Translate

26 Ağustos 2010 Perşembe

Sayılar

Gürkan BİÇEN
Fikret Adanır, 1979’da Frankfurt Üniversitesi’nde savunduğu tezinden uyarladığı Makedonya Sorunu isimli kitabında 1902 senesinde “Makedonya Öğrenci Derneği” tarafından Makedonya’da bir memorandum yayımlandığını ve buna göre yedi yüz bini bulan nüfusu ile Türklerin ülkenin ikinci büyük topluluğu olduğunun belirtildiğini aktarır ve devamla, “Buna rağmen ister Makedonya’ya komşu ülkelerin, ister Büyük Güçlerin ülkenin geleceğiyle ilgili planlarında, sayısal açıdan hala ülkenin en büyük ikinci grubunu oluşturan Türk topluluğunun varlığı, bir quantite negligeable (nicelik olarak göz ardı edilebilecek derecede küçük; ehemmiyetsiz) olarak, hiçbir zaman dikkate alınmadı” der. Adanır, meselenin temelinde yer alan anlayışı ifade etmesi için sözü R.Pinon’a bırakır: “İlk önce rakip Hristiyan ırklardan hiçbirinin Makedonya toprağında Türk’e herhangi bir hak tanımadığını saptamak ilginçtir. Yönerge hazırlamak ve hak yaratmak için fetih ve beş yüzyıllık egemenlik onlara yeterli görünmüyor.”

Aynı tarihlerde İmparatorluğun bir başka bölgesinde, Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı %2,5 ila % 5 arasında tahmin ediliyordu. İngiliz mandası altında Filistin’e yerleşen yüz binlerce Yahudi’den sonra bile, siyonist yapı bir devlet olarak ilan edildiğinde, bu oran ancak %31’e ulaşıyordu. Richard Holbrooke, siyonist yapının devlet ilanını duraksamaksızın tanıyan Harry Truman’a bunun yanlış bir karar olduğunu söyleyenlerin petrolü, sayıları ve tarihi öne sürdüklerini ve “üç milyon Arab’a karşı altı yüz bin Yahudi”yi tercih etmenin yanlışlığına vurgu yaptıklarını anlatır. Siyonist yapının tanınması Büyük Güçlerin sayılarla, tarihle ve bu ikisinin ortaya koyduğu haklarla bir ilgilerinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Onlar için Arapların binlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarının ve çoğunluk olmalarının bir anlamı yoktur. “Balfour Deklarasyonu”ndan “Beyaz Belge”ye ve oradan “Nakba”ya giden yolda atılan her adımın mantığını katliamlar eşliğinde işletilen “sömürgeleştirme” ve “köleleştirme” kavramları şekillendirir.

Batı, Osmanlıyı Balkanlardan sürerken, onun bölgeyi şekillendirmeye yönelik son gayretlerini hayretle karşılar ve “Türkler artık hiçbir güçleri yokken buna niçin kalkışırlar?” diye sorar. Türkler son bir gayretle de olsa, Trablusgarp’tan Irak’a kadar birçok yerde bölgeyi bir kez daha şekillendirmeyi deneyerek çekilirler. Moralleri çöken, birlikleri darmadağın olan, kavimlerine güvenlerini kaybeden eski yerel kumandanlar İstanbul’u telgraf yağmuruna tutarlar. Esat Paşa, “Allah ve peygamber aşkına, beni bu halkla baş başa bırakmayın. Bana biraz Türk gönderin” derken, Priştine’den Mehmed Paşa da aynı taleple İstanbul’a telgraf çeker. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine sığan savaşlarda emperyalist Batı ile Osmanlı’nın mücadelesi yaklaşık beş milyon kilometre karelik bir alanda cereyan ediyordu. Bugün Arap Birliği üyesi ülkeler on dört milyon kilometre kareye yakın bir yüz ölçüme ve üç yüz milyonu aşkın nüfusa sahiptirler. Uğrunda savaşmaları gereken Filistin ise sadece yirmi sekiz bin kilometre karedir.

İnsanlığa şahit olan, adil ve vasat bir ümmet iddiasını yüklenen İslam ümmetine emredilen de sayıların aritmetik büyüklükleri ile değil niteliksel ağırlıklarıyla ilgilenmektir. Onun için Allah Bedir’de sayıca çok düşman topluluğu yerle bir ederken, Huneyn’de onca kalabalığına rağmen Müslümanlara dünyayı dar etmiştir. Kalabalık Arap ordularına karşı giriştiği savaşlarda onları perişan eden siyonistlerin kendilerinden kat kat küçük Direniş örgütleri karşısında en ağır, en aşağılayıcı yenilgileri tatmış olması ve milyonluk orduları dize getirmesiyle mağrur bu çetenin Direniş karşısında bir “laf anlamazlar güruhu”na dönüşmesi Allah’a dayanmış, şahitliğinde adil bir topluluğun gücünün göstergesi değil midir? Allah günlerini (Yevmullah) kulları arasında işte böyle döndürür ve halkları köleleştirmek, kaynaklarını sömürmek isteyen zalimlere, onlar milyonları dikkate almayı reddederken, o küçük sayıları hesaba katmayı işte böyle öğretir.

Kudüs’e akan bu ırmak, çokluğuyla, yandaşlarıyla, gücüyle ve ordusuyla sarhoş her zalimi önüne katıp sürükleyecek ve geçmiş ümmetlerden emanet aldığı Direniş sancağını gelecek nesillere tertemiz bir şekilde teslim edecektir.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Mavi Marmara’dan Kudüs’e

Gürkan BİÇEN
Avlonyalı Ekrem Bey Osmanlı Arnavutluk’una ilişkin anılarında, “Savaş Yunanlılara veya Sırplara karşı ise Arnavutlar daima hazırdı.” der. Osmanlı ordusunun belkemiği sayılabilecek Arnavutların daima hazır olduğu bir diğer görev ise Kudüs nöbetidir. Beşinci Ordu’nun İşkodra Fırkası’nın sancağı halen Halil er-Rahman’da bulunmaktadır. Bu sadece askeri bir nöbet de değildi. İmparatorluğun en üst idari mevkilerinde yer alan Arnavutlar kendilerini Kudüs’ü ve Filistin’i siyasi olarak da muhafaza ile yükümlü görüyorlardı. Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında yüklüce bir bedel karşılığında Tel-Aviv’de yirmi bin hektar arazi kiralama arzusuyla İstanbul’a gelen ve kendisinden bu girişim için yardım talep eden Parisli Baron Rotschild’i kesin bir dille reddetmişti. Ferit Paşa; “Filistin bir zamanlar Yahudilere aitti, ancak Büyük Süleyman ve Küçük Davut’un zamanından bu yana binlerce sene geçti. Haklı veya haksız, Filistin bugün kesin olarak Araplarındır, Osmanlı İmparatorluğunun da bu durumu değiştirmek için ne siyasi ne de manevi bir nedeni vardır” diyordu.

Yahudi halkı Filistin’den çıkarıldıktan sonra Eski Dünya’nın birçok yerine dağılmış halde bir hayat sürdü. Müslümanlarla birlikte yaşadıkları Endülüs de bunlardan birisiydi. Jacques Attali’ye göre, Endülüs’ün düşme sürecinde Müslümanların yanında yer almayan Yahudilerin kovulmasının sebebi Avrupa’nın kim olduğunu unutma arzusunda saklıydı. O, Avrupa’nın artık Kudüslü değil de Romalı olmayı istediğini söyler. Böylelikle Avrupa Kitab-ı Mukaddes’in verdiğini (Kudüs’ü) reddetmiş ve kendi tercihini (Roma’yı) belirlemiş olacaktır. Bu zihni dönüşümün işaretleri daha önce hiç bilinmeyen ve öyle de olmayan “sarışın İsa” figürlerine yansımıştır. Osmanlı ise bu faydalı unsurun kovulmasını “ahmaklık” olarak kabul etmiş ve bilindiği üzere onların birçoğunu ülkesine yerleştirmiştir. Avrupa’da mutsuz olan birçok Yahudi de sayıları yüz bini bulan Osmanlı tebası Yahudi cemaatine katılmayı düşlemektedir.

Yahudilerin Filistin’e dönüş çağrıları Endülüs sürgününden sonra yeniden başlamış ve Attali’nin nakline göre II.Selim döneminde hazinede önemli bir mevkie ulaşan Joao Mendes (Joseph Ha Nassi) Taberiyye’de “bir Yahudi devleti kurmak üzere” toprak temliki elde etmiştir. Bunu, Kanuni’nin Taberiyye’yi yeniden inşa projesinin devamı olarak kabul etsek ve “Yahudi devleti” kurma iznini bir abartı olarak telakki etsek de, bu durum Yahudilerin Filistin’e olan ilgisinin Osmanlı tebası oldukları halde bile devam ettiğini ortaya koyan bir örnekliği hak etmektedir.

Avrupa’nın aksine Müslümanlar “halife” her nerede olursa olsun Kudüs ile ilgilerini tıpkı Yahudiler gibi “Kitap” ekseninde belirlemişlerdir. Hilafet merkezinin Şam’da, Bağdat’ta veya İstanbul’da olması Kudüs’ün statüsünü değiştirmemiştir. Müslümanlar kendilerine tahsis edilen Kabe ile birlikte insanlık ailesinin tümüne tahsis edilen Mescid-i Aksa’ya ümmetin insanlığa şahitlik mevkii olarak bakmışlardır. Mescid-i Aksa’yı barış yanlısı tüm kavimlerin, dillerin, dinlerin temasına açık tutmuşlardır. Bu şahitliğin korunmasını da hangi kavimden olursa olsun tüm Müslümanlar üzerlerine ortak bir borç olarak almışlardır. Filistin’in her karışında bu şahitliği koruyanların kanlarını bulmak mümkündür.

Müslümanların Filistin’i kaybetmelerinin ardından kurulan yeni denklemde Filistin davasını bir Arap – Yahudi (siyonist) çatışması olarak ele alan yaklaşım Filistin’i özgürleştirme yolunda başarı sağlayamamış, zaten sömürgeleştirilmiş Arap devletlerinin Arapçılık, Arap Birliği temelinde yükselen çabaları siyonist yayılmacılığa bir sınır koymanın dışında, sonuç vermemiştir. Laik, kavmiyetçi Araplar Filistin davasını kendi eksenlerinde yürütmek isteseler de Müslümanların “Kitap” ile olan bağları onları er ya da geç bu denklemin içinde yer almaya mecbur etmiştir. Hasan El Benna İhvan- Müslimin üyelerini bu uğurda harekete geçiriyor ve şahadetine kadar da Filistin davasının Müslümanların ortak davası olduğunu anlatıyordu. Soğuk Savaş döneminin şartları Filistin davasının Müslüman rengini ikinci plana atmış olsa da, bu tohum yeni bir baharı bekliyordu.

Hasan Nasrallah, siyonistlerle olan mücadelenin en tehlikeli dönüşümünün Camp David Anlaşması ile Mısır’ın denklemden çıkarılması olduğunu ancak, Allah’ın takdiri ile denkleme Arap olmayan ve fakat İslam temelinde yükselen yeni bir gücün, İran’ın girdiğini ve Müslümanların ortak davasına dönüşen Filistin meselesinde artık yenilgiler çağının kapandığını müjdelerken, Amerikan kolonileri olarak görülen Arnavutluk, Kosova, Bosna, Makedonya gibi ülkelerde dahi Müslümanların bakışlarını Kudüs’e çevirebilme başarısını gösteren Mavi Marmara ile terazinin Filistin tarafına yerleşen Türkiye’nin muhtemel gücü henüz sınanmamıştı. Mavi Marmara ile Türkiye bir yüz yıl evvel Kudüs’ün müdafii olan Balkanların yetim Müslümanlarını, onlar bugün Amerika’nın emriyle Afganistan’a muharip kuvvet gönderiyor olsalar bile, Filistin davasına hizmet için seferber edebileceğini gösterdi.

İstanbul’dan hareket eden Mavi Marmara, vicdan sahibi gayrı Müslimlerden ayrı olarak, Filistin denklemine taşıdığı Müslümanlarla Filistin davasının ümmetin ortak davası olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Osmanlı Arnavutluk’u geride kalsa da, Mavi Marmara mücadeleye, “Savaş siyonistlere karşı ise Arnavutlar, Boşnaklar, Kürtler, Türkler, Araplar, Lazlar, Çerkezler… daima hazırdır” anlamını kattı. İşte bu yüzden Ramazan ayının son cumasını Kudüs Günü olarak değerlendiren Türkiyeli Müslümanlar bu tarihi anı unutturmamak adına bundan sonra düzenlenecek Kudüs Günü etkinliklerine “Mavi Marmara” etiketini de koymalı ve bu manayı olabildiğince derinleştirmelidirler.

Selam olsun Mavi Marmara’ya ve İşkodra Fırkası’nın sancağını halen muhafaza eden Filistin halkına.

13 Ağustos 2010 Cuma

Birleştirici dil

Gürkan BİÇEN
2005 tarihli bir röportajında Hamid Algar, “Asıl mesele tasavvuf araştırmacılarının çoğunluğunun Türkçe bilmemeleri. Bildiğiniz gibi akademik çevrelerde Arapça ve Farsça yaygın ama Türkçe önemsenmiyor. Türkçe, dil devrimi sonucunda maalesef öğrenilmesi şart olan İslamî diller arasından çıktı.” diyordu. Algar’a göre dil devrimi Türkçe’yi İslam’ın taşıyıcı dilleri arasından çıkarmış, kavmi bir alana sıkıştırmıştı. Türk dil devrimini inceleyen Geoffrey Lewis de, Algar ile benzer bir kanaattedir. Lewis, devrimin kendi içinde başarılı olsa da, bunun bir trajedi olduğu hakikatini değiştirmediğini savunur. “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu” isimli eserinde, Lewis, “ Türk dil reformunun amacı, uzun zamandan beri dilin bir parçası durumunda olan Arapça ve Farsça’ya ait dilbilgisi özelliklerini ve bunlardan ödünç alınmış binlerce sözcüğü tasfiye etmektir” ifadesine yer verir. Devrimin başarısını ve aynı zamanda trajedinin boyutunu göstermek için de, Mustafa Kemal’in Nutuk’unun 1934 ve 1963 baskıları arasındaki farkı delil olarak getirir. D.Mehmet Doğan da, “Yüzyılın Soykırımı” kitabında benzer deliller sunar.

Anadolu halkının dini tevarüs ettiği Arap ve Fars dillerinin etkisinden arındırılan Türkçe, geçmişe yönelik bağlarından koparıldıkça seküler bir dil haline gelmiş ve bugün için yetmiş milyon insanın konuştuğu sıradan bir dile dönüşmüştür. Bin yıllık süreçte İslam’ın taşıyıcı dillerinden birine evrilen Türkçe, dil devrimi ile kendi içine kapanmıştır. Ulus devlet sürecinin Anadolu halkına verdiği ve etkisi artarak devam eden temel zararlardan birisi Türkçe’nin soykırıma tabi tutulmuş olmasıdır.

Modern Türkiye’nin uluslaşma projesinin araçlarından olan okullaşmanın ürettiği aydınlar, Türkçe’nin evrildiği seküler, kavmiyetçi özellikten büyük oranda rahatsız değildirler. Onlar, dilin bir kavmi diğerlerinden ayrıştıran ve benzerleri ile bütünleştiren en temel araç olduğunu savunurlar. Onlara göre dil, birbirini tanımanın, birbiriyle tanışmanın aracı olmaktan ziyade üstünlüğün bir ifadesidir. Halbuki Müslüman zihin kutsal bir ırk ve dil faraziyesini reddettiği gibi üstün bir ırk ve dil faraziyesini de reddeder. Müslüman zihin için kutsal olan tek şey “Kuran”ın metnidir. Kuran’ın inzal olunduğu Arapça da değil.

Nasıl ki, Balkan halklarının uluslaşma süreci Türk karşıtlığı / düşmanlığı üzerine bina edilmişse, kimilerine göre gecikmiş ulusallaşma sürecindeki Kürtlerin kimliği de Arap, Türk, Fars gibi Müslüman halklara yönelik düşmanlık duygusu üzerine bina edilmektedir. Kürdistan Özerk bölgesinde yürütülen çalışmalara yönelik olarak Sandra Phelps, Kürt milliyetçiliğinin sosyolojik kurgusunun milliyetçiliğin sembolleri bakımından, diğerlerinden farklı olmadığını söyler. Ona göre, marşlar, danslar, bayrak gibi semboller bakımından Kürt milliyetçiliği diğerleri ile benzer halde olsa da söylem ilginçtir: Kürtler, Kürt olmaktan gurur duyuyorlar… Biz, Phelps’in Türklerin de Türk olmaktan gurur duyduklarını bilip bilmediğine vakıf değiliz. Ne var ki, Kürtlerin, Türklerin yaşadığı tarihi tecrübeyi tekrar ettiklerinin farkındayız. Okul kitaplarının, müfredatın, yöntemlerin, hülasa her şeyin gözden geçirildiği Kürdistan Özerk Bölgesinde hayat "Yeniden inşa" sözü üzerinde yükseliyor ve bir tür ulus inşa süreci yürütülüyor. Kürtçe’nin ve böylelikle Kürt halkının akıtılmak istendiği mecrayı özetleyecek sözler ise Kürdistan Özerk Bölgesinde okutulan ulusal marşta yer alıyor: "Hey düşman, Kürt ulusu dili ile yaşıyor, bayrağı asla inmez"

Sadık Yalsızuçanlar, Mezopotamya’nın kadim ve güçlü dilleri arasında yer alan Kürtçe’nin bugün Türkiye’de de seküler bir alana kaydırılmaya çalışıldığından söz ederken medrese geleneğine değiniyor ve Hamid Algar’ın sözlerine tersinden temas ediyor. Yalsızuçanlar, “Kürt medreselerinde biliyorsunuz Bediüzzaman'ın da öngördüğü şekilde birkaç dilde öğretim yapılıyordu. Tabi ana dil olarak Kürtçe başta geliyordu. İlim dili olarak Arapça ve Farsça ile Türkçe. Bu çok dilli öğretim, İmparatorluğun bütün coğrafyasında hâkimdi.” derken İslam potasına karışmanın azaltan değil arttıran etkisini vurguluyordu. İslam’ın aktarılmasında gerçek bir rol almasıyla Kürtçe, böylelikle Kürtler, coğrafyayı bölen değil birleştiren bir unsur oluyorlardı.

Bugün Anadolu halkının Müslüman zihni hakim kılması yönünde kırması gereken ilk pranga dile yönelik yaklaşım olmalıdır. İslam adına kaybedilen Türkçe’nin İslam adına yeniden kazanılması ve Kürtçe’nin de yitirilmemesi zihni dönüşümün hareket noktasıdır. İslam’ın kardeşlik ilkesini soyut ifadelerden somut vakalara tahvil etmemiz, kardeşliği elle tutulur, gözle görülür, mizanda tartılabilir hale getirmemiz gerekir. Müslüman halkların hakları konusunda Müslüman halkın kanını, onurunu ikinci plana atacak tüm çözümlere hayır derken, kendi siyasal gerçekliğimizi de oluşturma gayretinde olmalıyız. Anadolu halkının İslami vahdetini sağlamayı bir ibadet bilmeli ve İmam Humeyni’nin “İbadetimiz siyaset siyasetimiz ibadettir” sözüyle özetlenebilecek kararlı bir duruş gösterebilmeliyiz. Çözüme yönelik teklif ile temenninin aynı şeyler olmadığının ayırdına varılmalıdır. Kavramsal düzeyde yürütülen tartışmalara “birleştirici dil” ve “genişletilmiş alfabe” de katılmalı, anayasal düzeyde “resmi dil” kavramından “birleştirici dil” kavramına geçişin sağlaması muhtemel faydalar değerlendirilmelidir.

İslam’ı, İslam kardeşliğini, Allah’ın yeryüzünde oluşturmak istediği toplumu anlatmayan / aktarmayan hiçbir dil, resmi dil bile olsa, bizim değildir. Sahip çıkmamız gereken şey dini aktaran bir dildir. Komşunun dili bile olsa.

6 Ağustos 2010 Cuma

Güneşi batıdan getiremezsin

Gürkan BİÇEN
Paul Tibbets, belki, annesinin ismini verdiği bombardıman uçağından bıraktığı "little boy" Hiroşima'ya ulaşınca, bir anda yüz kırk bin insanı katledebileceğini bilmiyordu. Ancak bu katliamın üzerinden geçen onlarca yıl sonra kendisiyle yapılan röportajlarda ısrarla o bomba sebebiyle asla pişman olmadığını söylerken, Daniel Headrick'in, "Etik açıdan insanlık son üç yüz yıldır hemen hemen hiçbir ilerleme kaydetmemiştir. Ama enformasyon sistemlerindeki araçsal ilerleme inanılmaz boyutlardadır. (...) Çok fazla enformasyona sahip olsak da, 'insanlığın iyileşmesi' hala çok uzak bir olasılık" sözünü, Batı Dünyası açısından haklı çıkarıyordu. Batı aklının / vicdanının Atlantik ötesi temsilcisi Amerika'nın o dönemki başkanı Truman Hiroşima'nın ardından Nagazaki'de de bir katliama onay verirken bu katliamın üç gün evvelinde yaşanan Hiroşima tecrübesi insanlık ailesini dondurmuş haldeydi. Truman Avrupa'da da bir atom bombası tecrübesi yaşanmasını istiyordu ancak Avrupa'nın dini yapısı onu bu niyetinden vazgeçirmiş olmalıdır. Almanya atom bombasından kurtulsa da, İkinci Dünya Savaşı boyunca bombaların düşmediği Dresden Amerika'nın ve Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin gücünü ispat için savaşın son günlerinde taş üzerinde taş bırakılmamacasına bombalanmış ve kullanılan fosfor bombalarının da etkisiyle yüz otuz beş bine yakın insan hayatını kaybetmiştir. Böylelikle savaş sonrasının egemen güçleri tüm halklara nükleer yahut konvansiyonel silahlarla neler yapabileceklerini göstermiştir. Bize kalan ise Amerikan tankları ve dolarları ile gelen demokrasiyi kutlamak için Paris caddelerinde Amerikan askerlerini öpen kadınları izlemek ve aydınlık günlere dair vaatleri dinlemek olmuştur. Bunca hayata yönelik umarsızlık göstermiştir ki, Batı'nın vicdanı arka plandaki iniltileri bastıracak bir siren sesi ve cesetleri kapatacak bir ambulans görüntüsü ile rahatlayacak derecede lekeli bir vicdandır.

George Orwell'ın, "Kapitalist emperyalizm"in "Komünist emperyalizm"e yönelik erken dönem saldırısının edebiyat alanındaki temel eserlerinden birisine dönüşen ve her şeyi kontrol altında tutan "Big Brother" karakteri ile meşhur "1984" romanını CIA için kaleme alıp almadığına emin değiliz ama romanın yazıldığı dönemde İran petrol kaynakları ve stratejik konumu sebebiyle önem arz etse de, Soğuk Savaş'ın her iki tarafı için bir "kimlik" özelliği taşımıyordu.

Petrolü millileştirme amacıyla hareket eden Musaddık'ın bir Amerikan darbesiyle devrilmesinden çeyrek asır sonra emperyalist dünya İran'ın İslami rejime inkılâbı ile yüzleşiyordu. Asaf Hüseyin, "Bu asrın şahit olduğu bir diğer önemli olay, 1979 senesinde İran'da İslam Cumhuriyeti'nin kurulması ve bu ülkedeki Amerikan çıkarlarının yerle bir edilmesiydi. (...) İran İslam Cumhuriyeti'nin şahsında ortaya çıkan bu üçüncü güç, süper güçlerin hâkimiyeti ve müktesep hakları için en büyük tehlikeyi oluşturmaktaydı." derken petrol ve stratejik konuma eklenen temel öğeyi, kimliği işaret ediyordu. Batı'nın lekeli vicdanı ile İslam'ın salim vicdanı, hakkın, adaletin, feda kültürünün yok edildiğinin, tarihin sonuna yaklaşıldığının düşünüldüğü bir zamanda bu inkılap ile karşı karşıya geliyordu. İmam Humeyni bu tarihi anı İran halkına şu sözlerle açıklıyordu: Siz bütün dünyayı saran bir putu kırdınız.

Amerikan putu İran'ı, kölesi Saddam ile cezalandırmaya kalktığında Müslüman Dünya, bu putun desteğiyle kendi halkını katleden Şah'tan sonra Müslümanları kitlesel olarak kıyıma uğratabilen bir zalimi ve destekçilerini de görmüş oldu. Tahmili Savaş boyunca Saddam'ın kimyasal silahlarla öldürdüğü İranlı Müslüman sayısı yüz bini bulmuştu. Bugün Siyonist yapının katliamlarının kınanmasını engelleyen Amerika, 21 Mart 1986'da Irak'ı İran'a karşı kimyasal silahlar kullanması sebebiyle kınayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi açıklamasına da karşı çıkıyordu. İranlı Müslümanların ülkeyi Şah'tan, İnkılabı ve böylelikle Müslümanları tüm bir insanlığa şahit kılacak salim vicdanı Saddam eliyle yok etmek isteyen Amerika'dan kurtarmak için ödedikleri bedeldi bunlar. İnkılabın şahitliği devam ediyor ama Şah'tan, onun akıbetinden ibret alamayan Saddam artık yok!.. Amerika, bir Nemrut edasıyla, kölelerinden Tarık Aziz'i yaşattı ve Saddam'ı öldürdü.

Anadolu Müslümanlarının, Milli Görüş eliyle insanlık ailesine sunmak istediği özgürlük, adalet ve refahın elde edilebilmesi için izlenecek yolun esaslarından birisini Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, "antiemperyalist" olmak şeklinde ifade ediyor. Buna ilaveten, "Milli Görüş davasına inananların, Allah'tan başkasına boyun eğmeyeceğini" söylüyor. Kurtulmuş'a göre; "1 Mart 2003 tarihli tezkere ile Amerikan askerlerine topraklarını kullandırtmaktan imtina eden Türkiye, bir milyon Iraklı Müslüman'ın hayatını kaybettiği Irak Savaşı'nda Amerikan uçaklarına yüz beş bin sorti imkanı sağlayarak bu kana bulaşmış haldedir ve aslında akan kan bizim kanımızdır." Bu doğru bir duruş, doğru bir hatırlatmadır. Bununla birlikte, Anadolu'nun salim vicdanı olma iddiasıyla hareket eden Milli Görüş, Batı'nın lekeli vicdanına, emperyalist saldırılarına karşı duruşunu ortaya koymak açısından Irak'tan sonra yeni bir imtihanla yüzleşebilir: İran. İslam'ın salim vicdanının tarih sahnesindeki yerini koruyabilmesi onu çevreleyen Müslüman halkların bu vicdanın sesine kulak vermeleri, bu sese kendi seslerini katmaları ile mümkündür. Bu sesin yok edilmesine izin verilmesi, uzun dönemler boyunca dönememek üzere, Müslümanların tarihten çekilmelerine sebep olabilir.

Müslüman halklar olarak biz, evet, Allah'tan başkasına boyun eğmiyoruz. Yeryüzünü sarmalayan Nemrut edalı puta, Amerika'ya sesleniyoruz: Bütün kölelerini öldürsen ve tüm lekeli vicdanları buna şahit tutarak kibirlensen de, asla ve kat'a, güneşi batıdan getiremezsin.