Translate

3 Eylül 2011 Cumartesi

Mavi Marmara Yaptırımları: Yetmez Ama Evet

Gürkan BİÇEN

Ekseriyeti emperyalist Batı’nın kontrolünde olan basın yayın organları BM’nin Mavi Marmara saldırısı hakkında hazırladığı rapora Türkiye’nin verdiği tepkiyi “sert” olarak nitelendirerek servis ettiler. Türk medyası da aynı çizgiyi takip ederek Siyonist yapıya karşı uygulamaya konulacak yaptırımları sanki kıyamet kopuyormuş havasıyla verdi. Hâlbuki saldırının ardından geçen on beş aydan sonra alınan bu kararlar Siyonist yapı ile Türkiye’nin daha evvel yaşadığı gerilimleri andırmakta ve meselenin aslını görmezden gelmektedir.

Yaklaşık 31 yıl evvel, Siyonist yapı Kudüs’ü ilelebed başkent ilan ettiğinde Türkiye bu durumu tanımamış ve diplomatik bir tepki olarak Kudüs’teki konsolosluğunu kapatmış, diplomatik ilişkilerini maslahatgüzar seviyesine indirmişti. Türkiye Siyonist yapının Kudüs hakkındaki iddiasını bugün de tanımamasına rağmen Tel-Aviv’deki temsil düzeyini zaman içinde eski haline, büyükelçilik seviyesine getirdi. Hatta “28 Şubat Süreci”nde Siyonist yapı ile Türkiye’nin yükselen ilişkisi “stratejik ortaklık” yahut en azından “stratejik işbirliği” olarak tanımlandı. Böylelikle hükümetlerin değişmesiyle tutumların da değiştiği görülmüş oldu. Siyonist yapıya yönelik yaptırımları açıklayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuşmasında bu husus hassaten vurgulanmış, yaptırımların “mevcut hükümet”e yönelik olduğu dile getirilmiştir. Bu yönüyle açıklama yüreklere su serper nitelikte değildir. Yine bu konuşma bazı soru işaretlerini de ihtiva etmektedir.

Her şeyden evvel Siyonist yapıyı doğal bir devlet olarak kabul eden yaklaşım yanlıştır. Siyonist yapı, BM üyesi olsa bile, bir devlet değil, sofistike bir suç örgütüdür. Siyonist yapıdan devletlere has refleks ve kararları ummak onun varlık sebebinden habersiz olmak demektir. 1917’de Kudüs’ün askeri valisi olarak görevlendirilen Sir Ronald Storrs Siyonist yapı için, “Potansiyel düşman Arap denizinde küçük sadık Yahudi platosu” derken, Robert Fisk’e göre, “İsrail Silahlı Kuvvetleri modern bir ordu değil, yollarına çıkan her şeyi yağmalayan ve tam dokunulmazlıktan faydalanarak Filistin kasabalarının tarumar edilmesine izin veren silahlı çeteler sürüsüdür.”. Siyonistlere karşı durmak bizatihi Batı’nın Müslüman Dünya’nın kalbine tasallutuna karşı durmaktır. Siyonistlerin Batı’nın bir aparatçığı olduğunu ve bu sebeple Siyonistlerle mücadelenin gerçekte emperyalistlerle mücadele anlamına geldiğini dikkate almadan yapılacak her hesap yanlış bir hesaptır. Merhum Bahattin Yıldız, Dünya Bülteni’nde yayımlanan “Siyonist İsrail’in İşlevini Kavramak” başlıklı yazısında; “İsrail, hamisinin koruyucu kanatları altında güvenle, dünyayı ve Müslüman tepkileri umursamadan yürümektedir: İsrail projesi, Amerika projesi olduğundan, iki azgınlığı bir kefede hesaplamak önemlidir. Bugün İsrail’in yaptığı vahşetin cevabı aynı biçimde verilmedikçe ne insanlığın kin ve nefreti soğuyacak ne de Siyonistler başka bir dilden anlayacaktır.” diyordu. Sayısız olay bu görüşü haklı çıkarmış haldedir.

Sayın Dışişleri Bakanı konuşmasında, “Ne Mavi Marmara’ya saldırı emrini veren İsrail Hükümeti ne de bu saldırıyı gerçekleştirenler hukukun üstündedir ya da yargıdan masundur. Hepsi hukuk karşısında hesap verme konumundadır.” demektedir. Anlaşılacağı üzere Türkiye, saldırı emrini verenlerin kimliği konusunda bir tereddüt içinde değildir. Bir başka ifadeyle Siyonist yapı kabinesinin isimleri ve sıfatları belli üyelerinin emir ve talimatları doğrultusunda bu suçun işlendiğinin bilincindedir. Yine, bu kişilerin yargıdan masun olmadığını da söylemektedir. Ancak Türkiye’nin ısrarla gözden uzak tutmaya çalıştığı husus Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinin doğrudan yargılama hakkına sahip olduğu gerçeğidir. Saldırının uluslararası sularda gerçekleştirildiği verisini gündemde tutan Türkiye, saldırıya uğrayanın Türk kanunları çerçevesinde tanımlanmış bir Türk gemisi olduğunu ve bu sebeple olayın Türkiye’nin doğrudan yargı yetkisi dahilinde bulunduğunu es geçmektedir. Saldırının hemen akabinde ve ilerleyen günlerde kaleme aldığım “Katillere Yargı Yolu Açık”, “Kayıkçının Küreği”, “Mavi Marmara Davasını da Getirmeli”, “Egemenlik Hakkından Vazgeçmek” başlıklı yazılarla birçok hukukçunun paylaştığı bu kanaatimi dillendirmeye çalışmıştım. Ne var ki, az sayıdaki insanın bu gayreti MAZLUMDER İstanbul Şubesinin raporuna da yansıdığı üzere, hükümetin siyasi baskıları neticesinde makes bulmadı. Türkiye’de açılması gereken ceza davasının geciktirilmesi konusu ana muhalefet partisi tarafından gündeme getirildiğinde Adalet Bakanlığı; “Olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği”ni açıkladı. Görüldüğü üzere hükümetin dışişleri bakanı saldırı emrini verenleri açıkça söylerken, adalet bakanı “açık kimlik ve adres araştırması”ndan bahsetmektedir. Anlaşılan odur ki, Türkiye, siyasi mülahazalarla egemenlik hakkından feragat etme eğilimindedir.

Türkiye Siyonist yapı ile olan diplomatik ilişkisinin seviyesini olayın hemen akabinde düşürmüş olsaydı bunun bir anlamı olabilirdi. Ancak aradan geçen on beş ayın ardından, işleyişini/kurallarını baştan kabul ettiğiniz bir BM çalışmasındaki aleyhe durum üzerine böyle bir yola girilmesi tepkinin kime olduğunu belirsizleştirmiştir. Bu, olay günü verilmesi gereken ve bugün için nasıl bir karşılığı olacağı şüpheli bir tepkidir. Öte yandan, ilişkinin seviyesinin düşürülmüş olması rutini bozmayacaktır. Sadece bir kısım işlerin halli daha uzun zaman alacaktır. Kuvvetle muhtemel, ilerleyen zamanda bu karar da gözden geçirilecek ve tıpkı 1980’deki kararda olduğu gibi geri alınacaktır.

Türkiye’nin “Doğu Akdeniz’de sefer güvenliğini sağlamak için gerekli gördüğü her türlü önlemi alması” içeriği belirsiz bir açıklamadır. Siyonist yapı bandıralı gemiler Türk limanlarına sokulmayacak mıdır? Yahut tüm Türk gemilerinin yanına güvenlik kuvveti mi eklenecektir? Türkiye resmen hazırladığı bir filoyu savaş gemileri ile destekleyerek Gazze’ye mi yollayacaktır? Uluslararası sularda Siyonist yapının gemileri veya rotası Siyonist yapının limanları olan gemiler durdurularak aramaya mı tabi tutulacaktır? Bu soruların cevabı “evet” ise bunu yapmak için on beş ay beklemenin manası nedir?

Sayın Dışişleri Bakanı, “Türkiye, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu tanımamaktadır.” demekte ve meseleyi Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyacaklarını söylemektedir. Türk diplomasisi bu tür kurumların Batı’nın çıkarlarını korumak için tesis edildiğinin, çok açık ihlallerde bile yaptırım kabiliyetini haiz kararlar almaktan imtina ettiklerinin farkında değil midir? Adalet Divanı Gazze ambargosunu yasal gördüğü takdirde Türkiye’nin söyleyecek başka bir sözü kalacak mıdır? Türkiye Gazze ambargosunu yasal görmüyorsa Batılı olmayan ittifaklarla fiili durum yaratmalı, Siyonist yapının deniz ve hava gücünü Gazze çevresinden def etmenin yolunu bulmalıdır.

Sayın Dışişleri Bakanının açıkladığı son yaptırım kararı ise şaşırtıcıdır: “İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine tarafımızdan gereken her türlü destek verilecektir.”. Türkiye bu desteği başından beri vermek zorundayken saldırının mağdurlarının yurda dönüşünün ardından onların sesini duymazdan gelmiş, onları orta yerde bırakmıştır. Saldırının mağdurlarının basın açıklamaları ve İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım’ın yaptığı bir söyleşide, “Mavi Marmara saldırısı sonrasında açılması beklenen davalar neden bir türlü açılamıyor. Adli Tıp’ta filan neler oluyor?” sorusuna “Dava süreci devam ediyor. Bu konu ile alakalı artık nedenini sorgulamıyoruz?” şeklindeki cevabı bu iddiamızı teyit eder mahiyettedir. Türkiye’nin başından beri vermesi gereken desteği bundan sonra vereceğini açıklaması trajikomiktir.

Türkiye’nin aldığı yaptırım kararlarını Batılı ittifakların içindeki eli kolu bağlı bir ülkenin yapabileceklerinin sınırı olarak kabul etmek ve bundan fazlasını beklememek gerekiyor. Genelde İslam Dünyası’na ve özelde Filistin’e yönelik saldırının bir Nato saldırısı, Türkiye’nin ise bu ittifaktan kopamayan köle statüsünde bir üye olduğunu unutmamalıyız. Böyle olduğu içindir ki, “Nato’nun Libya’da ne işi var” sözünden “Libya operasyonunun komuta merkezi” olmamıza geçişimiz ancak birkaç gün sürmekte, İran’a yönelik füze kalkanı hakkında ağzımızı açamamaktayız. Besleme medya ve muhafazakâr kafa ise bize hamasetten başka bir şey sunmamaktadır. Tüm bunlara rağmen bu kararlar için “yetmez ama evet” demek gerekiyor.

Ben, 1 Haziran 2010 tarihinde söylediğimi tekrar etmek isterim: “Siyonist katilleri yargılamak yasal bir zorunlulukken meseleyi uluslararası toplum sarmalına havale etmek adalet peşinde koşmaktan yüz çevirdiğimiz anlamına gelecektir.”