Translate

25 Ağustos 2011 Perşembe

El Mevtul İsrail

Gürkan BİÇEN

“Kardeşler!” deseydim “Kardeşlerim!”
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor…”
İsmet Özel


Şehid Abbas Musevi Siyonistlere hitaben “Gidin onlara söyleyin. Biz Muhammed Ordusuyuz! Geri döndük ve Kudüs yolunda ilerliyoruz!" dediğinde Direniş tünelin ucunda görülen zayıf bir ışık, Amerika başta olmak üzere emperyalist Batı Dünyası’nın kuklası Siyonist yapı ise tünelin diğer ucundaki bir projeksiyon gibiydiler. Siyonist yapı Lübnan’ı işgal etmiş, Beyrut’a ulaşmış, Filistinli örgütleri dağıtmış, silahlarına el koymuş ve birçoğunu Lübnan dışına çıkarmayı başarmıştı. İslam Dünyası yeni bir hezimetin burukluğunu yaşar haldeydi.

Direniş’in hazırlanış/var ediliş günlerini anlatan Seyyid Ali Ekber Muhteşemi, Siyonistlerin Lübnan’ı işgalinin akabinde yaşananlardan bahsederken, “Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dâhil olması yönündeydi fakat işin ortasında Hz. İmam (r.a.) sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiki. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık. Bundan dolayı Hizbullah’ın kurucusu bizatihi İmam Humeyni’nin kendisidir diyebiliriz.” diyordu.

Seyyid Hasan Nasrallah ise İmam Humeyni’ye müracaatlarını andığı konuşmasında o anı; “Biz geldik ve ‘vazifemiz nedir?’ diye sorduk. ‘Biz sizin mukallidiniziz, size tabiyiz, siz ne buyurursanız biz bunu yerine getiririz. Elimizde bir şey yok, sayımız da az, maddi olarak hiçiz, özellikle İsrail ve Lübnan’a giren büyük kuvvetler karşısında’ dedik. İmam Humeyni şöyle buyurdu bize: ‘Şer’i ve asli vazifeniz gidip mücadele etmektir. Savaşın, direnin! Lübnan’ı Yahudi mezarlığına çevirin! Sizin işiniz de, vazifeniz de budur!’ İmam elimizin boş olduğunu biliyordu fakat ‘Sıfırdan başlayın ama şunu bilin ki zafer sizindir. Gidin bu işi başlatın, direnişe geçin. Cihad edin!’diyordu.” sözleriyle aktarır. Nasrallah, sıfırdan başlamanın zorluğunu ise şu sözlerle açıklar; “Kardeşlerimiz geri döndüler, bu cihadi hareketi tesis ettiler ve mücadele başladı. O günlerde bizi kimse kabul etmiyordu, ne sözümüzü, ne de yöntemimizi. Bize ‘Siz Hizbullah değilsiniz, siz deliler hizbisiniz (Hizbulmecanin), siz birkaç deli genç, toy âlim ve yeniyetme hoca geldiniz bu ülkeyi harap etmek istiyorsunuz!’ diyorlardı. Hizbullah mücahitleri mücadeleyi başlattıkları ilk yıllarda çok mazlumdular. Sadece düşmandan kaynaklanmıyordu bu mazlumiyetleri, dostların da zulmüne uğruyorlardı. Yani direnişin hücrelerinden biri operasyon gerçekleştirdiğinde ve bir yere gizlenmek, kaçmak istediklerinde halktan kimse onları kabul etmiyordu. Resmen sokağın ortasında kalıyorlardı, İsrailliler de gelip onları esir alıyorlardı. Çok mazlumca mücadele ediyorlardı.”

Başlangıçta şartlar böyle olmasına rağmen tünelin ucundaki o zayıf ışık gün geçtikçe güçlendi ve Siyonist yapının gözleri kör eden projeksiyonu gün be gün etkisini kaybetti. Liderlerini ve birçok üst düzey komutanını şehit vermiş bir hareket olarak Direniş, zafere giden yolun silahların değil mahiyetin farklılığında olduğunu söylüyor. Nasrallah’a göre, Direniş’in topladığı, “Oğlumun İslam ve cihad yolunda yüce şahadet derecesine ulaşmasını ve kıyamet gününde yüzümün Hz. Fatıma (selamullahi aleyha) karşısında ak olmasını istiyorum” diyen bir annenin sunduğu meyvedir. Bu meyveyi var eden, katyuşalara, kaleşnikoflara, sofistike silahlara sahip olmak değil, bu kültürü teneffüse imkan veren atmosferdir. Bu kültürün temelinde yatan ise her şartta “veli”nin rehberliğine sadakatle bağlanma ve imanı, aşkı, cehdi, sabrı ve öfkeyi bir noktada toplama kudretidir.

Allah’ın vaadi haktır. Allah iyi ve kötü günleri insanlar arasında döndürür ki, böylelikle sadıklar ile Allah’ın ipine ucundan dokunanlar açığa çıksın. Bugün Direniş’in bazı zalimlerin suçlarını irtikâp ettiğine dair yayılan şayialara kulak verenler, Direniş’i var eden projenin sahiplerini zalimlikle suçlayanlar Allah’ın vaadini hatıra getirmelidirler. Hesapların üzerinde bir hesabın olduğunu, Kur’an’ın da içinde yer aldığı Levhi Mahfuz’da yazılanın elbet vuku bulacağını bilmelidirler. Onlar yaklaşmakta olana bakmalı, onu görmelidirler. Yine onlar, Mescid-i Aksa’da kibre kapılıp zulme sapanların geçmişte uğradıkları ve çok yakın bir gelecekte de uğrayacakları akıbete “amenna” demelidirler: “Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına, "Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz" diye hükmettik. Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü olan birtakım kullarımızı gönderdik. Onlar evlerinizin arasına kadar sokuldular. Bu, herhâlde yerine gelmesi gereken bir va'd idi. Sonra onlara karşı size tekrar egemenlik verdik. Mallar ve çocuklarla sizi güçlendirdik; sayınızı daha da çoğalttık. İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz. İkinci bozgunculuğun zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide (Beyt-i Makdis'e) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yerle bir etsinler diye (üzerinize yine düşmanlarınızı gönderdik.)  Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer yine eski duruma dönerseniz, biz de (cezaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirlere bir zindan yapmışızdır.” (İsra Suresi)

Ümmetin direği vaadin yaklaştığını, Siyonistleri bulacak ilahi cezanın Müslümanların elleriyle gerçekleşeceğini söylüyor. Bugün, bir mümin/mümine için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi?


22 Ağustos 2011 Pazartesi

Yusuf Kaplan ve Müstekreh Bir Yazı

Gürkan BİÇEN

“Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan’ın ‘Suriye’den evvel İran durdurulmalı’ başlıklı yazısını okudun mu?” diye soruyorum, telefondaki arkadaşa. “Dur Allah aşkına”, diyor, “Kusacağım şimdi”. Doğrusu yazıyı okuduğumda aynı hisse ben de kapılmıştım. Bu hissin kaynağı Sartre’ın “Bulantı”sı ile değil, Mehmet Akif’in, Safahat’ın “Asım” kitabında tarif ettiği “şuara” tiplemesiyle ilişkiliydi. Akif şairlerden bir güruhun varlığına işaret ederek bunların “edebiyata edepsizliği sokan” kişiler olduğunu anlatır ve bunlar için “müstekreh” tabirini kullanır. Akif bu adamların tıynetini;

“Ş'uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,

Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu”

mısralarıyla dile getirir.

Durum anlaşılmıştı; bende ve arkadaşımda oluşan bulantı hissi Yusuf Kaplan’ın müstekreh yazısından kaynaklanıyordu. Yusuf Kaplan’a –daha sonra özür dilemek zorunda kaldığı- bu yazıyı yazdıran saikin ne olduğunu bilecek vaziyette değilim. Ancak özür yazısında belirttiğinin hilafına kendisinin daha evvel de yalpaladığını gören birisi olarak bir vazifenin icrası dâhilinde hareket etme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Beni bu düşünceye sevk eden vakaların bir kısmını aktarmam gerekebilir:

2009 senesi hac mevsimi yaklaşırken ajanslara düşen bir haber dikkate değerdi. Suud Kralı Abdullah 6 Türk gazeteciyi hacca davet ediyordu. Aralarında Yeni Şafak gazetesinden Yusuf Kaplan’ın da olduğu 6 Türk gazeteci on gün boyunca kralın özel misafiri olacaklardı. Yusuf Kaplan’ın hac yolculuğu öncesi yazacağı son yazıyı merakla bekledim. Acaba kralın davetlisi olarak gittiğini açıklayacak mıydı? Yusuf Kaplan, 20 Kasım 2009 tarihli yazısının sonuna şu notu ekliyordu; “ "VEDA": Bu hafta sonu Hacc'a gidiyorum... Sevgili Ömer Lekesiz dostun deyişiyle "Sevgili'nin Evi" Kabe'ye ve Efendimiz'in "dergâh"ına yüz sürmeye, insanlığa rahmet kanatları ve ufukları açan yüce yolunun, güzîde yolculuğunun izini bizzat yaşamaya, tecrübe etmeye, solumaya, tatmaya... O yüzden iki hafta izninizi istirham ediyorum... Hakkınızı helâl ediniz...”

Kaplan kral parasıyla hacca gittiğini yazmak istememişti anlaşılan. Bu haccın takipçileri olarak, kendi imkânları ile hacca gitmesi mümkün değilse böyle bir fırsatı değerlendirmiş olmasını anlayışla karşıladık. Ne var ki, Kaplan’ın bundan sonra Suudi Amerika hakkında yazacaklarına da dikkat etmeyi ihmal etmedik. Hac dönüşü izlenimlerini yazmaya başlayan Kaplan’ın, 7 Aralık 2009 tarihli yazısında kralın hediyesine ilk karşılığı vermiş olduğunu gördük. Bu yazısında Kaplan, “Türkiye'nin gerçekleştirdiği atılım ve açılımlara bölge ülkeleri de karşı açılım ve atılımlarla cevap veriyorlar: Sözgelişi, Arabistan Kralı Abdullah, Arabistan'ın Yeni Faysal'ı olduğunu gösteren işlere imza atıyor: Bir yandan ülke içindeki sosyal adaleti, kardeşlik ve barış ortamını yaygınlaştırmaya çalışırken, öte yandan da Türkiye ve bölge ülkeleriyle derin, uzun vadeli ve kalıcı ilişkiler kuruyor ve Batılılara mesafeli duruyor. Bunun en somut örneği, 2006 Haziran'ın da Batılıların ve onların içerideki uzantıları olan tatlısu frengisi "Beyaz Türkler"in, Türkiye'nin ekonomisini çökertmeye dönük operasyonlarını önlemek amacıyla Kral Abdullah'ın art arda iki kez Türkiye'ye ziyaret yapması ve 20 milyar dolar nakit para getirerek bu operasyonu püskürtmemize yardımcı olmasıdır.” diyordu.

Kral’ın Türkiye’ye 20 milyar dolar getirdiğine dair iddiasını Haziran 2010 senesinde “Teke Tek” isimli televizyon programında tekrar eden Kaplan, gelen tepkiler üzerine olsa gerek 14 Haziran 2010 tarihli yazısının sonundaki bir not ile özür diliyordu. Bu özür açıklamasında Kaplan, sanki bu hususta daha evvel hiçbir şey yazmamış, hac dönüşü aynı gazetede kaleme aldığı izlenimlerinde bu konuya hiç değinmemiş gibi davranıyor ve şöyle diyordu: “ZORUNLU BİR AÇIKLAMA TVNET dışındaki kanallara çıkmama ezberimi bozarak geçen gün TekeTek`e çıktım... Katılımcıların, ilkel, ırkçı Arap, İran vs düşmanlıklarına daha fazla dayanamadım ve çok da iyi bilmediğim hâlde, "bu kadar hakaret ediyorsunuz ama Suud Kralı, Türkiye`nin büyük bir ekonomik krizin eşiğine sürüklenmeye çalışıldığı bir sırada Türkiye’yi bu krizden kurtaracak bir girişimde bulundu. Küfür değil; teşekkür etmeliyiz" dedim. Arap havzasına ticarî olarak açıldığımızı, Arap sermayesinin Batı`dan Türkiye`ye akmasını başardığımızı biliyorum... Ama Suudların Türkiye`ye spesifik olarak nasıl yardım ettiklerini bilmiyorum. "Kralın uçakla nakit para getirdiği" iddiasını da Türk basınından okuduğumu söyledim zaten... Özetle... Ben gazeteci-mazeteci değilim... Bu konu da kesin olarak bildiğim bir konu değil... Çok iyi bilmediğim, başkalarından okuduğum bir şeyi, yapılan hakarete dayanamadığım için gündeme ben getirmiş oldum... Yanlış zamanda, yanlış yerde, çok emin olmadığım bir şeyi gündeme getirerek, hiç istemediğim halde, absürd bir şekilde gündem oluşmasına yol açtığım için başta izleyiciler olmak üzere burada zan altında kalan bütün "taraflar"dan özür diliyorum... Açıkçası ne olduğunu çok iyi bilmediğim, bu tür saçma sapan meselelerle gündeme gelmek istemem... Dahası, gündeme gelmek gibi bir derdim filan da yok benim... Ben daha esaslı, daha derinlikli, daha kalıcı fikrî kaygıları olan bir adamım vesselam...”

Yusuf Kaplan’ın İran konusunda özür dilemekle yetinmeyip bizlere hesap vermesi gereken hususlar yukarıdaki özür metninde açıkça görülüyor. Kaplan’ın İran’a lanet okuduğu 19 Ağustos 2011 tarihli yazısının ilgili bölümlerini okuyan her aklıselim insan ona aynı soruları soracaktır. Kaplan’ın sözleri şunlardır:

“Baas rejiminin son artığı Beşşar Esed'e ve terör şebekesine de binlerce kez lanet olsun. Suriye'deki katliamın arkasındaki pers ruhlu aktör İran'a da binlerce kez lanet olsun. (…) Suriye'deki katliamın arkasında İran var. İran, durun dese, durdurulacak ve duracak katliam. (…) İran, çok tehlikeli bir oyun oynuyor. Suriye'yi karıştırarak Türkiye'yi arkadan vurmakla Türkiye'nin büyümesini, önünün açılmasını istemeyen Amerika'yla ve İsrail'le aynı yerde konuşlanmış oluyor, Persleşen, vicdansızlaşan ve yüzlerce masum Suriyelinin katledilmesini "seyreden" (?) İran. Birileri İran'ı durdurmalı artık. Suriye'yi değil, İran'ı. Suriye'yi ve bölgeyi karıştırarak, sömürgecilere bir kez daha peşkeş çekecek tehlikeli bir bölgesel savaşın tohumlarını ekiyor İran. O yüzden durdurulmalı. Bir Türkiye'nin yaptığına bakın, bir de İran'ın yaptığına: Türkiye, İran da, Suriye de vurulmasın diye göğüs göğüse çarpıştı Batılılarla; ama İran ilk ele geçirdiği fırsatta vuruyor Türkiye'yi arkadan, Suriye'den. İran'ın şu an tek derdi Türkiye'nin toparlanıp büyümemesi. Aynı dert Amerika'nın da, Avrupa'nın da, İsrail'in ve -sıkı durun- Türkiye'deki laikçi, ulusalcı, Kemalist ve Sabetaycıların da derdi değil mi?”

Tüm bu anlatılanlardan sonra Kaplan’ın şu sorulara cevap vermesini ve bizi ikna etmesini bekliyoruz:

1 – Bir sene evvel İran düşmanlarının İran düşmanlığına dayanamadığınızı söylerken, bugün açık bir İran düşmanı olmanızda kursağınızdan geçen kral parasının etkisi var mıdır?

2 - “Gazeteci mazeteci” değilseniz ve bu sebeple sizde son bulan bir bilgi akışı yok ise İran’ın Suriye’deki katliamın arkasında olduğunu, Suriye’yi karıştırdığını ve bunu Türkiye’yi arkadan vurmak için yaptığını nereden öğrendiniz? Size bu konularda bilgi taşıyan bir istihbarat teşkilatı ile bağınız/bağlantınız mı var?

3 – İran basınını yahut İranlı yetkililerin açıklamalarını takip ediyor musunuz? Onların Suriye rejimini itidale ve halkın isteklerine cevap vermeye çağıran açıklamalarından haberiniz var mı? Yoksa Türk medyasını izlemekle mi iktifa ediyorsunuz? (Yusuf Kaplan 2006 yılında Türk medyası için şunları diyordu: “Bir de köle ruhlu medyatörler var. Varlığı bu ülkeye sadece zarar veren sözüm ona Türk medyası mesela. Gladyatörleri aratmayan İsraillilerin vahşetine başkaldıran insanları hâlâ "militan, gerilla, terörist" diye sunan köle ruhlu medyatörler! Köleler, köle ruhlu varlıklar, sadece seyretmiyor; İsrail'in vahşetini, Amerika'nın barbarca planlarını meşrûlaştıracak işlere de imza atıyorlar! Yazıklar olsun!”)

4 – İran’ın Suriye’de yaşananların ardında olduğuna dair kesin bir bilginiz var ise bunu ortaya koyacak mısınız? Kesin bir bilginiz yok ise böyle bir yazıyı kaleme almakla Müslümanlara bühtan ettiğinizin bilincinde değil misiniz?

5 – İleri sürdüğünüz şeyler için daha sonra rahatlıkla “saçmalık” diyebildiğinizi dikkate alırsak sizin, kendi tabirinizle, daha esaslı, daha derinlikli, daha kalıcı fikrî kaygıları olan bir adam” olduğunuza inanmamızı umuyor musunuz?

6 – Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?

Kaplan, dilerse cevaplamaya sondan başlayabilir. Ancak nereden başlarsa başlasın Akif’in, “O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.” mısraını dilimizden sökemez.

2 Ağustos 2011 Salı

Her Duyulan Söylenir mi?

Gürkan BİÇEN

Tabiatı itibariyle her türlü etkiye açık olarak yaratılan insan, tüm bu etkilerin üzerinde bir irade gücü ve aydınlık yolu gösteren rehberler ile desteklenmiştir. Böylelikle Allah insana istikamet üzere kalmasını sağlayacak imkânları da bahşetmiştir. İnsanın kendisine biçilen rolü layıkıyla yerine getirmesini temin edecek yolda Allah’ın hitabı insan için tartışılması imkânsız “kesin bilgi”yi ifade ederken, kâinatta gerçekleşen tüm diğer olaylara ilişkin bilgiyi ancak “haber” olarak tanımlayabilmekteyiz. Bu yönüyle haber, kısaca, doğruluğu yahut yanlışlığı sonradan ortaya konulması mümkün bilgi olarak tarif edilebilir.

İnsan davranışlarını etkilemesi, onu karar verme sürecinde yönlendirmesiyle “haber” sağlıklı bir toplumun var edilebilmesi için kontrole tabi tutulması zorunlu olan bir bilgidir. Allah kesin bir bilgi ile hareket etmeyen insanın düşünce seyrinin zanna tabi olduğunu, zannın çoğunun ise insanı hataya ve zulme sürüklediğini açıkça beyan eder ve hem her bir Müslüman’a hem de Müslüman toplumun emir sahiplerine toplumu ifsad edecek bilginin yayılmaması için ağır bir sorumluluk yükler. Bu sorumluluğun iki temel üzerinde yükseldiğini söyleyebiliriz.

Birinci temel haberin kaynağına ilişkindir. Allah, Hucurat Suresi’nin 6.ayetinde; “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” buyurarak öncelikle haberin kaynağına dikkat etmemizi, kaynağın emin olmadığını açıkça bildiğimiz bir durumda haberin gerçekliğini çok daha dikkatli bir şekilde araştırmamız gerekliliğini ortaya koyar. Bu, kaynağa ilişkin bir tedbirdir. Bu şekilde Allah, Müslüman toplumun kötü niyetli kişilerin oluşturacağı menfi tesirden olabildiğince az etkilenmesini murad etmiştir.

İkinci temel ise haberin sıhhatli olması durumunda bile bu haberin topluma ulaştırılıp ulaştırılamayacağı ile ilgilidir. Bu temel, haberin kaynağına ve doğruluğuna ilişkin araştırmanın akabinde ümmetin maslahatını belirlemeyi amaçlamaktadır. Nisa Suresi’nin 83.ayetinde Allah, “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” hitabıyla haberin yayılması için sıhhat şartını sağlamasının yeterli olmadığını, Müslüman toplumun işleyişi ve ilerleyişini sekteye uğratacak, onun içinde ihtilaflara kapı aralayacak türden haberlerin erbabınca ayıklanmasını emretmektedir.

Allah Müslüman toplumu düşmanlarının habere dayalı bir kısım tuzaklarına karşı uyarmakta ve fitne çıkarmak için çabalayanları bu davranışlarına son vermeye çağırmaktadır. Nur Suresi’nin 19.ayeti bize, Müslüman toplumu ifsad etmeye, böylelikle düşmanlarının müdahalesine açık hale getirmeye çalışanların varlığını açık bir şekilde ifade eder: “Müminler arasında çirkin söylentilerin yayılmasından hoşlananları bu dünyada da, ahirette de can yakıcı bir azap beklemektedir; çünkü (her şeyin önünü sonunu) Allah biliyor, ama siz bilmiyorsunuz.”. Böyle kimseleri Allah Ahzab Suresi’nin 60.ayeti ile uyarır; “Andolsun, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler.”.

“Haber”in de mamul hale geldiği bir çağda Müslümanların çok daha dikkatli olmaları, doğrulayamadıkları habere dayalı bir faaliyete tevessül etmemeleri akla ve tedbire yakın olandır. Kitle iletişim araçlarının insanların bakış açılarını belirlediği bir zaman diliminde aynı kaynağın farklı kolları olan televizyon, radyo, gazete ve sair araçların yayımlarına dayanarak hakikat ile yalan arasındaki farkı tespit etmenin kolay olmadığı bilinmelidir. Televizyon haberciliğinin “montaj”la birebir irtibatlı ve aynı karelerden birçok farklı haber üretmenin mümkün olduğunu, kitle iletişim araçlarının kahir ekseriyetini elinde tutan Batı Dünyası’nın politikalarına göre aynı görüntülerin farklı haber metinleri, müzikler ve tercümelerle çeşitli şekillerde kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekmektedir. Her bir Müslüman bizi günün yirmi dört saati kuşatmış olan bir ağın varlığını idrak etmeli ve bundan bir an olsun gafil olmamalıdır.

İçinde Müslümanların yer aldığı yahut Müslümanlar tarafından kurulan medya organlarına ise çok daha ağır bir sorumluluk düşmektedir. Bunlar haberin sıhhatinden ayrı olarak sunumdaki bakış açısından da mesuldür. Müslümanlara ilişkin haberleri Batılı haber ajanslarının düşmanca bakış açısıyla aktaran bu tür medya organları açık bir cürümü de irtikap etmektedir

.

Kendisinin hayrını ve Müslümanların maslahatını düşünenlerin “haber” hususunda dikkatli olmaları ve Ebu Davud’un aktardığı şu hadisi hiç unutmamaları icap eder; “Her duyduğunu söylemek kişiye günah olarak yeter.”