Translate

23 Aralık 2010 Perşembe

Mavi Marmara davasını da getirmeli

Gürkan BİÇEN
İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Başkanı Bülent YILDIRIM, 31 Mayıs 2010 tarihinde siyonist yapının askerlerinin dokuz vatandaşımızı şehit ettikleri Mavi Marmara gemisinin 26 Aralık 2010’da İstanbul’a geleceğini ve bu sebeple büyük bir karşılama merasimi düzenleneceğini açıkladı. Mücahade anında gemide olanların şu an gemide yer almayacak olması karşılamayı eşyaya dönük bir tutkuya çeviriyor gibi dursa da, şahadet gibi, insanın cismini aşan anlamların yaşandığı anların izlerini taşıyan mekânların cazibesi de kolayca yadsınamaz. Vakanın bu yönünü bir yana koyuyoruz.

Tüm dünyanın malumu olduğu üzere siyonist yapı, Türkiye’nin kendi başına bir inisiyatif alma çabasını akamete uğratmak ve Türkiye’nin şahsında yeryüzünün tüm özgür ruhlarına karşı açık bir yıldırma politikası uygulamak üzere sivil bir gemiye silahlı saldırıda bulundu. Türkiyeli Müslümanlar şehitler kazandı ve Allah’ın şer görünenler hakkındaki sünneti her zaman olduğu gibi işledi: “fi vaka ma hayr” (Olanda hayır vardır).

Türkiye’nin gösterdiği tepki neticesi gemide bulunan herkes en kısa sürede serbest bırakılmış olsa da, olay anından itibaren hak arama mercii olarak uluslararası kuruluşların gösterilmesi Türkiye’nin egemenlik ve buna bağlı olarak yargı hakkını kullanma isteğinde bir zafiyetin varlığına yorumlandı. Saldırının uluslararası sularda gerçekleştirilmiş olmasından bahisle ısrarla uluslararası hukuka atıf yapılıyor olsa da, uluslararası kurumların oluşturduğu yargı mekanizmasının güvenilmezliği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 827 S/RES/827 (1993) Sayılı ve 25 Mayıs 1993 Tarihli Karan ile Eski Yugoslavya ile İlgili Uluslararası Ceza Mahkemesinin uygulamalarıyla açığa çıkmıştır. Srebrenica katliamında soykırımı kabul edip faili bulamayan, Sırbistan’ın sorumlu tutulamayacağını açıklayan Lahey Adalet Divanı da yakın zamanda şahitlik ettiğimiz bir diğer örnektir.

Türkiye’nin, olayın akabinde başlattığı delil toplama işlemleri çerçevesinde şehitlerin naaşları üzerinde yapılan otopsiler neticesi bu kişilerin ateşli silah yaralanmasına bağlı sebeplerle hayatlarını kaybettikleri belirlendi. Yaralıların ifadelerine başvuruldu ve şikâyete konu olay hakkında görgüye dayalı bilgiler toplandı. Yine gemide bulunanların kendi imkânları ile yapmış oldukları ses ve görüntü kayıtları dosyaya dâhil edildi. Olay mahalli olan Mavi Marmara gemisinin Türkiye’de uğradığı ilk limanda suça konu olayla ilgili gemide mevcut deliller belirlendi. Bu işlemlerin büyük bir kısmı kamuoyuna da yansıdı. Ne var ki, Türkiye kamuoyu faillerin tespit edilip edilmediğini ve tespit edilmiş ise haklarında Türkiye’de bir dava açılıp açılmayacağını bilmemekte.

Soruşturmanın seyri, basına yansıyan haberler, hukukçuların kendi aralarında ve internet gruplarında yürüttükleri tartışmalar Türkiye’nin iç hukuku uygulama noktasında isteksiz olduğunu gösteriyor. Adli soruşturmanın birkaç hususu aşmakta zorlandığı anlaşılıyor. Her şeyden evvel, soruşturma makamı Türkiye’nin yargılama yetkisi konusunda bir karara varamamış görünüyor. Yürürlükteki Türk Ceza Kanununun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü havidir. Mavi Marmara gemisi olay anında Komor Adaları bandıralı olduğundan soruşturma makamının sekizinci maddenin uygulama alanı açısından tereddüde düştüğü anlaşılıyor.
Kanaatimizce Türk Ceza Kanununun 8.maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresini hiçbir genişletme yapmadan anlamak lazım gelir. Bir başka ifadeyle, deniz araçları açısından aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığı maddenin lafzındaki açık anlama istinaden kabul edilmelidir. Bu durumda soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerekir. Bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; Tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar.” hükmüne yer verilmektedir. Şayet İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını 823.maddede açıklanan niteliklere sahip olmayan kişilere en az bir yıl süre ile bırakmamış ise 824.maddede yer alan istisna da uygulama alanı bulmayacaktır. Bilindiği kadarıyla Mavi Marmara gemisinin sahipleri ve işletenleri değişmemiştir. Öyleyse Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek yasa koyucunun iradesine uygun olan tercihtir.

Bir diğer tereddüt ise faillerin kimliği konusudur. Soruşturma makamı gerek Emniyet Genel Müdürlüğü ve gerekse Milli İstihbarat Teşkilatı aracılığı ile faillerin açık kimliklerine ulaşma imkânına sahip olmalıdır. Saldırı emrini veren yetkililerin tespiti ise nispeten daha kolay olacaktır. Soruşturma makamını duraksatabilecek husus, siyonist devletin üst düzey rütbeli askerlerine, siyasetçilerine, bürokratlarına ve parlamenterlerine kadar uzanacak bir listenin çıkaracağı politik ve diplomatik kriz ihtimali olabilir. Ancak, Ceza Muhakemeleri Kanununun suçu öğrenen Cumhuriyet Savcısının derhal harekete geçmesini öngören amir hükmü karşısında soruşturma makamının bu tür endişelerinin haklılık payı olmayacaktır.

Siyasetçiler ve diplomatlar Türkiye Cumhuriyetinin haklarını ve itibarını korumakla görevli olduğu gibi Cumhuriyet Savcıları da egemenlik hakkının bir tezahürü olan yargılama yetkisinin kullanılmasını sağlamakla görevlidirler. Mavi Marmara soruşturmasında tereddütleri olsa bile failler hakkında cezalandırılma talebiyle bir kamu davası açmalı ve yukarıda bahsettiğimiz çekincelerin tartışılmasını mahkemeye bırakmalıdırlar. Öte yandan, böyle bir davanın açılması failleri savunma yapmak üzere davet edecek olan Türkiye’nin de kudretinin somut göstergesi olacaktır.

Evet, siyonistler özür dilesin ve açtıkları maddi zararı telafi etsinler. Bunun için sarf edilen çabayı anlamsız bulmuyoruz. Bununla birlikte suçun failleri Türkiye’de Türk hukuku uyarınca yargılanmalı ve böylelikle şehitlerin varislerinin davada yer almalarına, bu yolla haklarını tam olarak aramalarına / kullanmalarına da imkân verilmelidir. Haklarımızın özür ve tazminattan ibaret olmadığı asla unutulmamalıdır.

Ümit ediyorum ki, Mavi Marmara iftihar vesilesi anılarla birlikte davasını da yüklenerek gelecektir!

4 Aralık 2010 Cumartesi

Amerikan Belgeleri



Gürkan BİÇEN



Yarı şaka yarı ciddi bir söylencede “Amerika’da neden darbe olmaz ?” sorusuna “Çünkü orada darbeyi planlayacak bir Amerikan elçiliği yoktur” cevabı verilir. Çok dillendirilmese de, Amerika bu tür vazifeleri İngiltere’den devralmıştır. Yüz yıl evvelki bir İngiliz elçisinin duruşunu bugün bir Amerikan elçisi sürdürmektedir. İngiliz arşivlerini ucundan da olsa bilenler bugün ortalığa saçılan belgelerin üslubuna ve içeriğine şaşırmayacaklardır. Şu var ki, yüz yıl evvel İngiltere kendisini dengeleyebilecek güçlerin varlığının bilincindeyken bugün Amerika kör bir gurur içindedir.

İran İslam İnkılâbı’nın dünya halklarına bir hizmeti de Amerikan elçiliklerinin gerçek mahiyetlerini hiçbir münakaşaya mahal bırakmaksızın gün yüzüne çıkarmış olmasıdır. İnkılâbın akabinde İran içinde başlayan suikastlar zinciri İnkılâbın birçok evladını daha yolun başındayken alıp götürmüştü. İslam İnkılâbı’nın muhaliflerini teknik, lojistik ve enformasyon açıdan destekleyen gücün Amerika ve Amerikan hükümeti adına bu işi İran’da organize edenin de Amerikan Elçiliği olduğu açıktı. İranlı öğrenciler 4 Kasım 1979’da başlattıkları bir eylem ile Amerikan Elçiliğini kontrol altına almış ve bu binada var olan teknik tertibatın mahiyeti ile kullanılış şeklini tüm dünyaya ilan etmişlerdi. Birçok ülkenin sahip olabilmek için en az yirmi yıl daha bekleyecekleri cihazlar Amerikan çıkarlarını yerel halkın aleyhine korumakta kullanılmak üzere bu binaya yerleştirilmişti.

Bahçede yer alan uydu alıcı / vericileri iletişimin temel unsurlarındandı. İçeride, konsolosluk hizmetleri verilen binanın ikinci katında, Tahran’daki ve civar bölgelerdeki telefon görüşmelerini dinlemek için kurulmuş cihazlar mevcuttu. Buradan elde edilen bilgiler yan yana hazırlanmış iki odada işleniyordu. Bunlar, dışarısıyla bağlantısı tamamen kesilmiş, şifrelerini ancak içine girecek kişinin bildiği ve çelik kapının girişinde zemine yerleştirilmiş tartı sistemi ile yetkilinin ağırlığına ayarlanmış kilit sistemlerine sahip odalardı. Odalardan birisinde belgeleri hazırlayan kişi yer alıyor ve diğerinde ise belgeyi vereni görmeyen, görevi belgeyi şifrelemek olan kişi bulunuyordu. Hiçbir bilgi şifrelenmeksizin gönderilmiyor, böylelikle, Amerikan Elçiliği içinde bile sızma riskinin en alt düzeye düşürülmesi amaçlanıyordu.

Bu odalardan birisinde İran içinde ve diğer ülkelerde yasadışı operasyonlara katılacak olan ajanlar için sahte pasaportlar ve ilgili ülkeye ait belgeler hazırlanıyordu. Bu belgeler sayesinde Amerikan casusları birçok ülkede ellerini kollarını sallayarak gezebiliyorlardı.

Binada birkaç tipte kâğıt imha makinesi de vardı. Bunlar, işleri biten belgelerin imhasında yahut acil bir durumda bütün belgelerin imhası amacıyla kullanılıyordu. Amerikan Elçiliğinin kontrol altına alınması sırasında binlerce belge bu makinelerle imha edilmişti. Buna rağmen İranlı öğrenciler aylarca çalışarak bu belgeleri bir araya getirmeyi başarmış ve bu belge içeriklerinden seksen kadar kitap basılmıştı.

Elçilik binasının içinde yer alan en dikkat çekici mekân ise “Cam Oda” idi. İçinde yer alanları görmeyi sağlayan ancak konuşulanları duyma imkânı olmayacak şekilde yalıtılmış bulunan bu odaya ancak üç kişi girebiliyordu: Amerikan Elçisi, CIA Bölge Şefi ve Şahın İstihbarat Servisi Başkanı. Bu oda son derece gizli görüşmeler için hazırlanmıştı. İran’ın yaşadığı birçok acı olayın planlarının bu odadaki konuşmalarla şekillendirildiği ve nihai kararların bu odada alındığı açıktı.
Amerikalı personelin profesyonelliği de dikkat çekiciydi. Öğrencilerin elçiliği kontrol altında tuttuğu dönemde buraya gelen Hamanei ile elçinin konuşması tercümana ihtiyaç olmaksızın gerçekleşiyor ve elçi Hamanei’ye akıcı bir Farsça ile hitap ediyordu. Amerikalılar çıkarlarını korumak için gerekenleri de yerine getiriyorlardı. Bugün bile, bulundukları ülkelerin resmi dillerini dahi konuşamayan birçok İranlı ve Türk diplomatın ve görevlinin varlığını bilenler için bu durum ders çıkarılması gereken bir hususu işaret etmektedir.

İranlı öğrenciler Amerikan Elçiliğini 444 gün boyunca kontrol altında tuttuktan sonra Amerikalı personel 20 Ocak 1981’de İran’dan çıkarıldı. Bu süreçte halklar Amerikan elçiliklerinin salt konsolosluk hizmetleri sağlamak için kullanılmadığını görmüş oldular ve dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İstanbul’da da İranlı öğrencilere destek gösterileri yaptılar.

Amerika’nın İran içindeki operasyonları bundan sonra da bitmedi. Petrolü millileştiren ve bu sebeple bir CIA darbesi ile devrilen Musaddık’ın ölüm yıldönümünde yapılan anma töreninde, 5 Mart 1981’de, bir konuşma yapan Hamanei, 1973 yılında CIA destekli bir darbeyle devrilen Şili’nin Marksist lideri Allande’yi de hatırlatarak, “Allande’nin tersine bizler, CIA’nin ortadan kaldırabileceği liberaller değiliz” diyordu. Ittılaat Gazetesi’nin 6 Mart 1981 tarihli nüshasında yayımlanan bu konuşmanın temelinde, şüphesiz, İmam Humeyni’nin Amerikan elçiliğinin kontrol altında tutulması sırasında Amerika’nın tepkisinden çekinenlere söylediği, “Amerika hiçbir halt edemez” sözü yer alıyordu. Amerika’nın İran üzerindeki emellerine ulaşmak için yönlendirdiği terör eylemleri 27 Haziran 1981’de Hamanei’yi, bir gün sonra da Cumhur-i İslami Partisinin merkez binasını hedef alıyordu. Bombalarla çökertilen binada bulunan Ayetullah Beheşti ve 72 arkadaşı şehit oluyorlardı.

İranlı Müslümanlar Amerikan Elçiliği binasının duvarlarını hak – batıl savaşını simgeleyen resimlerle donatmış ve burada bir zafer kazanmış olsalar da, Amerika’nın genelde Müslüman coğrafyaya ve özelde İran’a yönelik planları halen son bulmuş değildir ve Amerika tüm bölgeyi kontrol altına alabilmek için her türlü oyunu sergilemeye hazır haldedir. Bir anda yazılı, görsel ve elektronik medyayı kaplayan Wikileaks de bunlardan birisidir. Binlerce isim altında çalışan enformasyon ağının aslında bir tekel olduğunun ve Müslüman Dünyanın enformasyon ağının Batı’nın enformasyon ağını etkisiz hale getirme açısından halen çok ama çok yetersiz bir vaziyette bulunduğunun bilincinde olanlar açısından sahnelenen ancak, konuşuldukça Amerika’nın faydalandığı bir Ali Cengiz oyunudur. Öyleyse, biz, dikkatimizi onların yaydığı fesadı konuşmaya / yaygınlaştırmaya değil kendi vazifelerimizi ifaya teksif etmeliyiz.