Translate

8 Nisan 2012 Pazar

Niçin yazdım

Gürkan BİÇEN

“Benim de bir öyküm var: İDSB” yazımın akabinde gelen müspet ve menfi tepkiler iki temel noktayı işaret ediyordu. Bunlardan birincisi “Niçin yazdın?” sorusu ile özetlenebilir. İkincisi içinse “Emin misin?” sorusu uygun olur.

Arnavutluk’taki bir STK’nın ihracı ile başlayan tartışmamız orada kalmış ve bu tartışmanın ardından İDSB’nin nasıl yönetildiğine dair şaşkınlık verici bir metin bana ulaştırılmamış olsa idi, “benim de bir öyküm var”, demezdim. Ancak bana ulaştırılan metin Türkiye’deki Müslümanların dikkatine sunulmayı hak ediyordu.

Ben, İDSB heyetiyle Arnavutluk’taki bir STK’nın İDSB üyeliğinin niçin iptal edildiğini sorguluyordum ve verilen cevaptan İDSB’nin Arnavutluk’taki üye STK’lar hakkında hiçbir bilgisinin olmadığı anlaşılıyordu. Belki onların bu bilgisizliğini “her şeyi de bilemezler ki” diyerek mazur görmemiz de mümkündü. Ne var ki, bana gönderilen metinde; “Şükürler olsun gazeteyi de, haberleri okumayı ve seyretmeyi de 2003'ten beri bıraktım.”, denmesi İDSB’nin dünyayı takip etmek üzere vazifeli kıldığı kişinin/ kişilerin dünyadan bihaber olmakla övündüklerini ortaya koyuyordu ve bu kabul edilemezdi. İDSB’nin takip etmediği zaman dilimi içinde birilerinin sözüne istinaden üyelikten çıkardığı STK, Tiran, Arnavutluk merkezli olarak kurulmuş, Arnavutluk Müslümanlarının kamuoyu önündeki savunucusu olmayı başarmış ve bu haliyle Avrupa ve Amerika’nın belli merkezlerinin de dikkatini çekmişti. Aynı STK kurumsallaşma çabasında kendisine kültürel, akademik ve ekonomik destek sağlamalarını temin etmek için Türkiye’deki bazı kuruluşlara müracaat etmiş ve fakat Türkiye’deki organizasyonların ilgisine mazhar olamamıştı. Zira Türkiyeli organizasyonlara sunduğu projelerin hiçbirisinde “iftar” ve “kurban” dağıtımı gibi Arnavutluk için neredeyse faydasız diyebileceğimiz şeyler yoktu. Bunların yerine bu STK, Türkiyeli kuruluşlara dergi, gazete, radyo ve bir adım ötesinde okullaşma ve siyasal hayata dair projeler sunmuştu. O, bu işlerin finanse edilmesini ancak işin mümkün olduğunca Arnavutlar tarafından yürütülmesini, Türklerin uzantısı bir yapı izlenimi verilmemesini istiyordu. Türkiye’nin iri yarı bir yardım kuruluşu bu STK’nın projelerini “mayınlı alan” olarak tanımlamıştı. Türkiye’nin olumsuz tavrına aldırış etmeksizin bu STK faaliyetlerini sürdürmeyi başardı. Şayet İDSB’nin temsilcisi Türkiye’deki basını takip etmeyi bırakmamış olsaydı bu STK ile ilgili haberleri de görebilirdi. Yine Arnavutluk Müslümanlarının problemlerini takip etmiş olsaydı, tezkiye işlemine maruz bıraktığı bu STK hakkında kendisine bilgi verenlerin ne tür ilişkilerle maruf olduklarını bilirdi.

Arnavut bölgesini yakından tanıyan, İDSB’nin ancak genel düzeyde ilişki kurduğu birçok kişiyle şahsi ilişkisi olan birisiyim. Üyesi olduğum platformlarda öncelikle Müslüman Arnavutları ve sonra da Balkan bölgesini ilgilendiren konuları takip ediyorum. Dünyanın hemen her tarafına yayılmış Arnavut diasporası ile az veya çok iletişimim var ve böyle olduğu halde herhangi bir meselede emin olabilmek için edindiğim bir bilginin sağlamasını mümkün olduğunca çok kaynaktan yapmaya gayret ediyorum. Ama İDSB yetkilisinin bana göndermiş olduğu metinde, “Nihayetinde bir üyemizin alınması ve çıkartılmasında tezkiye mekanizması var ve çalışıyor. Mezkûr şahsın nerelerle ne iş yaptığını gayet iyi bilecek kadar da ilişkiler ağı var.”, cümlesini okuyorum. İDSB temsilcisi Arnavutluk’un küçük bir yer olduğunu, kendilerinin ilişkili oldukları kişileri bizim de yakinen tanıdığımızı bilmiyor olmalı ki, böylesine rahat bir cümleyi kurabiliyor.

İDSB temsilcileri işte böylesi bir bilgisizlik içindeyken sadece Arnavutluk meselesinde kalmış olsalardı “Benim de bir öyküm var; İDSB” yazısını kaleme alma ihtiyacı doğmayabilirdi. Ama onlar insanların kanı üzerinden emperyalist hesapların yürütüldüğü bir alanda da söz söylediler. İDSB Genel Başkanı, Özgür Suriye Ordusunu desteklediğini açıkladığında ve Direniş hakkında “Sözde direniş ekseni” ifadesini kullandığında kendilerini tüzüklerine sadık olmaya çağıran bir yazı kaleme almıştım. Bu yazımda İDSB tüzüğüne göre bir STK’nın üyeliğinin kabulü için aranan şartlar arasında “şiddete bulaşmamış olmak” ifadesine de yer verildiğini, İDSB’nin bu çatışmada askeri bir yapının tarafı olmasının izahı olmadığını ifade etmiştim. Bu makalemin İDSB yetkililerince okunduğunu bana gelen metinde yer alan, “İsmi Gürkan olan birinin soyisminin bariz bir şekilde Suriye'ye dair basın açıklaması yaptığımızda "kapıkulu mu?" diye tavsif edilecek makalenin sahibi olması gerektiğine kani oldum...” ve “Bir çocuk var bayağı bayağı yazılar yazıyormuş. Doğrusu duymuştum ismini bizimle ilgili bir yazısından ötürü. Okuduk itibar vermedik ve cevap bile vermeye tenezzül etmedik.”, ifadelerinden anladım. Kendilerine tüzüklerine sadık kalmalarını tavsiye etmeme itibar etmedikleri belliydi. Ancak kuvvetle muhtemel, “Siz bu açıklamayı yaparken üyelerinizin ekseriyetinin fikrini almış değilsiniz. Öyle olsaydı bu sözleri sarf edemezdiniz zira listenizde Direniş Ekseni’ni “sözde” olarak nitelemenize, Direniş’i Müslümanların kanına girmekle itham etmenize açıkça karşı çıkacak, Türkiye’nin silahlı muhalefete destek verdiğini hatırlatacak üyelerin varlığını biliyorum.”, sözüme itibar edilmişti ve Arnavutluk’taki STK alelacele üye listesinden çıkarılmıştı. Onunla da yetinilmemiş Suriye kökenli dernekler de silinmişti.

Metni hazırlayan şahıs, Ağustos 2011’de Yeni Şafak Gazetesinde İran İslam Cumhuriyeti’ne lanet okuyan bir yazı kaleme alan Yusuf Kaplan’a cevaben yazdığım bir makaleye işaretle; “Şahsen ben G.B ismini ilk defa bir arkadaşım telefonla arayıp: ‘Duydun mu İrancıların sitesinde Yusuf Hocayla ilgili bir çocuk iğrenç bir yazı yazmış!’ deyince haberdar oldum. Cevaben: ‘Ne yazısı, ne sitesi ne ona karşı yazılan site dedim?’ çünkü gazete, haber sitesi vs okumadığımdan ne İrancı denen siteden, ne Yusuf Hoca'nın İran'a dair yazılarından ve ne de ona karşılık yazılmış bir yazıdan haberdar idim.” ifadesine yer vermemiş olsa, ben- iyi niyetle- İDSB’den gelen bu kişilerin Suriye konusunda anlattıklarının bir bilgiye dayandığını düşünebilirdim. Ancak talebesi olmakla övündüğü hocasını bile takip etmeyen bir kişinin Suriye hakkında anlattıklarını nereden duyduklarını/ öğrendiklerini merak etmek hakkım olmalıydı. Yoksa onların da, Arnavutluk’taki partnerleri gibi, Amerikan belgelerine muhbir sıfatıyla geçen dostları mı vardı? Öyle ise bu dostların kendilerini dezenformasyona uğrattıkları açıktı. İDSB’nin maruz kaldığı dezenformasyonun görülmesi gerekiyordu.

İDSB’nin kendini tanımladığı çizgiye, barış yanlısı sivil toplum çizgisine dönmesi gerekiyor. Mevcut duruşuyla İDSB kamuoyunu yanlış yönlendiriyor. İşte “Benim de bir öyküm var; İDSB” yazısını kaleme almamın birinci sebebi, “Niçin yazdın?” sorusuna verilecek cevap budur: İDSB değil çatışma ortamındaki bir ülkede olanlardan, barış içindeki bir ülkedeki kendi üyesi hakkındaki gerçeklerden bile habersizdir. İDSB’ye kulak verenler bunu bilmelidir.

Bu metni yazan ve bana ulaştıran kişinin kendi açısından samimi olduğuna, kendisine ulaştırılan bilgilerin doğru olduğunu düşündüğüne ve bunlarla amel ederken doğru yaptığı kanaatinde olduğuna eminim. Zira bu insanlar vaktiyle de Müslümanların dertleriyle dertlenmiş kişiler. Ne var ki samimiyetin tek başına yetmediği, birçok hesabın iç içe geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu kişilerin de, olup bitenleri dikkatle takip etmeleri, halklar üzerinde yürütülen psikolojik harbin usul ve araçlarını tanımaları, Müslümanları yönlendirirken hataya düşmemeleri gerekiyor. Teyid edilmemiş bilgileri yaymak ve bunlarla amel etmek Müslümanlara ancak zarar verir.

Yazıma gelen müspet ve menfi tepkilerin işaret ettiği ikinci husus ise “Emin misin?” sorusuyla özetlenebilirdi. Batı Dünyasının ve Orta Doğunun bütün zalimlerinin bir araya geldiği, Türkiye’yi de içine sürükledikleri bu girdapta Direniş’in verdiği haberlere kulak verilmesi gerektiğini zira onun bizi daha evvel yanıltmadığı gibi bu sefer de yanıltmayacağını biliyorum. Nihayetinde işlerin döneceği yer ise şüphesiz Allah’tır.

“Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz”

5 Nisan 2012 Perşembe

Benim de bir öyküm var: İDSB

Gürkan BİÇEN

Masanın etrafındakiler İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nden (http://www.theunity.org/tr/) gelen misafirleri dinliyor, zaman zaman yönelttikleri kısa sorularla onların kendilerini daha detaylı bir şekilde tanıtmalarına imkan sağlıyorlardı. İDSB’nin 2005 öncesine uzanan fikri temellerinden, 2005 yılındaki vücut buluşuna kadar bir dizi şey anlatılırken konuşmacı üyelerinin seçimi/ üye kabul koşulları konusunda yaklaşık olarak şöyle bir cümle kuruyordu: “Bize üye olmak isteyen derneği en az iki referansla kabul ediyoruz. Bir tezkiye sistemimiz var ve beğenmediğimiz, uygun olmayanları da üyelikten çıkarıyoruz.” Sözün burasında İDSB’yi tanıtmak üzere getirdikleri kitapçık ve broşürlerin yanında yer alan bir listeye, Balkan ülkelerindeki İDSB üyelerinin listesine işaretle, “Bu listede Arnavutluk Müslüman Forum niye yok? Üyeniz olduğunu biliyorum”, diyorum. Bu sözümle başlayan ve beni doğal olarak öfkelendiren bir konuşma süreci geçiyor aramızda. Karşımda oturan kişi;

- Onu çıkardık, diyor.

- Niye çıkardınız?

- Onun başkanı hakkında problemler var, şahsıyla ilgili.

- Onun başkanı kim?

- ……… diye birisi

- Emin misiniz …….olduğuna?

- Evet

- Yani siz diyorsunuz ki, AMF’nin başkanı ……. hakkında şahsı ile ilgili problemler var?!

- Evet

- Siz ………’nin Arnavutluk Müslüman Forum’un başkanı olmadığını bilmiyor musunuz?

- ……..

- ………’nin forumda hiçbir zaman başkan olmadığını bilmiyor musunuz?

- Ama bize müracaatlarında onun adı vardı.

- AMF size bizi alın diye gelmedi, sizden ……… Bey bana rica etti ve ben de onlara sordum. Onlar sizin kim olduğunuzu bana sordu ve sonra da formu doldurmama izin verdiler.

- …….. için size ne dediler, Amerikan karşıtı mı dediler? …….. mi anlattı size bunları?

Konuşmanın burasında toplantıda olanlar tansiyonu düşürmek için “Bizim meselemiz ……. yahut Arnavutluk Müslüman Forum” değil bunları sonra özelde konuşun dediler. Bunun üzerine meclistekilere “Benim meselem de …… falan değil, bunlar üzerini çizdikleri derneğin başkanının kim olduğunu bile bilmiyorlar ama o kişi hakkında ahkâm kesmeyi ve şu listedeki hiçbir dernek ödeme yapamayacak haldeyken ikide bir para istemeyi biliyorlar ancak ben meselenin ne olduğunu biliyorum. AMF Amerikan karşıtı açıklamalar yapıyordu ve bizim dışişleri ‘bunlara bunu listeden silin’ dedi. Mesele bu kadar basit, dedim. Bu sözüm üzerine içlerinden birisi, “Dış İşleri Bakanının böyle bir şey dediğini nereden çıkarıyorsun?”, diye sordu. Kendisine, “Dış İşleri Bakanı şeklinde bir söz ağzımdan çıkmadı. Dış işleri diyorum” dedim. Kendilerine iftira attığımı düşündüğünü söylemesi üzerine de, “Bu işlerin nasıl döndüğünü bilmiyor muyuz? Siz bilmiyorsanız ben mi anlatmalıyım?” diyerek konuyu kapadım.

İDSB heyetinin bundan sonraki konuşmalarının önemli bir kısmı Suriye meselesi ile geçti. İran’ın Irak üzerinden silah sevkıyatından, Suriye’nin tek dostunun Türkiye oluşuna; Amerika’nın bile Suriye devriminin karşısında yer aldığından; Esad’ın Nusayri devleti düşüncesine; basında Suriye yanlısı kalemler oluşundan, kara propaganda yürüten bir cephenin varlığına kadar birçok şey anlatıldı. Tüm bu anlatımdan Suriye halkının İDSB ve …….. Vakfı dışında yardımcısı olmadığını fark etmemizin istendiği belliydi. Orada mı üretildi bilemiyorum ama bir vecize (!) bile söylendi: “Esad İran’ın kalkanı, İsrail’in zırhıdır”

Bu uzun propaganda faaliyetinin dehşet verici bölümü ise silahlı mücadelenin her şeye rağmen Suriye sokaklarında yükseldiğini ancak birçok şeyle birlikte silaha da ihtiyaç duyulduğunun söylenmesiydi. Daha evvel İDSB’nin silahlı mücadeleye desteğini açıkladığı beyanatına binaen dile getirdiğim gibi sivil toplum zemininde hareket ettiğini ileri süren bir teşkilat silahlı mücadeleyi nasıl övebilir ve destekleyebilir? Şayet ferden böyle düşünüyorlarsa, bu kisveden sıyrılıp İDSB’yi terk etmeleri gerekmez mi?

Heyet ayrılmadan evvel yeni gelenlerle birlikte son bir tanışma daha yapıldı ve kendimi tanıtmam üzerine yukarıda geçen konuşmamızı verdiğim kişi bana, “Siz bir yerlerde yazıyor musunuz?” diye sordu. “Evet, çeşitli yerlerde” diyerek cevapladım kendisini. “Yusuf Kaplan hakkında yazdınız mı?” diye devam etti. “Evet, yazdım. İDSB hakkında da yazdım”, dedim. Muhatabım, “Ben Yusuf Kaplan’ın talebesiyim” deyiverdi. İşte bu şahıs aramızdaki konuşmanın/ münazaranın nasıl başladığını es geçen bir öykü kaleme almış. Bu kişinin bir vesile ile bana ulaştırdığı bu öyküde isimleri geçen alakasız kişilerin isimlerini çıkararak metni aynen yayımlıyorum. Zira İDSB’nin bir şekilde idaresinde yer alanların nasıl bir haleti ruhiye ve fikri çerçevede hareket ettiğinin bilinmesi hassaten bu dönemde önem arz ediyor. Zira bu kişiler Suriye halkının kanını hiçe sayıyorlar. Kendi fantezilerini hakikatin tümü sanıyorlar. Öyle ki, birkaç ay evvel üye listesinde ismi geçen Suriye kökenli “Filistin Halkına Yardım Derneği” bile üyelikten çıkarılmaktan kurtulamıyor. Bunların şahısları ile hiçbir meselem yok. Kimse benim düşüncelerime katılmak, itibar etmek zorunda olmadığı gibi kimse beni sevmek, takdir etmek zorunda da değildir. Bir cümleye hayat veren kalemin en ağır ve kimi zaman da en haksız eleştirileri göğüslemek zorunda olduğunun farkındayım. Ama bu gaddarlık benim şahsımı aşıp bir başka halkın kanına bulaşıyorsa bunu da Müslümanların bilmesi gerekir. Sizi bu öykünün gizemli dehşetine bırakıyor ve bu öykünün akabinde İDSB’nin üyelikten çıkardığı AMF’nin http://www.forumimusliman.org/turkce/ adresindeki sitesini ziyaret etmenizi istirham ediyorum:

Aşağıdaki metin İDSB’nin resmi görüşü değildir ancak onun ilişkilerini düzenleyen ve yürütenlerden birisi tarafından kaleme alınmıştır.

GİRİŞ:

04.04.2012 tarihinde ……..'i Genel Koordinatörüm ve beraberindeki bir heyetle ziyaret ettik. Amacımız hem tanımak hem tanışmak idi. Namazımızı kıldık, sohbete başladık ve ilerleyen süreçte birileri geldi. Bunlar içinde zât-ı şahâneleriniz de var idi...

GEREKÇE:

Mektup dünkü toplantı çerçevesinde kaleme alınma niyetiyle yazıldı...

Şahsen ben G.B ismini ilk defa bir arkadaşım telefonla arayıp: "Duydun mu İrancıların sitesinde Yusuf Hocayla ilgili bir çocuk iğrenç bir yazı yazmış!" deyince haberdar oldum. Cevaben: "Ne yazısı, ne sitesi ne ona karşı yazılan site dedim?" çünkü gazete, haber sitesi vs okumadığımdan ne İrancı denen siteden, ne Yusuf Hoca'nın İran'a dair yazılarından ve ne de ona karşılık yazılmış bir yazıdan haberdar idim. Şükürler olsun gazeteyi de, haberleri okumayı ve seyretmeyi de 2003'ten beri bıraktım. Çoluğumla çocuğumla ilgileniyorum....

Haberdar olunca Yusuf Hocanın yazılarını, mezkur siteyi ve makalelerini gördüm. Okuduklarım mezkur siteyi ve diğer yazıları biraz inceleyince bakış açısını gördükçe şaşırmadım. Çünkü bir mütefekkir olan Yusuf hocanın yazısında tam olarak işaret ettiği cevhere müteallik husus buydu. neo-paganizmin tarihsel sayacaklarını bir mecusi tapınağında yeniden alevlendirerek bu alevi ateş haline çevirip beşeriyeti, bir kurucu unsur olarak bu ülkeyi, bu coğrafyayı ve insanlığı yakabilecek potansiyelde olan bir kor ateşti belki de işaret edilen..tahkir ve tezyif ile tekfir-tenkid'in içiçe geçirildiği çok da başarılı sayılamayacak böylesi bir yazıya dava sahibi "Yusuf Kaplan"ın herhalde cevap vermesi beklenmez, beklenemez! Benim gibi yüzlerce talebe yetiştirmiş bir değerin aleyhindeki böylesi bir yazıya onun ve kendi adımıza cevap verilmesini de beklemek en iyi ifadesiyle ham hayal olur. Çünkü böylesi tenekeden tayyare, çelik çomak kabilinden yazıları ne hoca ne de talebeleri hakikaten okumaz. Böylesi "besleme" sitelere girmeye tenezzül etmez, entelektüel çevrelerde bahse konu edilmez...Ama işte nihayetinde bir öykü yazmak gerekebiliyor bazen ve buna sebep de aşağıda...

ÖYKÜ'NÜN GEÇTİĞİ YER: TOPKAPI

Öykünün senaryosu ilginç...Topkapı denen kalabalık bir yerin altında bir muhlisane ekibin ziyareti..İçeride birileri var. İçlerinde eskiden beri çeşitli yerlerde yazdığını bildiğim ama şahsen tanışmadığım, gördüğümde o olduğunu tahmin ettiğim ……. ile fısır fısır konuşan dudaklarından müstehzi ve müstekreh büzülmeler gördüğüm bir kişi yer alıyor...Balkan kökenli olan ve misafirperverlik kültürünü aldığını sandığım şahıslar yanlarında bir misafir konuşurken kendi aralarında yazışıyor, misafirlere ait kitapçıklara, materyallere bakıp olumsuz manada kuş diliyle bir şeyler ima ediyor!

Hayırdır dedim içimden, bu çocuklar yabancı bir misafirleri varken yanlarında ve konuşurken kendi aralarında fısır fısır, açıkça rahatsız olduklarını ifade eder bir tarzda ne demeye çalışıyorlardı? Ki sağolasın sen yetiştin ve Arnavutluk'ta şu teşkilat niye yok diye sordun? Ben de cevap verdim; ama ikna olmadığın açıktı çünkü zaten bir yerlere "muti" olanın "mukni" olmaya niyetli olmadığı açıktı...Kaldı ki orada genel koordinatörüme hürmeten fazla konuşmadım gerekçelere dair. Gerek de yoktu...

Nihayetinde bir üyemizin alınması ve çıkartılmasında tezkiye mekanizması var ve çalışıyor. Mezkur şahsın nerelerle ne iş yaptığını gayet iyi bilecek kadar da ilişkiler ağı var. Mesele öncelikle temsili haiz olmayan, bir teşkilatın gerekliliklerini yerine getiremeyen, getiremeyecek olan ama kartviziti de kullanmaktan imtina etmeyen bir yapının olmasıdır.Yoksa son derece hışımla giriş yapıp Ararat'tan üfler gibi sebep mezkur şahsın anti-Amerikancılığı falan değildir! Böylesi basit bir çıkarım yaparak muhatabını amerikancılık kefesine koyan birine lisede mantık dersi versen de işe yaramadığı anlaşılıyor?

PART II: BİLİNÇALTI VE MÜSTEKBİRLİK

Biraz daha ilerleyince vakitİ öfkeden kıpkırmızı olan yüzünü, 1 saati aşkın sohbetimiz esnasında yanındaki çocukla oyalanıp bizi aklınca dinlemiyor gibi Freud'un sınıflandırmalarında bir yerlere oturan tarzda hareket etmesini şaşkınlıkla izledim.... İsmi Gürkan olan birinin soyisminin bariz bir şekilde Suriye'ye dair basın açıklaması yaptığımızda "kapıkulu mu?" diye tavsif edilecek makalenin sahibi olması gerektiğine kani oldum...

Yanımdakine sordum nezaketle: "Bu adamın soy ismi Biçen mi? diye" El Cevap: "Evet!" O ânda birden Yavuz Selim ve Dördüncü Murad geldi her nedense aklıma...Belki İdris-i Bitlisi ile aynı coğrafyadan gelmek, belki tarihe dair okumaları yapmak, belki İngilizce, Arapça veya kısmen Farsça külliyatta yer almayan ama o münbit havzadaki kaynaklar getirdi bu isimleri aklıma...Hani bugün olduğu gibi yine bu coğrafyaya,kadim geleneğe ve temsil ettiği inanç-kültür dünyasına yönelik "mutaarrızların, muarızların ve mutaassıbların" kimler olduğunu, neler yaptığını, neler yapabileceğini ilmi derinlikte yazıp ifşa ederek bir stratejik derinlik öngören kitaptı o Kürt alimin yazdığı....Veya Müfid Yüksel idi...Onu Allah bilir...Ama her halükarda aklıma bu iki büyük isim geldi Gürkan Biçen denilince...Büyük ihtimal "kapıkulu" veya "şahınkulu" veya "şahkulu" veya farklı mustalahta yer bulabilecek olan; izafeten kıblesi muhakkak ve katî sûrette aynı yere bakanların yer aldığı bir havzaya akan yazılar yazdırtılan bir isim zihnimde birden şerit gibi geçti...Bilinçaltını ele veren ve mustazaf gibi sihirli kelimeleri ve ondan mündemiç teoremleri inşa etmeye yeltenen bir müstekbir kim bilir?....

HERMENÖTİK, ZEİTGEİST VE BİR MİHVER

Teşkilatımızı bildiğine dair iddialı sözleri dile getiren şahsın temsil ettiği eksenin neresi olduğu kullandığı klişe cümlelerle ikinci dakikada ortaya çıktı...Müstetir ve mahfi ve müteşevviş bir dünyanın inşa ettiği zihniyetin izdüşümleri mahir ve makir bir mahiyet arz etmesine rağmen öfke, kin, nefret, demonize etme gibi beşeri hissiyatlara hakim olamadığından ikinci dakikasında fışkırıveriyor...Tıpkı aynı zihniyetin hükümfermâ olduğu Şâm-ı Şerif'te keskin nişancının vurduğu bebeğin kafasından fışkıran kan gibi, irin gibi....Necaset ve kerahiyyet kokan ifadeler çıkıyor ortaya...

Bunların ne olduğunu hatırlatıyor bana Kirâmen Kâtibin...Neydi diyorum G.B'nin söyledikleri: "Dışişlerinden talimat almışsınızdır....Ne olduğunuzu gayet iyi biliyoruz...Biz de olayları takip ediyoruz, içyüzünü gayet iyi biliyoruz..Ben isterseniz size anlatayım bu işlerin nasıl döndüğünü..." Amerikancılık yaftalaması vs de cabası...Birden bire kafamda şimşekler çaktı...Dine, mukeddesata ve tarihe düşman kesimlerle, şahsiyetlerle ve oluşumlarla bu sözlerin sahibinin ve sahibelerinin nasıl birlikte oldukları, Şâm-ı Şerif'i nâ-müşerref bir zihniyet tekelinde tutmak için nasıl canhıraşane çalıştıklarını ve anti-amerikancılık, natoculuk gibi domates-patates kabilinden hermenötik bir çıkarsama yaptıklarını gördüm....

İşlerin nasıl döndüğünü söyleyen şahsın efendisinin nihayetinde Kâinat'ın Efendisi olmadığını söyledi kulağıma biri..Çünkü O'nun eşlerine, dostlarına ve mirasına münkir, murız bir düşünceye mübtela olduğunu tavzih etti bana..İşlerin bu mübtela olduğu " آریا mihverinden" gelen talimatlarla yürütüldüğünü, gece-gündüz yeni bir Zeitgeist inşa etmeye çalışan cemaatin olduğunu ekledi...Biraz daha tafsilata muttali olunca anladım gerçekten G.B'nin işlerinin nasıl döndürüldüğünü, kimlerle ne için ve ne işler çevirdiğine dair...Yine de büyüğümüz dedi ki :"Bırak çocuk sevinsin bir şeyleri biliyorum diye...."..Bıraktım...

CÜMLE BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZAN PARAGRAF:

amerikancılık, arnavutluktaki üye vs ve bir de …… ismi geçmiş öfkeden titreyen sesin sahibinden....elbette evsafı böylesi bir kurumda çalışmak için uygun olmadığını, mezkur delikanlının buraya verdiği toplam mesainin son derece sınırlı olduğunu, mevcut olduğu durumda da şahsi işlerle uğraştığını bilemezdi bu titrek sesli mağrur adam...

devam etmiş....aidat yazıları falan geliyormuş defalarca, her halde aynı şekilde birçok programa temsilci göndermeleri, komisyonlarda temsil edilmeleri gerektiği yönündeki yazıları da görmüştür diyor bir kardeşimiz...kendisi ve benzerlerinden ibaret vitrine oynayan, tahtakaleden yapılmış kartvizitler kullanan birinin bir camiayı, kurum ve kuruluşu oluşturması mümkün mü diye soru sorulur mu kpss veya kpds'de....

bir diğer staj yapan çocuk soruyor abi ben stj.av koysam ismimin önüne olur mu diye? neden olmasın evlat diyorum...bak bizim orada hdm. diye sıfat kullanmış biri diyorum. "O ne ya abi?" diye soruyor...Cevabım:"Araştırma hastanesindeki hademe!"

"Yani sıfatlar kullanmak mühim değildir" diyor bir diğeri...devamen : "Mühim olan Mevla'nın sıfatlarını tahkir ve tezyif ederek bunu birilerine tevil eden zihniyetin izdüşümü olmaktır."diyerek bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor...

CİN ALİ HİKAYESİ, PEPE SAYI SAYMAYI ÖĞRENİYOR

"Tanıştığımıza memnun oldum ifadesini kullanabilir misin acaba?" sorusu gerçekten garip...Hele bu cümleyi kullanacak yüz binlerce beşerin vahşice katledildiği ve beşeriyete en büyük darbenin vurulduğu Suriye mevzubahis olunca..."Onun için G.B ve temsil ettiği hattın icbari ahval nedeniyle elini sıkmak dahi gerçekten acı vericidir." cümlesini duyuyor kulaklarım...Sesin sahibi G.B'nin şedid bir tarzda savunduğu Esed hanedanın işkenceyle paramparça ettiği şehit Hamza Hatib ve benzeri yüzlerce çocuk...Hemen ayağa kalkıyor ayakkabı boyacısı Şebbiha: "Bunlar hepsi uydurma, Cezirenin, Arabiyyenin yalanları.Öyle videolar yok, öldürenler tekfirciler, kaideciler, akpeciler, çarşambacılar, perşembeciler, kurtlarvadisiciler..." falan diye histeriye tutulmuş gibi devam ediyor...Kendi haline bırakıyorum....Tanıştığımıza memnun mu olduk acaba? Ne münasebet.....

Yine Hamza Hatip bana sanki birilerini ifşa edercesine onların tarih boyunca izinden gittiği, tüm makalelerinde referansta bulunduğu, değerler skalasını ona göre dizayn ettiği "mihver"in guluv, adavet ve galizlikle muamele ettiği ismini duyduğunda öfkeden kudurduğu çocuklarımı hatırlatıyor bana...Vayy be diyorum...Cin Ali vardı ve şimdi de pepe var...Pepe pepe...İki ekmek aldım eve gidiyorum köşeden Lübnandan vatanıma gelen keskin nişancı beni vuruyor anne diyor...Pepe iki ekmek aldı vuruldu Halidiyede, cesedi sokakta bir haftadır....Ama senarist diyor ki bunlar senaryo ölü yok, pepe yok....demek ki yok demiyorum...var ve biliyorum..pepeyi katledenin onu çok seven evladımın düşmanı ve katili olduğunu da biliyorum...benim de düşmanım...çünkü gerçekten güzel bir çizgi film pepe..bir de keloğlan var...o da idlib'te sanırım...

AKADEMİK BAKIŞ AÇISI VE İDEOLOJİK KÖRLÜK

"Kardeş sen uluslararası ilişkilerde doktora yaptın" diyorum bir arkadaşıma ve bir mail atmaya karar veriyorum.

---------- Yönlendirilmiş ileti ----------
Kimden: ………..
Tarih: 4 Nisan 2012 22:34
Konu: Acil Bir Rica
Kime: ………….

Merhaba...

Naber kardeş? Bayağı olduğu görüşmeyeli.İnşallah iyisindir. Yoğunsun biliyorum ama lütfen ilgilenir misin aşağıda hususla ilgili?

Bir çocuk var bayağı bayağı yazılar yazıyormuş. Doğrusu duymuştum ismini bizimle ilgili bir yazısından ötürü. Okuduk itibar vermedik ve cevap bile vermeye tenezzül etmedik. Dün bir münasebetle bir yerde karşılaştık. Ziyarete gittik vakıftan arkadaşlarla... Şahıs bayağı bayağı dolmuşa binmiş gibi doldurulmuş biri. Genç ama biraz edep adab dersleri görmeye ihtiyaç duyan birisi..Akşam yedibuçuktan nerdeyse ona kadar ordaydık. Bu esnada bizde bıraktığı izlenimlerim ve gözlemim bu...

Adam kırmızı görmüş gibi oldu bizi görünce. Ben de kendimi matador gibi gördüm desem yalan olmaz. Nezaket ziyaretindeydik. Hoşgöreyim dedim. Akşam eve ulaşınca kimdir bu, nedir, necidir bir bakayım dedim. Yukarda yazdığım gibi daha öncesinde asistanım göndermişti yazdığı şeyi, itibar etmemiştik. Ancak ziyaret esnasında söyledikleri şahsı daha derinlemesine ele alınması gerektiği kanaatini uyandırdı bende...

Sitesi var yazdığı yerler var aşağıdaki linklerde...Beni ilgilendiren husus -hepsi ısmarlama olduğu açık- suriye ve ortadoğuya dair yazdıkları. Senin gibi bu alanda değerli bir kardeşimin akademik bunları okuması çok zor..Ama benim için zorla kendini biraz akademik bir gözlükle okumaya çalış..Beni bugün içinde bilgilendirirsen çok memnun kalırım. Kanaatlerin nedir bildirirsen iyi olur, yarın vatandaşa mail atacam.

İyi akşamlar

Linkler:..................................

Mart bahar ayı, dışarıdan kuşların sesi gelmiyor, ama sanal alemde bolca uğursuz baykuşun sesi kulaklarımı tırmalıyor....

Cevap geliyor beklediğim...

Kimden: …….

Tarih: 4 Nisan 2012 23:58
Konu: Re: vakit kaybetme

Merhaba ………,

Öncelikle senin gibi birine hiç yakıştıramadım bunu başta söyleyeyim. Ben senin ciddi, akademik ve elle tutulur bir şey ile ilgili şeyler soracağını sandım…Ama seni kırmamak için yine de girdim siteye ve o yazıları okumaya çalıştım. Yusuf hocaya neler yazmış öyle! Utandım doğrusu. Sen de biraz yazmışsın ama bence terbiyesizliğin de seviyesi olmalı. Bilmiyorum hoca ne dedi bununla ilgili. Her neyse benden istediğin kanaatlerimle ilgili olarak şunları paylaşayım:


"Kabih ve galiz ifadelerle dolu, teorik temeli olmayan, orta doğuya dair hele Suriye ile ilgili yazdıklarının birçoğu sathi, intihal ve şerh-haşiye seviyesinde dahi olmayan üst üste bindirilmiş paragraflar..Şu Mesaj, Yeniçağ, Sözcü vs gibi gazetelerde yayımlanacak türden…

Asıl dikkatimi çeken sitedeki diğer yazılar ve yayın politikası.Senin de dediğin gibi ben de ilk defa girdim bu siteye. Tam bir soytarılık! Birilerinin uşakları ve projesi olduğu o kadar sırıtıyor ki..Sanırım muhatap kitlesi de zeka seviyesi olarak gerçekten tahmin edemeyeceğimiz bir seviyede olmalı?

Mezkur şahsa dönecek olursak sorduğun Ortadoğu ve Suriye’ye dair yazdıkları ve diğer tüm yazıları okunduğunda, biraz da işaret edilen kodlar üzerinden derine inildiğinde, para-psikolojik bir tahlil yapıldığında bunların tamamının bir "azınlık yapı" için ehlileştirilmiş, devşirilmiş bir sıbyanın karalamaları olarak görüyorum.

Tamam hakemli bir dergi için yazılmamış, hedef kitlesi de o değil ama adamın yazdıkları oradan buradan kotarılmış sallamasyon şeyler! Kusura bakma ifademden dolayı ama en azından bilimsel araştırma metotları vs okumasını tavsiye etmek lazım adama!

Her neyse geç oldu, müsaadeni isteyeyim. Suriye Dışpolitikasına dair bir makalem yakında uluslararası bir dergide yayımlanacak İngilizce olarak. Sana onay geldikten sonra pdf olarak gönderirim. Görüşlerini benimle paylaşırsan sevinirim..Çocukları öp yerime.

Kal sağlıcakla."

ŞAHSİLEŞTİRİLMİŞ CÜMLECİKLER

Şimdi dönelim hikayeye ve Kaplan'a dair yazılanlara..

İlki kendisinin talebesi olmakla şeref duyduğum Yusuf Kaplan'a yönelik yazın. Sartre ile Mehmet Akif ile süslemeye çalıştığın kısmı burada herhangi bir lise talebesi de yazardı orayı geçelim! Hocamın "çete" ve "besleme" diye tabir ettiği kesimin argümanları ikinci cümlede başlıyor.. Braudel'in üçüncü denklemine giren, avamın itibar ettiği C denklemine düştüğünü gösterircesine ordan buradan gazetelerden haberler döşüyorsun alt alta. Bu da normal çünkü C denklemindekiler bunu yapmakla mükellef. Arabistan-Vahhabilik hikayesi bu besleme-devşirme güruhun bariz hastalıklarından bir tanesi. Buna senin de mübtela olduğun açık. KASAD-D diye kadın sağlıkçılar ve Hayat Vakfı diye doktorlardan oluşan üyelerimiz var. Bu hastalıktan kurtulmak zordur ama tedavisi mümkünse ismimizi vererek indirimle tedavi olmak mümkün.

Burada dikkati çeken husus şu; Akif üzerinden müstekreh-mekruh ifadelerini Yusuf Kaplan adlı önemsediğim bir değerli mümin için kullanan senin gibi birisinin "maruf" bir havzanın ilmu-halini okumuş olması, bir yerleri "merci" olarak kabul edip "muti" olması, birilerini "masum" olarak görüp yürekten bağlanacağı bir "veli"sinin bulunması ve onun da "fakih" olması gerektiği ortada! Bu önermeyi anlayacak kadar İsagûci okuduk elhamdulillah. Okumadıysan biraz ağır bir mantık kitabıdır ama tavsiye ederiz.

Yazıda kullanılan "Mekruh-Mübah" kelimeleri bana "helal-haram", "temiz-necis" ifadelerini onlar da fıkha ve usûle müteallik hususlarda bu konunun ele alınması gerektiğini söylüyor. Korkarım şiirle, çiçek, böcekle ve anlamadığı ortadoğudaki gelişmelere el atmaktan tut Ahmed Davutoğlu'nun teorisinin temelsizliğine kadar yazan "gerçekten derin" senin gibi biriyle bu konuları konuşmak "sâlim" bir şey değil. Ki zaten konumuz da değil...

SON NOKTA

"Diğer tüm yazılara bakıldığında çok açık bir şekilde tabakhanede veya mezbahanede çalışanların üzerine sinen koku geliyor burnuma..." diyor Doğu'da büyükbaş hayvancılık yapan ailenin çocuğu. "Okudun mu hepsini ki böyle söylüyorsun?" diye soruyorum. Cevap enteresan:

"Abi ne demek! Okudum tabi, hatta o sitenin sahibinin bir merkezi var oralara da takılıyordum. Yazar olan abiyi de tanıyorum. Üniversiteden bazı arkadaşlar var takılan." diyerek bayağı bayağı derin ilişkiler ağına, göbekten bir yerlere bağlı olanlara, mali kaynaklara kadar bilgiler veriyor..."

"Beni ilgilendirmez bunlar kardeş..Adamlar hangi devletten para alıyor, hangi mezhep için çalışıyor falan filan..Sen yazılara dair kanaatini söyle" diyorum.

Doğulu delikanlı söylüyor: "Abi imanıma, Kuranıma bu kadar da olmaz. Dedim ya ben de takılıyordum bunlara.Hatta M.C de beraberdik, site vs açmıştık...Bize destek oldu ...adlı ....sahibi. Ama Suriye'de olay başlayınca durum değişti. Ben ve bazı arkadaşlar baktık ipin ucu kopma noktasında. Adamlar ne din, ne iman ve ne de insanlık tanımıyor. Gözlerini kan bürümüş ve sonuna kadar Esedi destekliyor..Allah belalarını versin deyip ayrıldık.."

Kızıyorum iyice: "Geç bunları dolandırma vaktimi alma sen bana bu makalelere dair görüşünü beyan et merak ettim." diyorum.

"Tamam abi kızma ya!" diyor ve ekliyor doğulu delikanlı. "Valla feci şekilde grip olmama rağmen burnumun direkleri çatlıyor..Bu da ne diyorum...Bu kadar mı iğrenç yazılar yazılır. İnanmıyorum bunlara abi. Gözleri kör olmuş bunların.İnan var ya önlerine kim gelse öldürecek kadar gözlerini kan bürümüş." diyor....

Burnun direklerinin sızlaması da ne acaba? Sanki yazılarda göklere çıkarılan birilerinin alet olduğu Sabra-Şatila hattındaki masumların çürümüş cesetlerinin kokusu....Sanki Halep, Kamışlı, İdlib ve Şam'da cesedi tankın bombasıyla yıkılan evin enkazı altında kalan cesetlerin kokusu....Bu çirkin ve necaset, kan ve irin kokan yazılardan göklere yükseliyor kokular...natoculuk, amerikancılık, -cilik, -culuk diyen birileri varmış...

SON NOKTANIN ARASINA GİRMİŞ BÜYÜKLERDEN NASİHATLAR

Bir büyüğümüz şunları söylüyor son nokta arasına müdahil olarak:

"G.B bağırsağı, akyuvarları, bıyıkları, nefreti ve düşüncesiyle bir beşer görünümünde...Yazdıkları ve düşünceleri onu bağlar, hukuki anlamda copyright hükümleri neyse o mu uygulanır acaba?

Öykünün kahramanı farklı biridir diye bir tevile gidilebilir; zira tevil geleneği oldukça muhkem görünüyor içinde bulunduğun muhitte...Bir şey yazarken sonuna es'ile kısmı koyman ve bunlara cevap verilmemesi, yazılamadığından değil daha ciddi, daha derûni işlerle milletin iştigal ettiğindendir!"

Sanki Mevlana mübarek! Bir de Farsça dinlesek ne güzel olur şu beyitleri:

"Sen sen ol, kendini bil, adam ve âdem ol! Yakından tanımadığın, bilmediğin kimseleri, kuruluşları gümlediğin açıkça görüldüğü gibi saldırma, tahkir ve tezyif etme! Olur ki yarın karşına çıkar, öyle olmadıkları halde su-i zan yaptığından, tıpkı gavurun Bağdat'ı vurduğu gibi şiddetle saldırdığından bumerang gibi ters döner? Gün döner devran döner evlaat!"

"Son sözün beybaba?" diyorum ve bana şu ibretlik cümlelerle karşılık veriyor:

"Çocuğum, bizde merhamet esastır. Merhametli ol, bağışla, hoşgör. Sana kötü davranana sen iyilik yap. Seni tekfir edene sen git hidayet dile. Zalimle birlikte olana el uzat ki ateş onu da yarın zalimle yakmasın..."

"Eyvallah beybaba ellerinden öperim hürmetle" diyorum. O da gözlerimden öpüyor ve:

"Oğulcağızım söyle o kanlı manlı ön-ek, son-ek taşıyan çocuğa ismini güzelleştirsin; çünkü kıyamette güze isimlerle çağrılacak. Yine sen ona selamımı söyle ve de ki: Her sinekten yağ çıkmaz, bu yazıdan da ona malzeme çıkmayacağı gibi..Çıkartırsa eğer söyle biraz daha oradan buradan malzeme bulsun güzel ve çoooooook büyük bir helva yapsın. Çünkü gerçekten yakın bir zamanda Şam'da milyonlarca müminle kutlamalar yapacağız. Onu da çağır gelsin, biz şehitlerimiz için müjdeli gün için helva yeriz, o da kim için yerse yesin!"

Şu tarla domatesleri çıksa da kalitesiz, sahte, yapmacık, bir yerlerden ithal, şırıngalanmış tatsız, tutsuz hatta bazen yemeden çöpe attığımız domateslerden kurtulsak ya!

ÖYKÜNÜN SONU

…… ……….

1 Nisan 2012 Pazar

Nisan Bir

Gürkan BİÇEN

Dış İşleri Bakanı olmadan evvel, 2003 yılında “Büyükelçi” payesi ile onurlanan Sayın Ahmet Davutoğlu, malum olduğu üzere aynı zamanda bir akademisyen. Türkiye, Davutoğlu’nu, kendisi dış işleri alanında özel danışman olduktan sonra gündeme gelen/ fark edilen “Stratejik Derinlik” isimli, eleştiriye kapalı kitabı ile de tanıyor. “Okuma-yazma” becerisini rejimin ideolojisini ezberleten müfredatın ve genel olarak bu müfredatın hastalıklı neticelerini yayan matbuatın takibi dışında kullanamayan bir toplumda dış işlerinin fiyakalı bir isimle sunulan bir kitabın müellifine bırakılmış olması ne güzel!

Gel gelelim, coğrafi yahut siyasi haritaları açıp ülkeler fethedenleri uyaran Alfred Korzybski’nin "the map is not the territory" (Harita ülke değildir) sözünü göz ardı eden “Stratejik Derinlik” Suriye meselesiyle hem müellifini hem de takipçilerini kitabı ve kitaba dayandırılan Türk dış politikasını yeniden ve fakat bu sefer gerçekçi bir bakış açısıyla gözden geçirme zaruretiyle baş başa bıraktı. Sayın Davutoğlu’nun teorisinin temelsizliği Balkan coğrafyasında yaşanan bazı gelişmeler/ olaylar ile açığa çıkmış ancak bunlar Türk kamuoyunda dillendirilip tartışılmamıştı. Ne var ki, Suriye meselesi Türkiye’nin dış politikasının –görünen haliyle- bir kişinin bakış açısına endekslenmesinin büyük bir hata olduğunu ortaya koydu.

Sayın Davutoğlu, yukarıda belirttiğimiz üzere büyükelçi sıfatını da haiz olması hasebiyle, diplomasinin “sözlerin bitmeyeceği” bir alan olduğunu bilmesi gerekirken, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile yaptığı görüşmenin ardından “sözün bittiği yere gelindiği”ni ve Esad’a “günlerle sınırlı” bir süre verildiğini ilan etmekle aslında diplomasinin hiçbir yerinde olmadığını ortaya koymuştu. Sayın Davutoğlu’nun bu “kibir”li tavrı Sayın Başbakan’ın konuşmalarına da yansımış, Başbakan, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin Türkiye’deki mevkidaşının Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olduğunu göz ardı ederek, Beşar Esad’ı “yalancı” olmakla itham etmişti. Böylece, söz ve iletişim sanatı olan diplomasi yerini, diplomat payeli bir dış işleri bakanı eliyle, komitacılığa bırakmış oldu. 1998’de Suriye sınırına yürüyen Türkiye aynı sınır bölgesini bu sefer Suriyeli muhaliflerin silahlı unsurları ile Libya ve sair ülkelerden akan maceraperestlere açtı. Türkiye, Akdeniz sahillerindeki otellerde bekleşen binlerce maceraperesti “turist” olarak açıklamaya çalışsa da, bu gülünç açıklamaya itibar eden kimsenin olmadığı da aşikâr.

Türkiye, Suriye’de reformları desteklemekten ziyade rejimin silahlı bir mücadele neticesinde devrilmesini amaçladı ve bunun için açık bir biçimde çalıştı. Yakın tarihte, 28 Şubat sürecinde edinilen tecrübenin ardından iktidara gelen bir kadronun kendi ülkesinde “evrim” yoluyla değişim stratejisini takip ederken, Suriye’de silahlı mücadeleyi desteklemesi ilgi çekici olduğu kadar sebeplerinin derinlemesine tartışılmasını da gerektirir bir durumdur. Varlıklarını hükümetin varlığına armağan etmiş eski İslamcı taifenin Suriye rejimine karşı “askere yazılma” çağrılarıysa Türkiye’deki Müslümanların “zihni sömürge” hallerinin hangi noktaya ulaştığını göstermesi açısından şaşırtıcıdır. Tüm bunlardan daha vahimi ise Türkiye’nin ne olduğu belli olmayan meşruiyet alanları/ mekanizmaları oluşturma çabasının aparatçığı olmasıdır.

Suriye’deki problemin Batı’nın tek taraflı müdahalesi ile çözüme kavuşturulacak nitelikte olmadığını söyleyen ve böyle bir müdahaleye kesinlikle izin vermeyerek mevcut dünya düzenindeki pozisyonlarını hatırlatan Rusya ve Çin bu hamleleriyle Türkiye’ye Orta Doğu’ya geri dönmenin yolunu açmışken, akıl almaz bir şekilde, Türkiye, Fransa ile kol kola girerek, kendisini Orta Doğu’nun giriş kapısından atacak, bölgeden uzun bir süre soyutlayacak bir maceraya girişti ve hangi kriterlere dayandığı belli olmayan, nihai olarak da çökmesi mukadder bir süreci başlattı. Sayın Davutoğlu bu girişimi “Suriye’nin Dostları” olarak isimlendirse de, Suriye’de gerçekleştirilen Anayasa referandumuna katılım oranı bu ülkelerin dostluğundan şüphe duyulmasını haklı kılıyor. Zira bunlar, Suriye’deki reform sürecine olan desteğe gözlerini kapamış ve bu sürece destek veren kitleyi “halk”tan saymamakta söz birliği etmiş haldeler. Yine de, ortada duran ve göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir problem var: “Suriye’nin Dostları”nın halkı çok ama çok parçalı.

1 Nisan 2012 günü başlayacak “Suriye’nin Dostları Konferansı” öncesi yapılan toplantılardan anlaşılacağı üzere, Suriye’den bu toplantılara katılanların sayısı iki yüzün üzerinde. Bu, basitçe, bu kişilerin ancak küçük grupları temsil ettikleri anlamına gelmektedir. Bunların bir birleriyle ihtilaflı gruplar oldukları düşünüldüğünde Türkiye’nin itibar ettiği “halk”ın siyasi bir karşılığının olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu haliyle Türkiye, siyasi hayata katılım mantığı açısından da bir çifte standarda imza atmaktadır. Kendi ülkesinde küçük siyasi hareketlerin/ grupların iktidarı paylaşmasına engel olan anayasal düzenlemeleri kaldırmayı reddeden bir hükümet, komşu ülkedeki siyasi iktidarı omuzlama kudretinden yoksun grupçukları muhatap alıp onları iktidara taşımaya çalışmaktadır. Tüm dünyanın merkezinde kendisinin olduğu gibi hastalıklı bir varsayımdan hareketle olsa gerek, bu niyetinde kendisine yardım etmeyi kabul etmeyen ülkeleri de suçlamayı ihmal etmemektedir.

Hal böyle olsa da, Sayın Başbakan’ın İran’a yaptığı ziyaretin Türkiye’nin tutumunu yeniden değerlendirmesine vesile olacağını umuyoruz. ABD Başkanı Obama’ya olan inancını, onu sıklıkla “Başkan Obama” şeklinde anarak gösteren Sayın Davutoğlu’na rağmen, Türkiye’nin girdiği bu yoldan döneceğini, yarın toplanacak zevata da, hangi günde olduklarını hatırlatma babından, “Nisan bir” diyeceğini düşünüyoruz.