Translate

5 Kasım 2014 Çarşamba

Dört buçuk milyar dolar

Gürkan BİÇEN

1980’li yıllara gelirken Batı’nın iki yüzü, kendini “Hür Dünya” olarak tanımlayan kapitalist emperyalistler  ve sosyalist olarak tanımlayan emperyalist “Doğu Bloku” arasındaki Soğuk Savaş kapitalistlerin galibiyeti ile nihayete eriyor ve Francis Fukuyama buna “tarihin sonu” diyordu. Fukuyama’ya göre, insanlık tarihi boyunca denenen sistemlerin nihai noktasına ulaşılmış, Batılı değerlere dayalı liberal sistem ve demokratik yönetimler ulaşılabilecek üst noktayı oluşturmuştu.
İnsanlık ailesini tarihin sonuna ulaştıran asıl gücün Amerika Birleşik Devletleri olduğunu düşünenler için Soğuk Savaş’ın tartışmasız galibi Amerika idi. Bu durumda, dünyaya şekil verme hakkı da onundu. Amerika ise Bağımsızlık Bildirgesi’nden bu yana kendini insan hakları, özgürlükler ve demokrasi havarisi ilan etmişti. Öyleyse Amerika insanlığa demokrasiyi ihraç etmeliydi.
Yakın bir zamanda uluslararası bir düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmada Vladimir Putin, mevcut dünya sisteminin İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından yapılan bir dizi anlaşma ile vücut bulduğunu ancak Amerika’nın kendini Soğuk Savaş’ın galibi ilan ettikten sonra kurmayı öngördüğü Yeni Dünya Düzeni için diğer güçlerle anlaşma yoluna gitmediğini, tüm dünyaya kendini dayattığını ifade ediyordu. Putin’in sözlerini açacak olursak, Amerikan ideali olarak tanımlanan liberal, demokratik dünya ulusların anlaşması ile değil, Amerikan dayatmasıyla hayata geçirilmeye çalışılıyordu.
Birinci Körfez Savaşı’ndan bu güne Amerikan dış politikasında dünya halklarına ihraç edilecek demokratik yönetim anlayışının usulü konusunda yoğun bir tartışma varlığını sürdürmektedir. Bush ve ardından gelen Clinton yönetimi demokrasinin mutedil yollarla ihracını Amerikan çıkarlarına daha uygun bulurken, 11 Eylül saldırılarının da hazırladığı ortamdan istifade ile Clinton’un halefi Bush yönetimi demokrasinin zorla da olsa kabul ettirilmesi gerektiği fikrini eyleme döktü. Demokrasi gerekirse askeri yollar da kullanılarak kabul ettirilmeliydi. Hassaten Orta Doğu ülkelerine.
Amerika’nın Orta Doğu’ya dayattığı Büyük Orta Doğu Projesi nihayetinde Amerikan değerleri ve çıkarları ile uyumlu devletler oluşturmayı hedefliyordu. Yine bu plan içinde coğrafi olarak büyük, tabii kaynaklar açısından zengin ülkelerin parçalanması da yer alıyordu. İkiye bölünen ve halen Darfur meselesi ile uğraşan Sudan ilk kurbandı.
Afganistan ve Irak’ın işgali ile elde edilen netice demokrasinin ve Amerikan değerlerine sadık yönetimlerin varlığı olmayınca, Batı, Clinton döneminin tezlerine döndü ve sivil toplum üzerinden yürütülecek hummalı bir çalışmaya girişti. Amerika menşeli, CIA bağlantılı birçok NGO Orta Doğu ülkelerindeki faaliyetlerini arttırdı. Bunlar için Amerika büyük meblağlar sarf etti ve nihayetinde demokratik taleplerle dalgalanan halklar Batı’nın tanımlamasıyla “Arap Baharı”nı beraberinde getirdi.  Libya’nın Kaddafi’si bunun bir “Arap Baharı” olduğuna ikna olmadığı için direndi ve hezimete uğrayacak muhaliflerin yardımına yetişen NATO kuvvetleri eliyle öldürüldü.
“Arap Baharı” Suriye’ye geldiğinde, Türk siyasi eliti mevcut yönetimin çok kısa bir sürede çökeceğine kanaat getirdi. Davutoğlu’na göre Baas rejimi birkaç hafta içinde çökecek ve Suriye Türkiye’deki iktidarın da razı olacağı demokratik bir düzene kavuşacaktı. Birkaç hafta yahut birkaç ay içinde yaşanacak gerilim ve muhtemel ölümleri göze almaya değer bulan Türk siyasi eliti Suriye halkına açık davette bulundu. Sınırları açacağını ve gelen herkesi kabul edeceğini bildirdi. Davutoğlu’na göre Suriyeli sığınmacılar için psikolojik eşik 50 bin kişiydi. Suriye’den 50 bin kişinin Türkiye’ye sığınması demokratik değerlerin ihracı için can atan Batılı ülkeleri harekete geçirecek ve tıpkı Libya’da olduğu gibi Suriye’de de mevcut rejim silah zoruyla değiştirilecekti.  Ne var ki, Rusya ve Çin Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni’ni dayatmayla kurmasına razı değildi ve Amerika’nın tek başına hareket etme imkânının Türk siyasi elitinin zannettiği gibi olmadığı Suriye ve müttefiklerinin direnişi ile ortaya çıktı.
Bugün Türk siyasi eliti Suriye’den gelen bir milyonun üzerindeki sığınmacı için dört buçuk milyar dolar harcandığını söylüyor. Bu meblağ yaklaşık 2 milyon nüfusa, 10 bin kilometre kare yüz ölçümüne sahip Kosova’nın 2013 yılı bütçesi kadar bir parayı ifade ediyor. Türkiye böylesine yüksek bir meblağı insanları kamplarda tutabilmek için harcamış halde, Suriye’ye demokratik kurumları götürmek için değil. Türkiye’nin hedefi Suriye’ye demokrasi götürmek olsaydı, bunun için harcamayı göze aldığı dört buçuk milyar doları Suriye’deki muhalif sivil düşünce ve hayatın gelişimi için ihtiyaç duyulan alanlara harcardı. Suriye içinde demokratik değerlerin tanıtımını ve savunusunu yapacak yerel ve ulusal organizasyonlara destek olur, sivil çalışmalar yoluyla insanları demokratik değerleri talep etmeye hazır hale getirirdi. Bunun yerine Türkiye dört buçuk milyar dolar harcayıp bir milyondan fazla insanı sefil etmeyi, Suriyelileri Türkiye’nin her yanına dağılmış dilenciler haline getirmeyi tercih etti.
Dört buçuk milyar dolar harcandığını ilan eden Türk siyasi eliti bu para ile kimlerin zengin edildiğini de açıklamak zorundadır. İnsani yardım adı altında yapılan mal ve hizmet alımları hangi usullerle gerçekleştirilmiştir. Bu dört buçuk milyar dolar Türkiye’de kimler arasında pay edilmiştir. Bunları bilmek Türk vergi mükelleflerinin en tabii hakkıdır.
Yardım kuruluşlarının sahtekârlıklarına alışık bir milletin bir ferdi olarak Türk hükümetine soruyorum: Suriyelilerin gözyaşına ve kanına doğradığınız dört buçuk milyar doları kimlere pay ettiniz?