ve 150.maddesinde vaz’ edilen; “Devrim zaferinin ilk günlerinde oluşturulan İslami devrimi koruma ordusu, devrimi ve devrim hareketlerinin devamlılığını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Bu ordunun faaliyet ve sorumluluk alanı; diğer silahlı kuvvetlerin sorumluluk alanıyla bağlantılı olarak aralarında düzenli ve kardeşçe bir işbirliği olması...” hükümleri gerek İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin gerekse Devrim Muhafızlarının aynı ideal temelinde yükseldiğini açıkça ortaya koymaktadır: İslam ülkesini ve nizamını korumak.

İran İslam Cumhuriyeti ordusunun İran halkını, ülkesini, İslami nizamı koruması onun en tabii hak ve yükümlülüğü olduğu gibi, İran’ın Müslüman halkına karşı yükseltilen tehditlere karşı bu ordunun muzafferiyetini dilemek de tüm Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Zira bu, iki yüzyıldır sürekli çekilme halini yaşayan ve elli yılı aşkın bir zamanı tam anlamıyla hayatın dışında geçiren İslam ümmetini tarihe yeniden taşıyacak bir hamleyi muhafazayla yükümlü son ordudur. Öyleyse, Yahya Kemal’in feryadını bugün için duyalım:

Şu kopan fırtına İran ordusudur Yârabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!

17 Mart 2008 Pazartesi

HARRY POTTER ‘EŞŞEK KARDEŞLİĞİ’

Büyük Haydar Efendi, yüzyıl evvel, Usul-i Fıkıh takrirlerinde, “Vakıa zamanımızdaki ulemaya, şimdiki fıkıh ile teveğğül edenlere “Fakih” denilirse de, bu ıtlak, mecazendir. Bunların fıkıh ile iştigal etmeleri haysiyetiyledir. (…) Şu halde suret-i mutlaka ve umumiyede “Fükaha” erbab-ı ictihad ile usul-i fıkıhden istinbatı-ı ahkam edebilen ulemadır” diyordu.

Yüzyıl evvel hukuk bir bilgi sistematiği olmaktan ziyade bir ilim dalı idi. Bir başka ifadeyle, yüzyıl evvel hukuk dendiğinde insanların zihninde canlanan şey tek başına insan ihtiyarına dayanarak hazırlanan kanunlar değil, şüphesi olmayan bir merkezden hareketle, bu merkeze uygun çıkarılan hükümlerdi. Bu hükümlerin güvenilir bir şekilde çıkarılabilmesi için talebelerin uzun yıllar sabırla tedrise devamı gerekiyordu. Sarf edilen tüm emeğe karşılık herkesin bu noktaya gelmesi de mümkün değildi. İşte bunun için bir başka kaynak, “İctihâd ve istinbât melekesine mâlik olmayan bir kişiye, ne kadar çok fıkhı meseleyi öğrenmiş ve ezberlemiş olsa da fakîh (hukukçu) denmez.” diyerek meselenin bu yönünün ekseriyetle kabul edildiğini ortaya koyuyordu (Fahrettin ATAR, Fıkıh Usulü).

Cumhuriyet Türkiye’si hukuk alanında yürüttüğü yenileme / değiştirme faaliyetleri sırasında birinci kuşakta evvelki dönemin birikimini kullanarak Batı Medeniyeti’nin kaynaklarını aktarmayı başardı. Yeni hukuk kaynaklarının oluşturduğu içtihatların incelenmesinden de anlaşılacağı üzere ilk dönem hukukçuları meselelerin analizinde evvelki birikimlerinin getirdiği zihni aletleri / çözüm yollarını kullanmaktaydılar. Ne var ki süreç, Türkiye’de hukuku bir disiplinden bir bilgi yığını haline getirdiği gibi hukukçuları da ilim adamlığından –çok zaman- malumatfuruşluğa tağyir etti.

Hukuk ilminin öğrenilme / öğretilme usulü açısından durum böyleyken hukuk ilminin amacının belirlenmesi, içselleştirilmesi –meleke haline getirilmesi- açısından durum farklı mıydı? Maalesef, hayır. Bir yüzyıl evvel hukukun amacı, “Ahkam-ı marifet ve mucibince amel üzerine ihraz-ı saadet” (Hükümleri bilme ve gereğince amel etme yoluyla saadetin / elde edilmesi kazanılması) iken, bugün çoklukla “insanlar ve devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi” şeklinde ifade edilir oldu. Görüldüğü üzere “saadet” hukukun amaçları arasından çıkarılmış, bu yolla hukuk “adalet”in aslına değil şekline hizmet eder hale getirilmiştir.

Hukukun ve adalet duygusunun şekiller / kalıplar üzerinden konuşulduğu bir zeminde hukukçuların da şekillerden / kalıplardan ibaret olması yadırganacak bir hal değildir. Ancak şu da var ki, zamanın akışı içerisinde pek çok şey ile birlikte isimlerin mahiyeti de değişirken insanların pek çoğu buna dikkat edemez. İbn-i Haldun öğretim ile uğraşanlar ve kadılar hakkında misal getirirken insanların bu isimlerin mahiyeti hakkında yanlış zanlara kapıldığını, halbuki, çağın, anlayışların değişmesiyle bu isimlerin sahiplerinin de etki ve yetkilerinin değiştiğini dile getirir. İşte bugün de “hakim”, “savcı”, “vali” ve saire denildiğinde kastedilen daha önceleri bu görevleri yerine getirenlerin konumu değildir. Bugün ne bir “hakim” ne d e bir “savcı” geçmişteki emsalleri ile aynı sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik statüdedir. Böyle olmasına rağmen içtimai hafızanın koruduğu ve benzeştirdiği unsurlar, içtimai hafızanın yenilenme süreci, çoklukla yanlış bir algılayışa neden olur.

İçtimai hafızanın bu yanlış algılaması isminin mahiyeti değişmiş kimi sınıfların mensuplarında da aynı etkiyi yaratır. Bunlar da kendilerine mahiyetlerinin fevkinde bir anlam yükleme eğiliminde olurlar. Döneminde İbn Haldun’un hayretle karşıladığı hususlardan birisi bu tür insanların kendilerini kıyas yöntemleridir. Onlar isimlerinin benzerliği ile güçlerinin / etkilerinin de aynılığı vehmine kapılırlar. Yakın zaman metinlerinden Safahat’ta Akif, bunun bir örneğini;
“Son zamanlarda hükûmet, şımarık bir deliyi,
Götürür bir yere vâlî diye bağlar.”
şeklindeki girişiyle başlayan, Asım’ın içinde yer alan bir bölüm ile ortaya koyar. Akif, konumunu bilmeyen bu “vali”nin meclise yönelttiği hitabını ve bu densizin ruh halini,
“Şimdi kürsîye abansın da senin Vâlî Bey,
Nutka gelsin mi adam zannederek kendini?...
- Eyy?
Ne demiş?
- Yok, ne geğirmiş diye sor! Ma´nâsız
Bir yığın râbıta müştâkı perâkende lâfız,
Bir etek yâve saçar, bir sürü cinnet savurur;”
mısralarıyla dile getirir. Akif, valinin medreseleri kapatma teklifini getiren konuşmasını Fransızca “Parprensip” ünlemiyle bitirmesi üzerine meseleyi;
“- Parprensip mi? Bayıldım be!
- Fransızcama mı?
Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmamı?

- Birden eşşek deme, bîçâre henüz müsvedde...
Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde.
- Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki...
- Merkebin...
- Ey?
- Mütekâmil soyu olmaz mı?
- Peki?
- İşte hilkatten o sûrette çıkarken beyazı;
Böyle birdenbire müsvedde de fırlar ba’zı!” mısralarıyla kapatır.

Anayasa Mahkemesine sunulan bu son davanın iddianamesinde toplumun bütünlüğünü temsil eden erke yönelik itham ve isnatlar bana ister istemez Akif’i hatırlattı. Akif’in tarif ettiği bu vali tiplemesi ile birlikte aklıma, el çabukluğu marifete, gizli ve karanlık güçlere, Büyücü Merlin’e göndermeler yapan, yanılıyorsam düzeltin, Harry Potter ‘Eşşek Kardeşliği’ isimli o kitabın adının nasıl geldiğini ise bilmiyorum.