Translate

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Bülbül lal gül nalân

Gürkan BİÇEN


Zamanın çarkı dönüyor... İşte yine oraya, göz pınarlarının boşaldığı, hasretten kurumuş dudaklardan “Lebbeyk ya Ruhullah” sözünün yükseldiği o ana geldik. “Güzel adamlar güzel atlara binip gittiler” sözü hak oldu ve Kerbela için dövülen sinelere yeni bir kor düştü. Yürekler dağlanıyor, hatıralar canlanıyor, göz aşina olduğu o simayı arıyor. Şimdi ciğerleri kavuran bir hüzün, gözlerin billuruyla yumuşatılmaya çalışılıyor. Cameran’dan akan rüzgâr Harem’i dolduran yüz binlerin ceddin Muhammed’in (as) yoluna sadakatlerini sunuşuna şahitlik ediyor. Geçmişe ve geleceğe aynı kapıdan giriliyor…

On yıl evvelinde, yıllar süren ayrılığın ardından ülkene dönerken, uçağın İran semasına girdiğinde Batılı bir gazeteci, Şah’ı devirmiş birisi olarak ülkene dönmen sebebiyle ne hissettiğini sorduğunda, yalın bir cevap ile yetinmiştin; “Hiç” Sen vatanı İran değil, İslam olarak tanımlıyordun ve bundan dolayı “Hiç” cevabın ümmetin kavimlere/ ulus devletlere bölünmüş bilincinde kocaman bir hiçliğe dönüşmüştü. Ümmetin her şeyi bir hiçliğe dönüştüren bu boş bakışı senin ardından Şeyh Ahmet Yasin’i de ızdıraba sürüklemiş, o da, Filistin’de ölen çocukları, kadınları, yaşlıları ve gençleri bu suspus ve bön ümmete yakıt yapmıştı.

Sen bizden ayrılıp Rabbine yürürken, Tunus’ta Gannuşi de ülkesinden ayrılıyor,  sürgün hayatına başlıyordu. Gannuşi 22 yıl süren sürgünün ardından ülkesine dönmek için Londra’da uçağa binerken sarf ettiği sözlerle doğrusu bize senin yerini/ farkını hatırlatıyordu: “Çok mutluyum. Hem ülkeme hem de Arap dünyasına partimin lideri olarak dönüyorum.” Türkiye’nin Fetullah Gülen’i gibi o da sana benzetilmekten ürküyor, “Bazıları beni Tunus’un Humeyni’si olarak sunuyor ama ben Humeyni değilim. (…) Bizim fikirlerimiz, şu anda Türkiye’de iktidarda olan AKP’nin fikirlerine benziyor. (…) Nahda, 1980’lerde demokrasiyi bir yudumda içti, diğer İslamcılarsa hâlâ yudumluyorlar.”, diyordu.

Sen Amerika’ya “Büyük Şeytan” derken, Gannuşi’nin kendisini benzettiği kişiler ülkelerini Amerikan çıkarlarının özgürce korunduğu bir müstemlekeye çevirmekten imtina etmiyor, on bir yıldan bu yana Amerika ile birlikte katlettikleri binlerce Afgan’ın kanını “Büyük devlet olmanın gereği” olarak açıklıyorlardı. Bu hodbin tabakanın, Cemaluddin Latiç’in belirttiği gibi, Müslümanları aşağılamak, onlara büyüklük taslamak, onlarla yüksek perdeden konuşmak ve çok zaman haddini bilmemekte yarışan bir haleti ruhiye içinde olduğu önemsenmiyordu. Yine bu tabakanın sloganının “Her şey Türkiye için” olduğu da göz ardı ediliyordu. Yahut bu kabul, bu slogan herkesin işine geliyordu.

Şah’ın tarumar ettiği bir ülkeye dönmüştün ve insanlara “İslam İran için değil, İran İslam içindir”, diyordun. Allah’ın ve halkların düşmanı Siyonistlere bir dakika olsun fırsat vermiyor ve onları kıyamete kadar unutamayacakları bir şekilde ülkenden kovuyordun. Senin ardından, bir süre daha zulmettikten sonra, Arapların Şah’ı da devrilip gitti, geride ordusunu, güvenlik kuvvetlerini, gizli servislerini, adalet teşkilatını, ticari bağlantılarını, medyasını olduğu gibi bırakarak. Bugün Mısır’ın İslamcıları Enver Sedat’ın Siyonistleri tanıdığı anlaşmayı, Camp David’i, bir kalemde yırtıp atmaktan korkar haldeler. Onlar, Mısır’ın ulusal çıkarlarından, onurundan, uluslararası anlaşmalara sadakatten bahsediyorlar. Yine onlar, “Amerika hiçbir halt edemez”, demekten korkuyorlar. Onlar da, tıpkı Gannuşi gibi Türkiye’nin Ak Partisi’nin programından uyarlanmış, Siyonistleri ancak bir ulusal güvenlik sorunu olarak gösteren ve Amerika’ya bakışını yardım ilişkisiyle sınırlayan bir programı deklare ediyor, Batı’ya garanti üstüne garanti vermeye çalışıyorlar. Batı’nın İslam Dünyasına yönelik emellerini ve taarruzunu önlemekten ziyade menfaatleri uyuşturmanın peşinde koşuyorlar. Menfaatlerine yönelik bir tehdit olarak algılamadığı için Batı, demokrasiyi yudumlamış bu kitlenin hareketini “bahar” olarak tanımlıyor.

Ey ümmetin hamisi, Müslüman ülkelerin ekseriyeti gasıplar olan idarecileri İnkılab’ın dinamiklerini ve mesajını İran’ın sınırlarında hapsetmek için kâfirlerle işbirliğini sürdürüyor, “Arap Bahar”ının kişilik krizindeki aktörleri belirsizliklerini koruyor olsa bile, biz ümitvarız. Zira Amerika’nın ve tüm işbirlikçilerinin desteğine rağmen Siyonistler, vücuda getirdiğin Direniş karşısında hezimetten kurtulamadılar. Siyonistlerin mukadder sonuna gün sayılırken, Nasrallah’ın söylediği gibi, İnkılab’ın çocukları Araplardan yahut Türklerden destek beklemiyorlar. Onlardan tek istedikleri kâfirlerin safında yer alıp, onlarla birlikte Direniş’e karşı mücadele etmemeleri. Kendi menfaatlerini Direniş’in ümmeti özgürleştirme hedefine öncelememeleri. Bunun aksini de yapsalar, insanların onlara karşı toplanmalarının Direniş’i korkutmayacağını, bunun ancak imanlarını arttıracağını bilmeleri.

Ey Aziz İmam, mücadele ile geçen bir ömrün ahirinde sen, “Baş ağrısı; eziyet, gam ve üzüntü dolu kırılmış bir kalple aziz halkımıza bir sözüm olacak: Ben Rabbime ahd verdim; kusurlarına göz yummakla mükellef olduğum kimseler hariç hatalara göz yummayacağım. Allah’a, O’nun rızasını halkın ve dostlarımın rızasının önüne geçireceğime dair söz verdim. Eğer bütün dünya benim aleyhimde toplansalar Hak ve hakikatten elimi çekmem.”, diyerek gittin; “Birader”inin omzuna ağır bir yük bırakarak. Ne mutlu sana! “Bizi kimlere bırakıp gidiyorsun”, dedirtmedin. Birader’in de, hamalının belini kırabilecek bu yükün altından kaçmadı. İşte, bütün dünya şahit; aleyhinize toplanan o kâfirler güruhunun arzuları onları çöldeki seraba yönelen şaşkınlara çevirdi de, orada hesabı şaşmaz Allah’ı buluverdiler.

Ey bahçemizin bülbülü, suskunluğundan evvel sen, “Benim tarihle işim yok; ben yalnızca Şer’i vazifemle amel etmeliyim. Ben Allah’tan sonra halkıma da gerçekleri uygun bir zamanda kendilerine açıklama sözü verdim. İslam tarihi, büyük insanlarının İslam’a ihanetleriyle doludur. Dikkat etsinler bugünlerde yabancı radyoların büyük bir şevk ve heyecanla yaydıkları dikte edilmiş yalanların tesiri altında kalmasınlar. Allah’tan dileğim odur ki aziz İran halkının bu pir dedesine sabır ve tahammül inayet etsin ve onu bu dünyadan bağışlanmış olarak alsın, ta ki dost ihanetinin acısını bundan daha fazla tatmasın. Hepimiz O’nun razı olduğuna razıyız. Kendimizden bir şeyimiz yok; ne varsa O’ndandır.”, diyordun. Bugün biz, tarihte boy göstermek aşkıyla yanan nice budalanın nice ihanetini tattık. Anladık ki, senin yanına konulan bu madenler sahtedir. Emperyalistlerin çizdiği sınırlara mahkûm ulus devletleri için her şeyi mubah görenlerin sözleri ham hayaller ve İslam’a aykırı iddialardır. Büyük Şeytan’ın sözlerini tekrarlayan bu diller gaflet içindedir. Artık yakin olmuştur ki, İnkılab yoluyla sen, yüzleşmek zorunda olduğumuz hakikatlere açılan bir kapıyı araladın. Müstekbirlerin örtmek için seferber oldukları ancak asla ve kat’a örtemeyecekleri bir kapı.

Bugün sen vuslat âlemindesin.
Bugün sen ceddin ile sohbettesin.
Bugün gözler seni arıyor.
Bugün bülbül lal ve güllerin hasretinle inliyor.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Siyonistler daha mı mübarek?

Gürkan BİÇEN


Doğrusu, elektronik posta adresime gelen ve içeriğinde, “Değerli Efendim, Dışişleri Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun himayelerinde gerçekleştireceğimiz ‘Birleşmiş Milletler Zemininde Filistin Meselesi’ konulu konferansımıza teşriflerinizi rica ederiz. Erol Yarar. Filistin Platformu Başkanı” ifadesinin yer aldığı daveti okuduğumda, “Bakalım follukta ne bulacağız?” demekten kendimi alamadım. Zira Filistin Platformu tarafından tercüme edilen Goldstone Raporu’na önsöz yazan Erol Yarar, bu önsözde, Filistin meselesinin Türk halkı için sadece siyasi bir mesele olduğunu belirtmiş ve böylelikle akidevi bir davayı Türk hükümetinin sofrasına meze olarak servis etmişti. Filistin konferansı 3 Mayıs 2012 günü Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezinde gerçekleştirildi. Konferansta yapılan konuşmalar basına yansıdığında folluğumuza göz atmış oldum ve böylece orada, Siyonistlerin Baasçılardan daha mübarek olduğuna inanan bir haleti ruhiyenin yansımasını gördüm. 

Konferansın hamisi Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu konferansta yaptığı konuşmada; “Her ırktan, her dinden insanlar Filistin'in bu hakkını teslim ediyor. BM'nin Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi'nin onlarca, hatta yüzlerce kararı var. Sadece BM Güvenlik Konseyi'nin 89 kararı vardır İsrail'in hiç uygulamadığı. Bugün hala Filistin halkı kendi özgür devletinde yaşayamıyorsa burada bir vicdan çelişkisi vardır, güç ile değerler arasında bir çelişki vardır. Bu çelişkinin giderilmesi lazım. Bu çelişkinin giderileceği makam da BM'dir” diyerek Birleşmiş Milletlerin yüzlerce kararının Siyonistler tarafından dikkate alınmadığını ancak buna rağmen çözümün yine Birleşmiş Milletlerde aranması gerektiğini dile getirmiş. Sayın Bakanın da malumudur ki, Siyonistler aleyhine alınması gereken yüzlerce karar da Amerikan vetosu ile karşılaşmış, Güvenlik Konseyi’nden geri çevrilmiştir.

Sayın Davutoğlu’nun bu tespitinde zerrece hata yoktur. Gerçekten de, Siyonist yapı Birleşmiş Milletler üyesi olmasına rağmen bu teşkilatın yol ve yöntemine uymamaktadır. Öyle ise hata BM kararlarının tespitinde değil, ki bunlar vakadır, Siyonist yapıya bir devlet payesi veren zihinde olmalıdır. Böyle de olsa, Sayın Davutoğlu naklettiğim açıklamasıyla siyasi/ diplomatik bir nifakın girdabına kapılmıştır. O, Birleşmiş Milletler kararlarını yüzlerce kez hiçe sayan Siyonistlerle ilgili problemin çözüm yerini yine Birleşmiş Milletler olarak gösterirken, Suriye’ye uluslararası askeri müdahalenin yolunu kapatan Rusya ve Çin vetosunun ardından Birleşmiş Milletlerin bypass edilebileceğini, Birleşmiş Milletler izin vermedi diyerek zalim bir yönetime müsamaha gösterilemeyeceğini ve bunun için Türkiye’nin elinden gelen her şeyi yapacağını, bu cümleden olmak üzere, Suriye rejimine karşı olan bütün ülkeleri Suriye’nin Dostları adı altında bir araya getireceklerini ve bu ülkelerle birlikte Suriye’deki rejime karşı her türlü yaptırımı değerlendireceklerini ifade etmişti. Suriye’nin Dostları’nın serüveni takip eden herkesin malumu olsa da, bu vesileyle, Davutoğlu’nun Türk dış politikası için çizdiği yolda gerektiğinde Birleşmiş Milletlerin dahi göz ardı edilebileceğini görmüş olduk.

Türkiye’yi Suriye konusunda ısrarcı kılan saikin nelerden ibaret olduğunu bilemiyoruz. Zira Sayın Davutoğlu’nun getirdiği hiçbir argüman ikna edici mahiyette değil. Türkiye’nin ilkelere dayalı bir dış politika izlediğini varsaymamız için benzer olayların hepsinde benzer tavırları takınmasını beklemek hakkımız olmalı. Siyonist yapı karşısında eli kolu bağlı bir Türkiye’nin Suriye meselesinde ilan ettiği adalet, hürriyet, halkın egemenliği esaslarını hayata geçirebilmek için tıpkı Suriye için yaptığı gibi Birleşmiş Milletleri bypass ederek bu duruşunu somutlaştırması gerekmez mi? Siyonistlerin Türkiye’nin de işgal olarak kabul ettiği 1948 ve 1967 sınırlarında yaşayan insanlara yaptığı zulümlerden ayrı olarak kendi vatandaşı olan Araplara yaptığı haksızlıklar da ayan beyan ortadayken ve Siyonistler, Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, Birleşmiş Milletler kararlarına uymamakta ısrarcı iken, Türkiye’nin Filistin Dostları adı altında uluslararası bir hareket başlatıp Birleşmiş Milletleri bypass etmesi ve Filistin’e her açıdan müdahale etmesi ilkelere dayalı bir duruşun gereği değil midir?

Türkiye, Suriye ile Siyonistleri barıştırma çabasında başarısızlığa uğradı ve bugün, Suriye’deki yönetimi değiştirerek Siyonistlere teslim olacak bir Suriye yaratmanın peşinde koşmakta. Türkiye Filistin halkının hakları konusunda samimi ise bunu Birleşmiş Milletleri bypass ederek göstermeli, Arap Baharı’nı da bu yolla sınamalıdır. Sayın Davutoğlu tıpkı Suriye için yaptığı gibi Filistin için de Tunus’u, Mısır’ı, Libya’yı, Suudi Arabistan’ı, Katar’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Bahreyn’i ve Filistin ile dost olduğunu düşündüğü tüm diğer ülkeleri bir araya gelmeye ve her türlü yaptırım ve müdahale yolunu kullanarak Filistin’i özgürleştirmeye davet etmelidir. İlk adım olarak Türkiye’nin Siyonistlerle olan diplomatik ilişkisini kesmeli ve Suriye’de Arap ülkelerine gösterdiği örnekliği Filistin için de göstermelidir. Türkiye, şayet iddia edildiği gibi küresel güç olma yolunda emin adımlarla ilerleyen ve bölgenin değişimini etkileme kudretine sahip bölgesel bir aktör ise bunu rahatlıkla yapabilir.

Yanlış anladıysam lütfen düzeltin; Mavi Marmara topunu Birleşmiş Milletlere atanların buna asla yanaşmayacağını mı söylediniz? 

1 Mayıs 2012 Salı

Muhafazakâr Kurnazlık

Gürkan BİÇEN


Bir konuşmanın/ iletişimin sıhhati, şüphesiz, tarafların kullandığı kelimelerin/ kavramların müşterek bir manayı ifade etmesine, bir başka deyişle, aynı kelime ile aynı anlamı kast etmelerine ve anlamalarına bağlıdır. İletişim dilinin sabitlenmediği her durumda yanlış anlama/ anlaşılma ve hatta iğfal etme/ edilme kapısı açık bırakılmış demektir. Türkiye’nin Filistin konusundaki söylemi de bundan beri değildir.

Türkiye dış politikadaki eksenini değiştirmediği, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde kurulan sistemin kabullerine itiraz etmediği, son altmış yılın getirdiği kurumlara sadakatle bağlı olduğu halde Filistin konusundaki söylemin kamuoyunda yarattığı yanılgının temel sebebi dış politikanın yönlendiricileri ile halkın aynı kelimelerden farklı şeyleri anlamaları olmalıdır. Filistin konusunu zihinlerde canlandıran “İşgal”, “Mülteci”, “Kudüs”, “Filistin Devleti”, gibi kavramlarının politik kullanımları halkın tahayyülündekinden farklı olmasına rağmen kamuoyuna yapılan açıklamalarda halk ile aynı dilin kullanıldığı izlenimi verilmekte, böylelikle Türkiye’nin temel politik tercihlerinde hiçbir değişiklik olmazken kamuoyunda yanlış anlamalara dayalı, gerçekle ilgisi olmayan ancak haz verici bir algı oluşturulmaktadır.

Fransız Bildirgesi, Balfour Deklarasyonu, Manda Yönetimi, Yahudi göçü ve İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde, 1947’de, Birleşmiş Milletler Filistin’i Araplar ve Yahudiler arasında taksim eden bir planı kabul etti. Bu plana göre Filistin topraklarının %55’i Yahudilere, %45’i ise Araplara bırakılıyor, Kudüs ise BM denetiminde bir bölge olarak belirleniyordu. Araplar bu plana itibar etmediler.  Ancak İngiltere’nin Filistin’den çıkmasının hemen ardından, 14 Mayıs 1949’da, Siyonistler İsrail’in bir devlet olarak kuruluş deklarasyonunu yayımladılar ve bu Arap ülkeleri ile bir savaşın da tetikleyicisi oldu. Bu savaşın neticesinde Siyonistler, BM taksim planında kendilerine ayrılan %55 oranındaki toprağı %80 civarına çıkarmış oldular. 1947 Taksim Planı ile Araplara ayrılan bölüme Siyonistler ve Ürdün tarafından büyük oranda el konulduğundan Filistinli Arapların sahipleneceği bir toprak da kalmamış oldu.  1948 Savaşı sırasında ve sonrasında 700 binden fazla Filistinli tehcir edildi. Türkiye Siyonist yapıyı bir devlet olarak Mart 1949’da tanıdığında durum böyleydi. Siyonistler tarafından neredeyse tamamen işgal edilmiş bir ülke, topraklarından kovulmuş bir halk…

Türkiye, Siyonistler ile Araplar arasında 1967’de yaşanan “Altı gün Savaşı”nın neticelerini kabul etmediğini ilan etti. Bu savaş ile Siyonistler Arap devletlerini kesin bir mağlubiyete uğratıp Filistin’in kalan kısmı ile Batı Kudüs’ü ele geçirmiş oldu. Yine bu savaşla 1967 Mültecileri olarak tanımlanan bir mülteci kitlesi de ortaya çıkmış oldu. Bugün ağırlıklı kesimi Filistin’i çevreleyen Arap ülkelerinde olmak üzere milyonlarca Filistinli mülteci kamplarında varlık mücadelesi vermektedir. Siyonistlerin umduğunun aksine, yaşlılar ölse de gençler topraklarını unutmuş değiller. Filistin halkı başkaca ülkelerin vatandaşlığına geçmeyi ısrarla reddetmektedir.

Bu güne kadar,  muhafazakâr hükümetler dâhil, Türkiye’nin tüm hükümetleri Filistin konusundaki açıklamalarını Türkiye’nin resmi konumunu gözeterek ve kabul edilmiş terminoloji içinde yaptılar ve fakat halkın kulağına hoş gelen kelimeleri kullandılar. Onlar “Filistin” dediklerinde “Denizden nehre kadar Filistin”i (Akdeniz’den Şeria Irmağı’na kadar olan parçalanmamış/ taksim edilmemiş topraklar) değil 1948 sınırlarını (1947 BM Taksim Planı çerçevesinde Araplara bir devlet kurmaları için bırakılan alan) kast ediyorlardı. Türkiye Siyonistlerin varlığını bir devlet olarak kabul ettiğinden BM Taksim Planı’nda Siyonistlere ayrılan alan Türkiye için meşru bir ülkenin toprağı sayılıyordu. Bu sebeple Türk hükümetleri Filistin hakkında “işgal” kelimesini kullandıklarında “denizden nehre kadar” bir ülkenin işgalini değil, en iyimser haliyle 1948 Savaşı’nda Siyonistlerce ele geçirilen toprakları ima ediyorlardı. Ancak tartışmasız olarak kullanılan “işgal” kavramı 1967 Savaşı sonrası Siyonistlerce gasp edilen toprakları ifade ediyordu. Türkiye’nin itirazı Siyonistlerin askeri, siyasi, ekonomik varlığına değil onların bu varlığı BM Taksim Planı dışına yaymalarına idi.

Türkiye’nin bu tutumu 1948 Mültecileri için de tekrarlanıyordu. Türkiye BM Taksim Planı’nda Siyonistlere ayrılan ve daha sonra bir devlet olarak ilan edilen bölgedeki Filistinlilerin kendi topraklarına dönüş hakları hususunda ikircikli bir tutum sergiliyordu. Teorik olarak bu hakkı tanıyor gibi görünse de, Siyonistlerin sayı sınırına itiraz etmiyor ve hatta yakın zaman itibariyle sembolik dönüşe de sıcak bakıyor, toprak karşılığı tazminat seçeneklerini makul buluyordu. Türkiye açısından 1948 Mültecileri artık kapanmış bir meseledir, demek yanlış olmayacaktır. Türkiye, 1967 Mültecilerinin dönüş hakkını savunuyor olsa da, bu hakkın kullanımını sağlayacak bir araç sağlamış değildir.

Türk halkının takdirle karşıladığı “Kudüs’te namaz kılmak”  sözü de, anlaşılan ile kast edilenin birbirinden farklı olduğu bir durumu oluşturuyordu. Türkiye’nin başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinden kastı 1948 sınırlarına çekilmiş, Batı Kudüs’ü elinde bulunduran bir İsrail ile Doğu Kudüs’ü başkent yapacak bir Arap devletinden ibarettir. Türkiye, Siyonistlerden arındırılmış, onların siyasi egemenliğinden eser olmayan bir Kudüs peşinde değildir. Zira Türkiye Siyonistlerin varlığını kökten reddetmemektedir.

Batı sistemi içinde yer alan Türkiye’nin 1948 sınırlarında bir Siyonist devlet ile bir Arap Devleti’nin birlikte olabileceğini savunması da mevcut halde anlamsızdır. Zira 1948 ve 1967 gasplarının ardından Batı Şeria’ya yerleştirilen 500 bin civarındaki Siyonist yerleşimci Siyonistlere ve Batı Dünyası’na kurulacak Arap Devleti’nin içişlerine müdahale imkanı verecek ve böylelikle bu devlet Bosna ve Kosova örneklerinde görüldüğü üzere yeni bir tür Manda’ya dönüşecektir. Türk dış politikasının yöneticileri kamuoyuna, bu gerçeği çok iyi bilmelerine rağmen, bölgeye barışı getirmenin anahtarı olan “denizden nehre kadar bağımsız ve egemen Filistin devleti” yerine kof bir hayali pompalamaktadırlar.

Türk dış politikasında Filistin’i araçsallaştıranlar çeşitli yollarla kamuoyunu da Siyonistlerle birlikte yaşamaya/ Siyonistlere teslim olmaya razı etme gayretindeler. Onlar, bizi, Kudüs’ün pazarlığa açık siyasi bir mesele olduğuna ikna peşindeler. Ne var ki, ne Türkiye’de ne de Filistin’de Aksa’nın çocukları onların bu çabalarına itibar ediyorlar. Elbette Filistin’in dillendirildiği her sese kulak kesiliyorlar ancak nihayetinde kalpleri tek bir şey için atıyor: Denizden nehre hür ve egemen Filistin Devleti.