Gürkan BİÇEN
1980’li yıllara gelirken Batı’nın
iki yüzü, kendini “Hür Dünya” olarak tanımlayan kapitalist emperyalistler ve sosyalist olarak tanımlayan emperyalist
“Doğu Bloku” arasındaki Soğuk Savaş kapitalistlerin galibiyeti ile nihayete
eriyor ve Francis Fukuyama buna “tarihin sonu” diyordu. Fukuyama’ya göre,
insanlık tarihi boyunca denenen sistemlerin nihai noktasına ulaşılmış, Batılı
değerlere dayalı liberal sistem ve demokratik yönetimler ulaşılabilecek üst
noktayı oluşturmuştu.
İnsanlık ailesini tarihin sonuna
ulaştıran asıl gücün Amerika Birleşik Devletleri olduğunu düşünenler için Soğuk
Savaş’ın tartışmasız galibi Amerika idi. Bu durumda, dünyaya şekil verme hakkı
da onundu. Amerika ise Bağımsızlık Bildirgesi’nden bu yana kendini insan
hakları, özgürlükler ve demokrasi havarisi ilan etmişti. Öyleyse Amerika
insanlığa demokrasiyi ihraç etmeliydi.
Yakın bir zamanda uluslararası
bir düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmada Vladimir Putin, mevcut dünya
sisteminin İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından yapılan bir dizi
anlaşma ile vücut bulduğunu ancak Amerika’nın kendini Soğuk Savaş’ın galibi
ilan ettikten sonra kurmayı öngördüğü Yeni Dünya Düzeni için diğer güçlerle
anlaşma yoluna gitmediğini, tüm dünyaya kendini dayattığını ifade ediyordu.
Putin’in sözlerini açacak olursak, Amerikan ideali olarak tanımlanan liberal,
demokratik dünya ulusların anlaşması ile değil, Amerikan dayatmasıyla hayata
geçirilmeye çalışılıyordu.
Birinci Körfez Savaşı’ndan bu
güne Amerikan dış politikasında dünya halklarına ihraç edilecek demokratik
yönetim anlayışının usulü konusunda yoğun bir tartışma varlığını
sürdürmektedir. Bush ve ardından gelen Clinton yönetimi demokrasinin mutedil
yollarla ihracını Amerikan çıkarlarına daha uygun bulurken, 11 Eylül
saldırılarının da hazırladığı ortamdan istifade ile Clinton’un halefi Bush
yönetimi demokrasinin zorla da olsa kabul ettirilmesi gerektiği fikrini eyleme
döktü. Demokrasi gerekirse askeri yollar da kullanılarak kabul ettirilmeliydi.
Hassaten Orta Doğu ülkelerine.
Amerika’nın Orta Doğu’ya
dayattığı Büyük Orta Doğu Projesi nihayetinde Amerikan değerleri ve çıkarları
ile uyumlu devletler oluşturmayı hedefliyordu. Yine bu plan içinde coğrafi
olarak büyük, tabii kaynaklar açısından zengin ülkelerin parçalanması da yer
alıyordu. İkiye bölünen ve halen Darfur meselesi ile uğraşan Sudan ilk
kurbandı.
Afganistan ve Irak’ın işgali ile
elde edilen netice demokrasinin ve Amerikan değerlerine sadık yönetimlerin
varlığı olmayınca, Batı, Clinton döneminin tezlerine döndü ve sivil toplum
üzerinden yürütülecek hummalı bir çalışmaya girişti. Amerika menşeli, CIA
bağlantılı birçok NGO Orta Doğu ülkelerindeki faaliyetlerini arttırdı. Bunlar
için Amerika büyük meblağlar sarf etti ve nihayetinde demokratik taleplerle dalgalanan
halklar Batı’nın tanımlamasıyla “Arap Baharı”nı beraberinde getirdi. Libya’nın Kaddafi’si bunun bir “Arap Baharı”
olduğuna ikna olmadığı için direndi ve hezimete uğrayacak muhaliflerin
yardımına yetişen NATO kuvvetleri eliyle öldürüldü.
“Arap Baharı” Suriye’ye
geldiğinde, Türk siyasi eliti mevcut yönetimin çok kısa bir sürede çökeceğine
kanaat getirdi. Davutoğlu’na göre Baas rejimi birkaç hafta içinde çökecek ve
Suriye Türkiye’deki iktidarın da razı olacağı demokratik bir düzene
kavuşacaktı. Birkaç hafta yahut birkaç ay içinde yaşanacak gerilim ve muhtemel
ölümleri göze almaya değer bulan Türk siyasi eliti Suriye halkına açık davette
bulundu. Sınırları açacağını ve gelen herkesi kabul edeceğini bildirdi.
Davutoğlu’na göre Suriyeli sığınmacılar için psikolojik eşik 50 bin kişiydi.
Suriye’den 50 bin kişinin Türkiye’ye sığınması demokratik değerlerin ihracı
için can atan Batılı ülkeleri harekete geçirecek ve tıpkı Libya’da olduğu gibi
Suriye’de de mevcut rejim silah zoruyla değiştirilecekti. Ne var ki, Rusya ve Çin Amerika’nın Yeni Dünya
Düzeni’ni dayatmayla kurmasına razı değildi ve Amerika’nın tek başına hareket
etme imkânının Türk siyasi elitinin zannettiği gibi olmadığı Suriye ve
müttefiklerinin direnişi ile ortaya çıktı.
Bugün Türk siyasi eliti Suriye’den
gelen bir milyonun üzerindeki sığınmacı için dört buçuk milyar dolar
harcandığını söylüyor. Bu meblağ yaklaşık 2 milyon nüfusa, 10 bin kilometre
kare yüz ölçümüne sahip Kosova’nın 2013 yılı bütçesi kadar bir parayı ifade
ediyor. Türkiye böylesine yüksek bir meblağı insanları kamplarda tutabilmek
için harcamış halde, Suriye’ye demokratik kurumları götürmek için değil.
Türkiye’nin hedefi Suriye’ye demokrasi götürmek olsaydı, bunun için harcamayı
göze aldığı dört buçuk milyar doları Suriye’deki muhalif sivil düşünce ve
hayatın gelişimi için ihtiyaç duyulan alanlara harcardı. Suriye içinde
demokratik değerlerin tanıtımını ve savunusunu yapacak yerel ve ulusal
organizasyonlara destek olur, sivil çalışmalar yoluyla insanları demokratik
değerleri talep etmeye hazır hale getirirdi. Bunun yerine Türkiye dört buçuk
milyar dolar harcayıp bir milyondan fazla insanı sefil etmeyi, Suriyelileri
Türkiye’nin her yanına dağılmış dilenciler haline getirmeyi tercih etti.
Dört buçuk milyar dolar
harcandığını ilan eden Türk siyasi eliti bu para ile kimlerin zengin edildiğini
de açıklamak zorundadır. İnsani yardım adı altında yapılan mal ve hizmet
alımları hangi usullerle gerçekleştirilmiştir. Bu dört buçuk milyar dolar
Türkiye’de kimler arasında pay edilmiştir. Bunları bilmek Türk vergi
mükelleflerinin en tabii hakkıdır.
Yardım kuruluşlarının
sahtekârlıklarına alışık bir milletin bir ferdi olarak Türk hükümetine
soruyorum: Suriyelilerin gözyaşına ve kanına doğradığınız dört buçuk milyar
doları kimlere pay ettiniz?