Translate

31 Aralık 2014 Çarşamba

Beslan’dan Pakistan’a zehirlenmiş Sünnilik

Gürkan BİÇEN

PKK merkez komitesi üyesi Mustafa Karasu’nun 1994 yılında Londra’da verdiği bir demeçte, “Kürtlerin devleti-kanunları yok ki uysun. Köle olduğumuz müddetçe her yöntemi kullanırız.”, dediği nakledilir.[i]  PKK’nın ideolojik temelinin materyalist/ determinist teoriler olması bu sözleri kabul edilemez olmakla birlikte anlaşılır kılar. Amaca ulaşmak için izlenecek yolu üstün bir değere bağlamayan her siyasi/ askeri hareket böylesi bir sapkınlığa düşebilir. Bu bakış açısını sadece materyalist temelli hareketlerde değil, kendini İslami akide ve kurallara nispet edenlerde görmek ise başlı başına bir inceleme konusudur.
Tartışmasız, İslam, insanın varlık sebebine olduğu kadar, dünyevi ve uhrevi hayata dair açıklamalar da getirmiştir. Öyle ki, bütüne baktığımızda dünyevi ve uhrevi açıklamaların insanın varlık sebebine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve hatta insan olmanın gereğinin bu açıklamalara bağlı kalmakla yerine getirilebileceğini görürüz. Bu tek tek her kişinin olduğu gibi grupların, toplulukların, siyasi hareket ve yapıların ve devletlerin de dikkate alması gereken bir noktadır.
Müslüman coğrafyanın son dört yüzyıl boyunca gerilediği, tarihin öznesi olmaktan çıkarıldığı, tarihe kendi adıyla, kendi düşünce dünyası ile girmeye talip ve hazır olmadığı bir dönemde Batılı ve Doğulu güçlü devletlerin tasallutuna karşı koymaya çalışan bazı grupların siyasi ve askeri harekâtlarının varlığını biliyoruz. Günümüzde bu grupların ekserisi dini anlamlar/ çağrışımlar içeren isimler altında ve cihad iddiasıyla öne çıkmış haldeler. Yine bu grupların içerisinde kendi toplumları içinde yerleşik bir hayat sürememiş, sürekli hareket halinde olan birçok yabancının bulunduğu da bir gerçek. Yerli ve yabancı unsurların insan kaynağını oluşturduğu bu grupların hareket halinde tutulması için gereken ideolojik motivasyon ise klasik dini yapı ve anlayışlara enjekte edilen ve ekonomik güçle dayatılıp parlatılan bir düşüncedir; Vahabilik.
Bir okumaya göre Vahabilik, bedevi kabilelerin şehirlileri katletmesinin, onların varlıklarını gasp etmesinin meşruiyet aracı olarak kullanılan sapkın bir anlayıştır. Bu anlayışın sahipleri dini söylemi dinin amaçlarını gerçekleştirmekten ziyade kabilenin (grubun/ topluluğun) hedeflerine ulaşmada genel kabul görmüş insani/ medeni kaidelerden bağışık olmak için kullanmaktadır. Bu görüş Vahabilik etkisi altındaki toplulukların kendi ülkelerindeki diğer kabile ve topluluklara yönelik şiddetlerinde harici güçlere kolaylıkla yaslanmalarını da bu şekilde izah etmektedir. Bir başka ifadeyle, bedevi kabilelerin sahiplendiği bu sapkın görüş İslam’ın nirengi noktası vahdet ilkesinin yerine kabilenin/ grubun egemenliğini koyduğu için kendi ülkesindeki diğer gruplara karşı emperyalist yabancı siyasi aktörlerin desteğini almakta, onların yardımıyla diğerlerini yok etmekte bir beis görmemektedir.
Vahabi düşüncenin aşılandığı klasik sosyal gruplar da, çatışma alanlarında farklı tavır sergileyen, farklı bir siyasi çözüm öneren diğerlerine karşı benzer bir dayatmayı sergiler. Melezleşerek asli rengini kaybeden bu tür hareketler için teklif edilen başkaca bir yol grubun hedefini tehlikeye atacak bir seçenektir. Bu ise muhatabını katletmeyi gerektirir yeterli bir sebeptir.
Hedefe ulaşmak için emperyalist yabancı siyasi aktörlerle iç içe geçebilen bu anlayış, böylesi bir ittifakın devamı için kimi zaman destek olan siyasi aktörün emellerinin doğrudan icracısı da olur. Dağıstan’a girerek başlatılan İkinci Çeçen Savaşı böyle olduğu gibi, Moskova Tiyatrosu Baskını ve Beslan Okul Baskını da bu duruma birer örnektir.  Bilindiği gibi Çeçenistan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Aslan Mashadov Rusya ile görüşme yanlısı bir tutum sergilerken, Şamil Basayev ve onun yanında yer alan Arap kökenli Hattab göstermelik bir sebeple komşu Dağıstan’a girmiş ve sözde Dağıstan İslam Emirliği’ni ilan etmişlerdi. Bu ise Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgal etmesinin ve savaşın yeniden başlamasının gerekçesi olmuştu. Şamil Basayev’in meşru cumhurbaşkanı Mashadov’a itaat etmediği, Vahabi unsurların Çeçen direniş hareketini fikren ve fiilen zehirlediği bu olayla açığa çıkmıştı. Bu zehrin zihni ve kalbi nasıl dondurduğu ise daha sonra yaşanacak iki olayla kesinlik kazanacaktı.
23 Ekim 2002 günü Moskova’da bir tiyatro, Rusya’nın Çeçenistan’dan çekilmesini isteyen 43 Çeçen’in başlattığı rehine krizine sahne oldu. Çeçenlerin başındaki isim Movsar Barayev, Şamil Basayev’e tabi idi. Sivil bir noktanın hedeflendiği bu eylemde yer alanların “Özel Maksat İslam Alayı, Uluslararası İslami Barış Tugayı, Çeçen Şehitleri Riyadus Salihun Keşif ve Sabotaj Taburu” gibi isimler altında faaliyet gösteren gruplardan geldiği ileri sürüldü. Putin ise eylemin yabancı terör merkezlerince planlandığını ve bu gruplarca icra edildiğini ileri sürerek, bunların Rusya’ya diz çöktüremeyeceklerine dair bir meydan okumada bulundu. Rehine krizi 26 Ekim 2002 günü yapılan operasyon ile sona erdi. Rusya’nın kullandığı bir çeşit gaz neticesi 119 sivil hayatını kaybetmişti.  Vahabi düşünce ile zehirlenmiş Çeçenlerin yabancı merkezlerin doğrudan ve dolaylı yönlendirmeleriyle gerçekleştirdikleri böylesi eylemlerde Rusya’nın tavrının ne olacağı böylelikle açığa çıkmış oldu.
Moskova Tiyatrosu Baskınından yaklaşık iki yıl sonra, 1 Eylül 2004 günü Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyeti’ndeki Beslan kasabasındaki bir okula baskın düzenleyen ağırlığı Çeçenlerden oluşan bir grup militan, okuldaki çocuklar dahil olmak üzere 1.100 kişiyi rehin aldı. Üç gün süren rehine krizi Moskova Tiyatrosu Baskınına benzer bir şekilde, Rusya’nın sert müdahalesi ile sona ererken, geride 200’e yakını çocuk olmak üzere 300’den fazla ölü bırakmıştı.
Moskova ve Beslan rehine krizleri Vahabi düşüncesinin sapkınlığını ortaya koyması açısından güçlü birer örnek olsa da, İslam dünyasının bu sapkınlığa karşı kayda değer bir tepki verdiği söylenemez. Bu dönemde yapılan yayınları incelediğimizde birçok İslamcı çevrenin “Yanlış ama…” ile başlayan cümleler kurduğunu göreceğiz. “Yanlış ama onlar da Çeçen çocukları öldürüyor.”, “Yanlış ama yapacak başka bir şeyleri kalmadı”, “Yanlış ama onları da anlamak lazım”, “Yanlış ama hürmetler karşılıklıdır”, “Yanlış ama bunu konuşmanın zamanı değil”, şeklindeki cümleler bunlardan bazıları. Bundan daha vahimi ise bazı çevrelerin bu eylemleri takdis etmesiydi. Onlar eylemin yanlış olmadığını söylemekle kalmıyor, böylesi eylemlerin teşvik edilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. Bu çevreler nereden buldukları bilinmeyen bazı hadisleri delil getirerek, çocukların da kâfirlerle aynı olduklarını ispatlama çabasına giriyorlardı.
Vahabi düşünceden zehirlenmeyen ve şehirli bir Müslüman önder olan Aliya İzzetbegovic,  42 aydan fazla bir süre kuşatma altında tutulan ve bu süre zarfında 1,300’ü çocuk olmak üzere 10 binden fazla insanın öldürüldüğü, 70 bininin de yaralandığı Saraybosna’da, Bosna Ordusu askerlerine savaş kurallarına riayeti kesin bir şekilde dayatıyordu. Öyle ki, sivillere şiddet uygulayan birliklerini cezalandırdığı ve onlara karşı operasyon düzenleyip dağıttığı da vaki idi. İzzetbegovic Bosna’nın meşru mücadelesi sırasında yaşanan bu türden vakaların mücadelenin kendisine zarar verdiğini ve savaş halinin başına buyrukluk ve hukuksuzluk için bir bahane olamayacağını ifade ediyordu.  Bir gün kendisine gelerek, “Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyor, çocuklarımızı öldürüyor, buna bigane kalmamalıyız, onlar bize ne yaptıysa biz de onlara onu yapmalıyız”, diyen bir askere, “Sırplar bizim düşmanımız, bu doğru ama Sırplar bizim öğretmenimiz değiller, yeryüzünün öğretmeni olmak için önce gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir”, cevabını veriyordu. (Konu ile ilgili olarak: Kabahatsiz Ordu Yoktur, http://gurkanbicen.blogspot.com.tr/2010/04/kabahatsiz-ordu-yoktur.html)
Vahabi düşüncenin zehrinin hiçbir ahlaki sınır tanımayacağı 16 Aralık 2014 günü Pakistan’da gerçekleştirilen ve 132’si öğrenci olmak üzere 141 kişinin hayatını kaybettiği okul baskını ile şüpheden ari bir şekilde açığa çıkmış haldedir. Bu eylem, klasik Sünni toplulukların Vahabi düşünce ile zehirlendiğini, bunların bir ölçüde melezleştiğini ve önünün alınmaması halinde sadece mezhepler arası değil, mezhep içi çatışmaları da tetikleyebileceklerini düşündürtmektedir. Bundan daha vahimi, eylemin olduğu gün İslamcı (!) denilen yayın organlarının gösterdiği tepkinin yetersizliğidir. Muhtemelen Türkiye’nin İslamcıları (!) İslamcılığı sakal ve başörtü parantezinden çıkarmayı başarmış değiller. Belki de onlar Vahabi düşüncenin zehirlediği kimi bedevilerin kendilerine fiilen zarar vereceğini ve bunun için uzak durulması gerektiğini düşünüyorlardır.
Vahabi düşünce bir zehirdir ve her zehir gibi bir panzehiri vardır. Bunun panzehiri de bu bedevilere karşı Ehli Beyt’in ilan ettiği medeni/ insani/ İslami ölçüleri açıklamak için gayretleri yükseltmek ve bu ölçülere uymayan bedevileri, sahipleri olan Suud kraliyeti ile birlikte, geldikleri yere,  çöle sürmektir.


[i][i][i] Emin Gürses, Etnik Terör, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2007, s:74

21 Aralık 2014 Pazar

Arz-ı mev’ud, Siyonizm ve Yahudi kimliğinin dönüşümü

Gürkan BİÇEN

Giriş
Yahudi kimliği iki temel üzerinde yükselir. Bunlardan birincisi “seçen/ seçilen halk” iken, ikincisi “vaad edilen toprak” sahibi halk olmaktır. Bu iki temelden ilki, Yahudilerin Allah’ın yeryüzü halklarına sunduğu teklifi bilerek ve isteyerek kabul eden halk olmasını ifade ederken, ikincisi Allah’ın “seçen/ seçilen halk”a bir lütfu olarak bir toprağı tahsis etmesi, onlara has kılması anlamına gelir. Yahudiler, Allah ile olan ahitlerine sadık kaldıkları sürece bu topraklara hakim olduklarına, bu ahdin ihlal edildiği dönemde ise Allah’ın onları cezalandırdığına ve tahsis edilen bu topraklardan çıkardığına inanırlar.
Vaad edilmiş toprak inancı Yahudi düşüncesinde öylesine merkezi bir yer işgal eder ki, Roma Sürgünü’nden bu yana geçen yaklaşık 2 bin yıllık süreçte dünyanın dört bir yanına dağılmış her nesil hiç görmedikleri bir ülkenin ismi ile yetişmiştir. Bu ülkede yer alan Kudüs şehrinin Yahudilerin kralı Süleyman peygamberin (as) inşa ettiği ancak Romalıların yakıp yıktığı Mabed’e de ev sahipliği yaptığına inanılır.
Vaad edilen toprak, yıkılan Mabed ve Mabed’e gelerek kurtuluşu başlatacak olan Mesih üçlemesi 19.yüzyılda yükselen milliyetçilik hareketleri sırasında Yahudi halkını motive eden unsurlar arasında yer alır. Milletlerin oluşma esasları içinde istifade edilen mitler burada da harekete geçirilir ve Yahudi toplumunda daha ziyade mistik bir öğe olarak örtülü bir şekilde duran Kudüs ve Mabed söylemi günlük siyaset içinde belirli bir hedefe yönelen politik hareketlerin meşruiyet ve propaganda aracına dönüşür. Üretilen yeni söyleme göre, aradan iki bin yıl geçse de, Tanrı’nın vaadi geçerlidir ve iki bin yıldan bu yana ayrı olsalar da, Yahudiler haklarını kaybetmemişlerdir. Öyle ise Filistin’in işgalcileri sayılan Araplar ve diğerleri Yahudilerin haklarını tanımalı ve orada bir Yahudi yurdu kurulmasına izin vermelidirler. Buna razı olunmaz ise Tanrı’nın hükmü yerini bulana kadar mücadele edilmelidir.
Bu çalışmada vaad edilmiş topraklar inancını siyasi düzleme çeken Siyonizm’in Yahudi kimliğini nasıl dönüştürdüğünü inceleyeceğiz. Birinci bölümde bu düşüncenin kaynaklarına ve Yahudi tarihine değineceğiz. İkinci bölümde  Siyonizm hareketi ile Siyonist İsrail rejiminin kuruluşunu ele alacağız. Üçüncü bölümde ise Siyonizm’in Yahudi kimliğine etkisini tartışacağız.

I.Bölüm
Kısaca Yahudi tarihi ve “Vaad edilmiş toprak” inancı
Medeniyetlerin beşiği ve tek tanrılı üç dinin doğuş yeri Orta Doğu M.Ö. 750’den itibaren Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar tarafından bastırılmış, bölünmüş ve dağıtılmıştır.[1] Bu gün Filistin meselesi ile karşı karşıya gelen ve köken itibariyle amcaoğulları oldukları kabul edilen iki halkın, Araplar ve Yahudilerin M.Ö. 850’li yıllarda yaptıkları ittifak da bu işgalleri engelleyememiştir.[2]
Geriye bakıldığında, Yahudilerin etnik kökeni olan İbranilerin Filistin’e yerleşmelerinden önceki tarihlerine dair kuvvetli bilgilere rastlanmaz. Bilinen, onların da büyük Arami göç dalgasının içinde oldukları ve topraksız kaldıklarıdır.[3] Bu dönemde, İbrani kelimesi ile aynı köke sahip “Habiru”lara dair bazı kayıtların olduğu görülmektedir. Habiruların etnik bir topluluk mu yoksa bir sosyal sınıf mı oldukları bilinmese de, topraksız kalmaları sebebiyle muktedirler tarafından sömürüldükleri ve kimi zaman da eşkıyalık yaptıkları ve hatta şehirleri ele geçirmeye çalıştıkları bilinmektedir.[4] Ne var ki, İsrailoğulları’nın Filistin’e yerleşmeyi başarmasından sonra bir daha onlardan bahsedilmemiştir.[5]
Habirular ile İbraniler arasında böyle bir ilişki ihtimaline rağmen Yahudiler etnik kökenlerini yaklaşık 4 bin yıl evvel yaşayan bir kişiye, Hz. İbrahim’e (as) dayandırırlar.[6] Tevrat’a göre Hz. Nuh’un (as) oğlu Sam neslinden Mezopotamyalı bir göçmen olan Hz. İbrahim’in[7] oğlu Hz.İshak (as) ve ardından da Hz. Yakup (as) İbrani halkının ataları kabul edilmiştir.[8] İbranilerin bütün dini aşamalarını kronolojik bir biçimde aktarabilmek için yeterince bilgi yoksa[9] ve yine tarihi aktarımın/ şemanın büyük oranda hayali olduğu düşünülse de,[10]  dini açıdan Yahudilik, Hz. Musa’nın (as), bir diğer adı da İsrail olan Hz. Yakub’un on iki oğlunun soyundan gelen on iki kabileyi Mısır’dan çıkarıp Sina’ya  götürmesi ve burada Tanrı’dan Tevrat’ı almasıyla başlar, denilebilir.[11] O andan itibaren İsrail’in bütün “kutsal tarihi” Firavun’un iktidarını reddeden ve köleleri kölelikten çekip kurtaran Kudret temelinde tanzim edilecektir.[12] Bu Kudret, Kenan topraklarını kendilerine veren İsrail’in Tanrı’sıdır.[13] Tek Tanrı olan bu Kudret’i ilk kez İbraniler icat etmemişse de, tektanrıcılığı sosyal kurtuluş hareketinin motor gücü yapan onlardır.[14] Bu anlamıyla Yahudiler,  etnik olarak bağlandıkları Hz.Nuh’u sosyal boyutu olmadığı gerekçesiyle Yahudi olarak telakki etmezler.[15]
Hz. Musa İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmışsa da, Filistin’e girmeyi başaramamıştır. Filistin’e yerleşim ancak Hz. Yuşa (as) zamanında olmuştur.[16] M.Ö. 1000’li yıllarda ise Hz. Davut (as) İsrailoğulları’nı birleştirmiş ve Kudüs’ü başkent yapmıştır.[17] Bu andan sonra İsrailoğulları’nın meşru yönetim hakkının sonsuza kadar Hz. Davut’un soyuna ait olduğuna dair Mesihçi anlayış gelişmeye başlamıştır.[18] Krallığın en görkemli zamanı ise Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın (as) Kudüs’te Mabed’i inşa ettiği dönem olmuştur.[19]
Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra, M.Ö. 931’de krallık, kuzeyde İsrail ve güneyde Yehuda olarak ikiye bölünmüştür. Bu bölünmenin ovada ve şehirlerde yaşayan kuzeyliler ile dağlarda yaşayan güneyliler arasında sosyo-kültürel farktan kaynaklandığı düşünülmektedir.[20]  Kuzeydeki İsrail krallığı Asurlular tarafından işgal edilmiş ve halkı sürgüne gönderilmiştir.[21] Yahudi tarihinde önemli bir an olan Mabed’in yıkılışının dünya tarihi içinde kayda değer görülmediğini, bunun Babil kralının kitabelerinde yer almadığını ancak bunun Yahudiler için Tevrat’taki vaadin kaybı olduğunu ileri sürenler vardır.[22] Yahudiler gerek bu sürgünü gerekse daha sonra gelecek olan Babil ve Roma sürgünlerini Tanrı ile aralarındaki ahde sadakatte zafiyet göstermelerine bağlarlar.[23] Yahudilere göre somut ifadesini Hz.Musa’ya (as) verilen 10 Emir’de bulan bu ahit iki yöne sahiptir;[24] Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ilişkileri düzenleyen kısım ve İsrailoğulları ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kısım. Yahudi inancına göre Tanrı, Kendisi’ne yapılan haksızlığı çabucak affederken, insanlara yapılan haksızlığı kolayca affetmez.[25] Nitekim puta tapmanın cezası olduğuna inanılan Babil Sürgünü, Pers kralı Keyhüsrev’in bölgeye hakim olup Yahudilere geri dönme izni vermesine kadar yaklaşık 70 yıl sürmüşken,[26] insanlara haksızlık sebebiyle yaşandığı düşünülen Roma Sürgünü halen devam etmektedir.
Güneydeki Yehuda krallığı ise Romalıların M.Ö. 63 yılında bölgeyi işgali ile son bulmuştur. Ancak Mabed’in bir kez daha yerle bir edilmesi zaman zaman ortaya çıkan ve uzun süre devam eden Yahudi direnişinin ardından M.S. 70 yılında gerçekleşmiştir.[27] Bundan yaklaşık 65 yıl sonra da Yahudi direnişi tamamen bastırılmış, bölgeye “Palaestina” adı verilmiş ve Yahudiler iki bin yıl sürecek bir sürgüne gönderilmiştir.[28] Böylece Habirular ile başlayan, Kenan diyarının fethi ile devam ederek krallıklarla yükselen ve bazı işgallerle sekteye uğrayan süreç iki bin yıl sonra yeniden başlamak üzere sona ermiştir. Büyük Roma Sürgünü neticesi Yahudiler Kuzey Afrika, İran, Anadolu, Balkanlar, Batı Avrupa, Doğu Avrupa ve Yeni Dünya’nın keşfinin ardında da Amerika’ya dağıldılar. Bulundukları bölgelerde Müslümanlar, Hıristiyanlar ve paganlarla iç içe ve kimi zamanda, İtalya’daki getto örneğinde görüldüğü üzere, toplumdan soyutlanmış halde yaşadılar.[29] 19.yüzyılda yükselen milliyetçilik akımlarının tetiklemesine kadar, Eski Ahit’in ana prensibi olsa da, Mabed ve Kudüs, Yahudi kimliğinde bir mistik öğe olarak kaldı.[30]
Bir halkın bir toprağı sahiplenmesi, kendini oraya ait hissetmesi anlaşılabilir bir haldir. Yahudi kimliği açısından fark, Yahudilerin sahiplik iddiasında bulundukları toprağı Tanrı ile aralarındaki ahde bağlamış olmalarıdır. Bir başka ifadeyle, Tanrı yeryüzünün bir bölgesini, Kenan diyarını, aralarındaki anlaşma uyarınca başkaca bir halka değil sadece ve sadece Yahudi halkına tahsis etmiştir.[31] Buna göre Yahudiler anlaşmaya sadık kaldıkları sürece Tanrı da sadık kalacak ve onların hâkimiyeti sürecekti ama kral ve halk anlaşmayı bozmuştu.[32] Ne var ki, varlığı ileri sürülen bu vaadin kaynağı ve mahiyeti tartışma konusu olmuş, söz konusu vaadin ilk peygamberlerin hikâyeleri arasına sokuşturulduğu ileri sürülmüştür.[33] Bir görüşe göre bu, Hz. Davut’un fetihlerinden sonra, bundan ilham alınarak yapılmış ve bir bölgede yerleşme arzusuna siyasi hedefleri de ekleyen, sonradan ortaya atılmış bir vaat idi.[34]  Tekvin 15/18’de yer alan bu vaat şöyleydi: “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.”[35]

II. Bölüm
Siyonizm ve Siyonist İsrail rejiminin kuruluşu
Bir görüşe göre tarih ifadeler dizisinden veya ifadelerin takımlar halinde dizilişinden anlamlı bir öykü çıkarmaya çalışır ve bir kuram olan tarih bu yönüyle ideolojiktir.[36] Paul Valery ise “Tarih, insan zihninin işlediği en tehlikeli üründür. İnsanı düşlere ve düşüncelere iter. Halkların başını döndürür, hafızalarına sahte hatıralar yerleştirir; onları büyüklük sayıklamalarına, uydurmaya dayanan sızıldanmalara götürür. Milletleri kindar, burnu büyük, çekilmez, içi boş insan toplulukları durumuna getirir.”, der.[37] Bu durumda tarihin yeniden ve yeniden yazılabilecek, yeni öyküler üretebilecek mahiyette olduğunu kabul etmek gerekir. Büyük Roma Sürgünü’nden yaklaşık iki bin sene sonra kurulan Siyonist İsrail rejimi de böylesi bir tarih okumasını zorunlu kılmıştır.[38] Bu okuma neticesi Siyonist rejim, Martin Buber 12.Siyonist Kongre’de yaptığı konuşmasında modern milli Yahudiliğin Batı’nın toprak arzusuna bağılı milliyetçilik anlayışından etkilenen bir hastalık olduğunu ifade etse bile,[39]ilahi tarihin yeryüzündeki en üstün alameti”, “Dünyanın ekseni, can damarı, merkezi ve kalbi” haline gelmiştir.[40]
Komünist bir Alman Yahudi olan Moses Hess, Filistin’de Yahudiler için bazı koloniler kurmak istese de,[41] Yahudileri Batılı anlamda bir ulus şeklinde yeniden tanımlayan ve örgütlemeye çalışan fikri ve siyasi hareketin ilk örneği sanıldığı gibi Avrupa’da değil Çarlık Rusya’sında görülmüştür. Bir Rus Yahudi olan Nathan Birnbaum tarafından siyasi literatüre sokulan “Siyonizm” tabiri Musevileri Filistin’e yerleştirmek amacını güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasi parti örgütü” olarak anlaşılmıştır.[42] Vakıa, 1881’de Odessa’da “Hovavei Zion” (Siyon Aşıkları) adı ile kurulan ve Siyonizm’in ilk basamağı olarak kabul edilen bir dernek, Rusya’daki Yahudileri Filistin ve Kudüs’e nakletmeyi amaçlıyordu.[43] Bundan on beş sene sonra, 1896’da, Siyonizm kendisini Avrupa milliyetçiliğinden doğmuş siyasi bir hareket olarak ilan etti. Hareketin lideri Theodore Herzl kendisi açısından meselenin “ne sosyal ne de dini” olduğunu, bunu “sadece milli bir mesele” olarak kabul ettiğini söylüyordu.[44] Hatta ona göre Siyonizm sömürgeci bir doktrindi. Cecil Rhodes’e yazdığı bir mektupta Herzl, “Mösyö Rhodes, niçin size müracaat ettiğimi merak ediyorsunuzdur. Çünkü benim programım da bir sömürge programıdır.”, ifadesine yer veriyordu.[45] Böylece, Herzl’in hemen ertesi günü not defterine “Basel’de ben Yahudi devletini kurdum” ifadesini yazacağı[46] 1897 tarihli Basel Kongresi ile Siyonizm’in üç temelde yükselen bir hareket olduğunda ittifak sağlanıyordu: Siyasi, milliyetçi ve sömürgeci.[47]

Yahudilerin, Rönesans’tan bu yana “millet” ve “devlet dışında bir sosyal organizasyon şekline akıl erdiremez olan[48] Batı ile uzun geçmişlerine rağmen Yahudi devleti projesinin  Doğu’da hayat bulmasını Siyonizm yine Batı’ya borçludur.[49] Bu yüzden olsa gerek Siyonist İsrail rejimi, kendisini, kendisine düşmanlık duyulan Doğu dünyasının ortasında Batı’nın bir öncüsü olarak kabul etmiştir.[50] Batı için Siyonizm, dinin etkisinin giderek azaldığı 16.yüzyılda ortaya atılan “Bir Yahudi’yi dinin dışında nasıl tanımlamalı?”, sorusuna verilecek bir cevap olduğu kadar, Batı’nın sömürgeci iştihası için bir araç vazifesi görmeye de elverişliydi.[51] Öte yandan bu hareket, “İsa yeryüzündeki mevcut milli hükümetten sonra oluşturulacak bir hükümetle kelimenin tam anlamıyla teokratik bir krallığa inecektir.”, diyerek ispat-ı vücud edecek ve Herzl’e, Anglikan rahip Hechler’in açtığı bir harita üzerinden ülkenin sınırlarını ve sloganını “Kuzeydeki sınır, Kapadokya’nın karşısındaki dağlar olmalı; güneydeki ise Süveyş Kanalı. Yayılış sloganı ise: Davut ve Süleyman’ın Filistin’i”,[52] diyerek gösterecek olan Hıristiyan Siyonizmi’ni de doğrular mahiyetteydi.[53] Yine Siyonizm, Yahudileri Filistin’e yönlendirerek onları asırlardır yaşadıkları Batı dünyasından uzaklaştırmanın ve böylelikle Batı’yı onlardan kurtarmanın da bir yoluydu.[54] Milliyetçilik akımları için henüz daha yolun başında, Fransız İhtilalı’nın akabinde, 1791’de, “Yahudilere millet olmaları bakımından her şeyi reddetmeli, fert olarak ise onlara her şeyi vermeliyiz.”, deniliyordu.[55] Bu da, Yahudilerin bir millet statüsü ile Avrupa’da yeri olmadığını gösteriyordu. Avrupa devletleri içinde eşit vatandaşlık hakkına razı olan Yahudi cemaatleri “millet” olmaya karşı dirense de,[56] bir yüzyıl sonra en yüksek Yahudi ruhani akımları bile milliyetçilik savrulmasından masun kalamadı.[57] Bu da onlara Batılı emperyalistlerle birlikte Doğu’nun yolunu açtı. Avlonyalı Ekrem Bey, Siyonistlere bu yolu gösteren ve bu yoldaki engelleri düzleyenleri tek bir kelime ile ifade eder: İngilizler.[58]
Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında, Siyonist hareketin destekçilerinden Parisli Baron Rotschild’in Tel Aviv’de 20 bin hektar arazi kiralama talebini reddederken, bugün Filistin’in Araplara ait olduğunu ve bu durumu değiştirmek için dini veya siyasi bir nedenin bulunmadığını, devletin kendi elleriyle bir Arap-Yahudi sorunu yaratmasının tehlikeli olacağını düşünmüştü.[59] Sultan Abdulhamid Filistin’e olmamak kaydıyla İmparatorluk topraklarına Yahudi göçüne karşı değildi. Mezopotamya, Anadolu veya Rumeli olabilirdi ama Sultan için Filistin kırmızıçizgiydi.[60] Ne var ki Birinci Dünya Savaşı mevcut dengeleri değiştirmeyi başardı. Savaş boyunca Arap kabilelere Birleşik Krallık kurma sözünü veren İngiltere bununla özgürlük havarisi olmayı değil, bölgede yeni keşfettiği petrol sahalarını kontrol edebilmeyi umuyordu.[61] Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 1922 tarihli bir raporuna göre Birleşik Krallık, Orta Doğu topraklarını gezegenin petrol rezervleri için temel stratejik nokta olarak kabul ediyordu.[62] Bu önemine binaen bölge her halükarda kontrol edilmeliydi. Bir yandan Birleşik Arap Krallığı sözü verilirken, öte yandan Siyonist harekete Filistin’de bir “Yahudi Yurdu” hakkı tanıyan 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’nun temel mantığını yine Balfour’un kendisi açıklamıştı: “Kullanılan sistem pek önemli değil, yeter ki biz Orta Doğu’nun petrollerini elimizde tutalım. Asıl önemli olan bu petrolün ulaşılabilir olarak kalmasıdır.”[63]
19.yüzyılın sonları ile 20.yüzyılın başlarında Filistin’deki Yahudi nüfus toplam nüfusun ancak %3 kadarını oluşturmakta ve Müslüman nüfus da %85’in altına düşmemekteydi.[64] Bunun ise bölgede bir Yahudi Yurdu inşa etmek yahut Yahudi Devleti kurabilmek için yetersiz olduğu açıktı. Siyonist hareketin önemli isimlerinden Yahudah Alkalai “kutsal toprak”ların yeniden fethi için üç yol öngörüyordu; diplomasi, satın alma ve kılıç.[65] Osmanlı Devleti’nin ve hassaten Sultan Abdulhamid’in Yahudilerin (Osmanlı tebası bile olsalar) toprak satın almaya getirdiği kısıtlamalar bu yoldan istenildiği kadar yararlanılmasına engel teşkil ediyordu.[66] Britanya hükümetinin tek Yahudi üyesi Lord Montagu Siyonist teşkilatı ülkenin menfaatlerine aykırı, uğursuz bir amentüsü olan siyasi illegal bir örgüt olarak tanımlasa, bir Yahudi Milleti’nin olmadığını dile getirip Filistin’in sadece Yahudiler ve Hıristiyanlar için değil bundan çok daha fazla İslam için önemli olduğunu ifade etse de,[67] Birinci Dünya Savaşı içinde gelen Balfour Deklarasyonu Siyonist hareket için diplomatik bir başarı ve kazançtı.[68] Bu diplomatik kazancın fiili karşılığının görülmesi Filistin’e Yahudi göçünün hızlandırılmasına bağlıydı. Sömürgeci bakış açısı, bir toprakta Beyazlar, yani Batılılar oturmuyorsa orayı “boş” kabul ediyordu ve bu anlamıyla Filistin “halksız”, “boş” bir topraktı. Öyleyse “halksız bir toprak topraksız bir halka” verilmeliydi.[69] Ancak tüm bu göçlerle ilgili olarak Yahudi toplumunun ve Siyonist hareketin önemli simalarından Martin Buber geçmişe yönelik bir öz eleştiri yaparken şunu diyordu: “Bizler Filistin’e döndüğümüzde, kesin ve asıl soru şu oldu: ‘Sizler buraya bir dost, bir kardeş, Ortadoğu halkları topluluğunun bir üyesi olarak mı geliyorsunuz, yoksa sömürgeciliğin ve emperyalizmin temsilcileri olarak mı?’[70]  Bu, göçlerin amacına dair soruya herkes kendi penceresinden bir cevap verebilirse de, emperyalist ülkelerin savunma paktı NATO’nun eski genel sekreteri Joseph Luns göçler sonucunda kurulan Siyonist İsrail rejimine yüklenen anlam ve vazifeye işaretle, “İsrail modern çağımızın en az masraflı paralı askeri olmuştur.”, diyordu.[71] Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarındaki kehanetlerden bağımsız olarak, Hindistan yolunu emniyete almak[72] ve Süveyş Kanalı’nı korumak için İngiltere, böylesi az masraflı bir paralı asker seçmişti.[73] Bu paralı asker, daha sonra, Çanakkale Boğazı ve Basra Körfezi’nin tamamını gözetlemekte kullanılmak üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde en büyük emperyalist güç haline gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin hizmetine girecektir.[74]
Birinci Dünya Savaşının sona erdiği 1918’de Filistin’deki Yahudi nüfusu çoğu Arap olmak üzere 56 bindir. İngiliz işgali ve Balfour Deklarasyonu’nun da hukuki bir metin olarak içinde yer aldığı, Milletler Cemiyeti tarafından onaylanan Manda Tasarısı ile İngiliz mandası[75] altında geçen 13 senenin ardından 1931’de yapılan sayımda bu rakam, çoğu Avrupa kökenlilerden oluşan 174 bin Yahudi’ye yükselmiştir. Bu sayım Nazi Almanya’sında Hitler’in Yahudilere yönelik baskıları başlamadan yapılmıştır. Yüzyılın başındaki %3’lük oran neredeyse altı kat artarak %17’e ulaşmıştır. %2’lik arazi payı ise %6’ya çıkmıştır. Manda yönetiminin sona erdiği, Siyonist hareketin kendisini bir “devlet” olarak ilan ettiği 1948’de ise Filistin’de arazileri, sanayisi, şehirleri ve ordusuyla görünür hale gelmiş 640 bin Yahudi vardı.[76] Dünyanın dört bir yanından Filistin’e getirilen bu Yahudilerin yepyeni bir Yahudi türü olduğu Menahem Beghin’in şu sözleriyle ortaya konulmuştu: “Savaşıyoruz, öyleyse varız. Kan, ateş, gözyaşı ve küllerden, insanlığın yeni bir türü, bin sekiz yüz yıldan beri dünyada hiç bilinmeyen yepyeni bir türü doğuyor: Savaşçı Yahudi… Öncelikle ve de özellikle, ilk saldıran biz olmalıyız. Katillere karşı saldırıya geçeceğiz. Kan ve terden; gururlu, yürekli ve güçlü bir nesil doğacak.”[77]

III. Bölüm
Siyonizm’in Yahudi kimliğine etkisi
Beghin yeni bir Yahudi türünü ilan etse ve bu yeni türün “devlet” kurma açıklaması Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı ülkeler tarafından derhal kabul edilse[78] ve yine Amerika diğer devletlerin BM oylamasında Siyonist rejimi tanımaları için baskı yapsa da,[79]  bu yeni tür Yahudi’nin aslında bir Yahudi olmadığını, böylesi bir Yahudiliğin asıl kavgasının bizzat Yahudilik ile olduğunu düşünenler de vardı. Her şeyden evvel Yahudi kimliğini din ekseninde tarif edenler Siyonizm’in öncülerinin kendilerini tarif ettikleri metinlere dayanarak onları bu metinler kapsamında reddediyordu. Theodor Herzl’in kendisini “Hiçbir dini eğilimin etkisinde olmayan” “bir agnostik” olarak tanımlaması Siyonist harekete karşı bir delil olarak kullanılıyordu.[80]
Amerika’nın sözü geçen Yahudi lideri Haham İzak Meyer, 1897’de düzenlenen Montreal Konferansı’nda onaylanan önergeye şu ibareleri yerleştirmişti: “Bizler bir Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişimi temelden reddediyoruz. Böylesi girişimler, Yahudi peygamberlerinin ilk önce ilan ettikleri… İsrail misyonunun saptırılmış bir anlayışını apaçık sergilemektedir… Bizler Yahudiliğin hedefinin siyasi ve milli olmayıp manevi olduğunu beyan ediyoruz.” Martin Buber ise 1921’de yapılan 12.Siyonist Kongre’de, “Yahudi dini kökünden koparılmıştır ve bu durum hastalığının özüdür. Bu hastalığın belirtisi ise 19.yüzyıl ortasında Yahudi milliyetçiliğinin doğması olmuştur. Toprak arzusunun bu yeni şekli, modern milli Yahudiliğin Batı’nın modern milliyetçiliğinden neler aldığını gösteren yönüdür. (…) Bizler Yahudi milliyetçiliğini bir halkı putlaştırma yanlışından kurtarmayı umuyorduk. Başarısız olduk.”, ifadelerine yer veriyordu.[81] Profesör Judas Magnes ise 1942 yılında açıklanan “Biltmore Programı”nı eleştirirken, “Yahudi’nin yeni sesi silahların ağzıyla konuşuyor… İsrail toprağının yeni Tevrat’ı şimdi budur. Dünya kendisini maddi güç çılgınlığına kaptırdı. Yahudiliğin ve İsrail halkının bu çılgınlığa kapılmasından bizi Allah korusun. Çeşitli ülkelerde dağınık halde yaşayan kardeşlerimizin büyük çoğunluğunu putçu bir Yahudi anlayışı ele geçirmiştir.”, diyordu.[82] Albert Einstein da Siyonist harekete eleştiri getiren Yahudi simalardandı. 1938’de o, şunları kaydediyordu: “Yahudiliğin temel karakteri hakkında edindiğim şuur, ne kadar mütevazı olursa olsun, sınırları, ordusu ve dünyevi bir iktidar projesi olan bir Yahudi devleti fikrini kabullenmiyor. Saflarımızda dar bir milliyetçiliğin gelişmesiyle Yahudiliğin uğrayacağı dahili zarardan endişe ediyorum. Bizler artık Makkabeliler dönemi Yahudileri değiliz. Kelimenin siyasi anlamıyla yeniden millet olmak, cemaatimizin peygamberlerimizin dehasına borçlu olduğumuz ruhanileşmesinden yüz çevirmek demek olacaktır.”[83] Bir Yahudi devletinin kurulması fikrine karşı çıkanlar bunu “Tevrat bizim vatanımızdır” ifadesinde yükselen Yahudi geleneğine ters buluyorlardı.[84]
Siyonist projenin Yahudi kimliğini saptıracağına dair endişeler ve bu projeye itirazlar Siyonist İsrail rejiminin vücut bulmasından sonra da devam etmiştir. Siyonist İsrail rejiminin ilk cumhurbaşkanı Chaim Wiezmann, “Biz belki eskici oğullarıyız ama peygamber torunlarıyız. Dünya, kral olan atalarıyla gurur duyabilir. Yahudiler insanlığa adalet tutkusunu, evrensel kardeşliği ve Dünya’da Barış Mesihsel Vizyonu’nu (Tanrı’nın bütün dünyanın kralı olacağı ve o gün Tek ve İsminin Tek olacağı) öğretenlerin soyundan gelmiş olmaktan gurur duymayı tercih eder”, dese de,[85] 1960’da American Council for Judaism “İsrail hükümetinin bütün Yahudiler adına konuşmaya hakkı olmadığını” ve “Yahudiliğin bir milliyet değil, bir din meselesi olduğunu”, beyan etmiştir.[86] Profesör Benjamin Cohen’e göre Begin ve Şaron’un hedefi “Filistinlileri halk olarak, İsraillileri ise insani varlıklar olarak nihai tasfiyeye tabi tutmaktır.”[87] Kont Folke Bernadotte tarafından hazırlanarak Eylül 1948’de Birleşmiş Milletler’e sunulan raporda yer alan ifadeler Filistinlilere yönelik muamele açısından Cohen’i doğrular niteliktedir: “Çok geniş çaplı Siyonist yağmalar yapılmakta ve görünürde askeri bir zorunluluk yokken köyler yakılıp yıkılmaktadır.”[88]
Özünde Batı tarzı bir milliyetçilik olan Siyonist hareket Yahudi kitleleri motive ve seferber edebilmek için Yahudilerin sıkıntısını[89] olduğu kadar Yahudi müktesebatını da kullanmıştır. Müstakbel “Yahudi Devleti”ni kurabilmek için Herzl, Yahudi din adamlarının teşkilatın hizmetinde ve devletin emrinde çalışan mağrur bir tabaka olmasını öngörüyordu.[90] Bu yolla Siyonist hareketin sapkınlık telakki edilen usul, yorum ve eylemleri dini bir kisveye büründürülecekti. Nathan Weinstock, Siyonist inanışın Hz. Musa’nın dinine sarılmaktan başkaca tutanağı olmadığını, “seçilmiş halk” ve “vaat edilmiş toprak” kavramları olmadan Siyonizm’in  temelinin çökeceğini ve bu sebeple Siyonistlerin bu yöndeki dini inancı güçlendirmek zorunda olduklarını ifade eder.[91] Buber’e göre “Öncüler Filistin’e hayatlarının anlam ve amacını başka hiçbir yerde bulamadıkları için geliyorlardı.”[92] Bu ise, yerlerinden ayrılmak istemeyen Yahudileri “dayanılmaz bir kudretin bir araya gelme çığlığını oluşturan” efsane ile motive etmek isteyen “agnostik” Herzl için uygun bir araçtı.[93] Eski Ahit’in dindar ve fakat Batılı milliyetçilik anlayışı ile saptırılmış bir okuması vaat edilmiş toprağa dönüş için Mesih’i beklemeyi değil, Yuşa peygamber gibi savaşmayı gerektiriyordu. Siyonist yöneticiler için agnostik veya ateist olmaları önemli değildi zira Filistin onlara Allah tarafından verilmişti.[94] Bunun için Moşe Dayan, “Eğer biz Tevrat’a sahipsek, eğer biz kendimizi Tevrat’ın sahipleri olarak görüyorsak, o zaman bizler Tevrat’ın topraklarına da sahip olmak zorundayız” ve Yoram Ben Porath, “Araplar bertaraf edilmeden ve onların topraklarına el konulmadan Siyonizm’den de Yahudi devletinden de bahsedilemez”, diyordu.[95] Yahudi devletinin kurulması en öncelikli meseleydi. Öyle ki, Avrupa Yahudilerinin Hitler’in zulmünden kurtarılması bile bunun önüne geçemezdi.  Beghin’i “İsrail’in birliği rüyasını gerçekleştirmek için bütün Arapları imha etmeye ve bu kutsal gaye için bütün vasıtaları kullanmaya hazır bir ırkçıdır.”,[96] şeklinde tarif eden Ben Gurion, bu önceliği, “Bizler yalnızca bu çocukların hayatını değil, İsrail halkının tarihini de düşünme zorundayız”, sözleriyle açıklamıştı.[97]
Yahudi inancının bazı mistik öğeleri de Siyonizm’e hizmete seferber edilmiştir. Yahudilerin Mısır’dan kurtarıldıkları tarih olan –İbrani takvimine göre-  15 Nisan ile Yahudi çetesi Hagana’nın Hayfa limanını ele geçirdiği tarihin denk gelmesi ile,[98] Mısır’dan çıkıp “vaat edilmiş toprak”lara giderken çaldıkları Şofar’ın Siyonist İsrail rejiminin 1967’de Kudüs’ü işgali sırasında Batı Duvarı’na (Ağlama Duvarı) çıkan baş haham tarafından çalınarak bu sahnenin radyo ve televizyonlar aracılığıyla tüm dünyaya aktarılması bir kehanetin gerçekleşmesi olarak sunulmuştur.  Böylesi bir hareketle Siyonist akıl, Mesihi Çağ’a bütün dünyaca duyulacak Şofar sesiyle girileceği inancını taşıyan Yahudi kitleye Siyonist rejimin meşruiyeti açısından bir mesaj yolluyordu.[99] Siyonist İsrail rejimi Şofar’ın çalındığı bugünü Yahudiliğin daha evvel hiç bilmediği bir bayram günü olarak da ilan ediyordu: Yom Yeruşalim.[100]
Siyonist İsrail rejimi dini müktesebatı ve efsaneleri kullanarak Yahudi kimliği açısından meşruiyetini ispata çalışsa da, Yahudilik İçin Birlik’in eski başkanı Haham Elmer Berger, İsrail devletinin mevcut yerleşiminin Kitabı-ı Mukaddes’teki vaadin yerine getirilmesi şeklinde yorumlanamayacağı, İsrail’in politikalarının Yahudi kimliğinin manevi yönünü mahvettiği, Siyonistlerin Allah ile Yahudi halkı arasındaki ahdin yeniden kurulmadan Siyon’da kurduğu devletin ahlaki değerlerle değil, askeri güç ve ittifaklarla var olduğu ve bu devletin Mesihi bir dönem adına hareket ettiğini söyleme hakkı olmadığı hususunda ısrarcıdır.[101] Menahem Beghin, “İsrail peygamberinin toprağı İsrail halkına teslim edilecektir. Tamamı ve ilelebed.”,[102] dese de, dünya içinde bir gettoya dönüşen[103] Siyonist rejimin mahiyetinin Yahudi dini ve kimliği açısından geldiği noktayı Profesör İsrael Şahak şöyle ifade ediyor: “Bana öyle geliyor ki, Yahudi halkının büyük çoğunluğu Tanrı’sını kaybetti ve O’nun yerine bir put koydu, tıpkı bir heykelini dikmek için, uğruna bütün altınlarını vererek diktirdikleri altın buzağıya çölde taptıkları zamanki gibi. Onların modern putunun adı İsrail devletidir.”[104]
Sonuç
İnsanlık ailesinin tek bir yaratıcının hâkimiyetine tabi olması gerektiğini dile getiren seçkin insanlara sahip İbrani halkının “ahit”, “sadakat” ve “adalet” temelinde yükselerek tüm insanlığa sunulması gereken inançlarını yaymak yerine, bu inançlarını toprak esaslı Batılı milliyetçilik anlayışının bir ürünü olan Siyonist hareketin saldırgan doğasına iliştirmeleri Yahudi kimliğinin kendi doğasının dışına taşmasına ve böyle tanınmasına yol açmış, en nihayetinde, iletişim çağında Yahudiler, Siyonist İsrail rejiminin duvarlarla çevirdiği bir gettoda Amerikan emperyalizmine hizmet eden kimselere dönüşmüştür.
Yahudi kimliğinin kendi eksenine dönmesi Siyonist İsrail rejiminin esaretindeki Yahudilerin özgürlüğe kavuşturulmasına bağlıdır. Bu da, her şeyden evvel, tarihin akışına yönelik emperyalist müdahaleyi tartışmak/ reddetmek ve samimi tüm tarafları Yahudi halkının “yeniden çıkış”ı için mücadeleye davet etmekle olacaktır.


KAYNAKÇA
Kitaplar
Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013
Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006
Clive Ponting, Dünya Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011
Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı  Anlamak, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2005
Nial Ferguson, İmparatorluk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul,2003
Roger Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011
Roger Garaudy, İsrail Mitler ve Terör,  Pınar Yayınları, İstanbul, 2005
Salime Leyla Gürkan, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014
Şlomo Dov Goiten, Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011
Qyestein Noreng, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul, 2004
Yves Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul, 2007
Yayımlanmamış Doktora Tezi
Işıl Işık Bostancı, XIX.Yüzyılda Filistin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dali, Elazığ, 2006
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Nazgul Sultanova, İsrail’in Siyasi Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul
İnternet
Richard Holbrooke, Washington’s Battle  Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7 May 2008                 
Erişim tarihi: 19.12.2014



[1] Şlomo Dov Goiten, Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011, s:21
[2] Goiten, s:22
[3] Roger Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011, s:72
[4] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:72-73
[5] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:74
[6] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, Gözlem Yayıncılık, İstanbul,2003, s:35
[7] Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013, s: 16
[8] Salime Leyla Gürkan, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014, s:15
[9] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:74
[10] Roger Garaudy, İsrail Mitler ve Terör,  Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s:34
[11] Gürkan, s:15
[12] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:75
[13] Gürkan, s:20
[14] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:63-64
[15] Blech, s:68
[16] Yaşaroğlu, s: 18
[17] Yaşaroğlu, s: 18
[18] Gürkan, s:21
[19] Gürkan, s:21
[20] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:83
[21] Gürkan, s:21
[22] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:94
[23] Blech, s:68
[24] Blech, s:67
[25] Blech, s:70
[26] Gürkan, s:24
[27] Gürkan, s:29
[28] Gürkan, s:30
[29] Yaşaroğlu, s: 38
[30] Yaşaroğlu, s:47
[31] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:66
[32] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:38
[33] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:35
[34] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:37
[35] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:31
[36] Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı  Anlamak, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2005, s:30
[37] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:483
[38] Clive Ponting, Dünya Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011, s:193
[39] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:23
[40] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:26
[41] Yves Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul, 2007, s:289
[42] Işıl Işık Bostancı, XIX.Yüzyılda Filistin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dali, Elazığ, 2006, s:88
[43] Nazgul Sultanova, İsrail’in Siyasi Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2011, s:8
[44] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, ss:18-19
[45] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:19
[46] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:353
[47] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:19 ve yine sömürgeci yöntem ve uygulamalar için ss:173-187 arası
[48] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:202
[49] Goiten, s:27
[50] Goiten, s:28
[51] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:160-161
[52] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:346
[53] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:168
[54] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:170
[55] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:198
[56] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:199
[57] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:203
[58] Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s:135
[59] Avlonyalı Ekrem Bey, ss:134-135
[60] Bostancı,  s:93 ve yine ss:103-104
[61] Qyestein Noreng, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul, 2004, s:84
[62] Nial Ferguson, İmparatorluk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s:298
[63] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:10
[64] Bostancı,  ss:158-159
[65] Yaşaroğlu, s:49
[66] Bostancı, ss:97-98
[67] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:289-290
[68] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:255
[69] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss:256-257
[70] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:21
[71] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:10
[72] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:254
[73] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:260
[74] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:414
[75] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:269
[76] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:271
[77] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:276
[78] Richard Holbrooke, Washington’s Battle  Over Israel’s Birth, The Washington Post, 7 May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1) Erişim tarihi: 19.12.2014
Başkan Truman’ın, “Üzgünüm beyler, fakat Siyonizm’in başarısını bekleyen yüz binlerce insana cevap vermek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında yüz binlerce Arap yok ki!”, dediği nakledilir. Bkz: Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:361
[79] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:170
[80] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:18
[81] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, ss:22-23
[82] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:23
[83] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:24
[84] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:286
[85] Blech, s:117
[86] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:24
[87] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:25
[88] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:172
[89] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:283
[90] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:348
[91] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:168
[92] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s:279
[93] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:18
[94] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:167
[95] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, ss:58-59
[96] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:81
[97] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:69
[98] Blech, s:194
[99] Blech, s:182
[100] Blech, s:182
[101] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:39
[102] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:169
[103] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:84
[104] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s:187