Translate

25 Şubat 2012 Cumartesi

Direniş’in Mantığı

Gürkan BİÇEN


Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler...

Sana karşı ürüyüp dururlar!
Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar...

Ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme...

Ey şifa hastayı terk etme...

Sağıra kızıp körün sopasını bırakma!

Mesnevi

Bugün çok az kimse Birinci Dünya Savaşı devam ederken Filistin denildiğinde anlaşılanın bugünkü Ürdün’ü de içine alan topraklar olduğunun farkındadır. Savaş sonrasında İngiltere, Körfez’in küçük kabilelerinden oluşturduğu devletçikleri gözlerden uzak tutmayı başardığı gibi Filistin topraklarında bir Ürdün var etmeyi de başarmıştır. Suriye ve Lübnan ise Fransızlar, İngilizler ve Araplar arasında bir köşe kapmacaya dönüşmüştür. Savaş sırasında vaat edilen Birleşik Arap Krallığı buharlaşmış, Osmanlı çatısı altında Yemen’den İstanbul’a kadar hareket edebilen Araplar birçok sınırın içine hapsolunmuşlardır. Siyonizm ile Arapların menfaatlerinin örtüştüğünü düşünen bir kısım Arap kavmiyetçisi henüz Siyonist işgal başlamadan Arapların ayrışmasının yolunu açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1948 arasındaki dönemde İngilizlerin düzledikleri Filistin yolunda hızla ilerleyen Siyonistler Batı’dan aldıkları silahlar ve askeri eğitim yoluyla silahsız ve eğitimsiz Filistinli Arapları yıldırmak için tedhiş hareketlerine giriştiklerinde Filistinlilerin ümit bağladığı genç Arap devletlerinin hayalden ibaret olduğu henüz açığa çıkmamıştı. Ancak 1948 mültecilerinin şahitliklerini dikkate alanlar Filistinlileri hayal kırıklığına, moral bozukluğuna ve ülkelerini terk etmeye sevk edenin sadece Siyonistlerin askeri gücü olmadığını teslim edeceklerdir. Filistinliler kendilerine silah ve eğitim vermeyen, kendilerinin korumak için azmettikleri köylerini ve kasabalarını koruyacaklarına söz veren ancak Siyonistlere teslim ederek çekip giden Özgürlük Ordusu’nun Filistin halkına ihanet ettiğini söylemektedirler. Bütün bir Arap coğrafyasının Batılı devletlerin kontrolünde olduğu o dönemde Özgürlük Ordusu da Batının araçlarından birisi olarak varlık gösteriyordu. Siyonistlerin doğrudan yahut Özgürlük Ordusu’nun hilesiyle boşalttırdığı köylere Irak’ın, Yemen’in Afrika’nın Yahudileri taşınıyordu ki, bunların önemli bir kısmı da, yüzyıllardır yaşadıkları beldeleri terk etmek zorunda bırakılan, Müslümanlarla birlikte yaşama tecrübesi olan ailelerden oluşuyordu.

Arap devletlerinin 1948 sınırları içindeki Siyonist varlığa son vermek için başlattıkları savaşlar mağlubiyetle sonuçlandıkça Filistin, bir Arap meselesi olmaktan çıkarak Filistin halkının meselesi olmaya eviriliyordu. Başlangıçta Filistin halkını eğitmeyen, onları silahlandırmak için ciddi bir çaba göstermeyen Arap liderler bu dönemde Filistinlilere tecrit edilmiş kampları layık görüyorlardı. Bu gün bu kadar büyük bir sayıyla, ana vatanın hemen yanı başındaki kamplarda mülteci/ sığınmacı konumunda yaşayan bir ikinci halkı göstermek mümkün değildir.

1979 yılı Şubat ayı Filistin halkı için erken bir Nevruz idi. Zira İmam Humeyni’nin rehberliğinde ilerleyen halk hareketi Şah’ı bu ayda İran’dan def etmiş ve onunla birlikte Siyonistler ile Amerika’nın eli de kesilip atılmıştı. İnkılab’ın zaferine giden süreçte İmam Humeyni Şah’ın Siyonistlerle olan ilişkisini defalarca lanetlemiş, onu birçok kez uyarmış ve Müslüman halklar ile devletlerin Siyonistlerle ilişki kurmasının İslam’a ihanet olduğunu, bunun açık bir haram sayıldığını ilan etmişti. İnkılab İmam Humeyni’ye bu sözünü yerine getirme imkânı vermişti ve o İnkılab’ın ilk günlerinde, hiçbir pazarlık konusu yapmaksızın, Siyonistlerle tüm ilişkileri kesip Siyonist elçiliği kapatarak, “İsrail bizim tarafımızdan dışlanmış, defterden silinmiştir, ebediyen hem de! Ona ne petrol veririz ne de resmen tanırız; asla” sözüne sadık kalmıştı. Bugün Camp David’i Amerikan yardımının pazarlık unsuru haline getiren Mısır’daki İslami Hareketlerin İmam Humeyni’nin bu tutumundan çıkarması gereken bir ders olmalıdır.

İmam Humeyni Filistin’in sahiplerine iadesi meselesine ciddiyetle eğiliyordu. O, kitleleri coşturacak ancak kısa bir zaman içinde sönüp gidecek, başarısızlığa mahkûm olacak ve böylece emperyalist Batı’yı memnun edecek faaliyetlerin Müslümanların bu yoldaki ilerleyişi için nasıl birer tuzağa dönüşebileceğine dikkat çekiyordu. Alman Spigel dergisinin kendisine yönelttiği “Ordunuzun İsrail’e karşı Arap ülkelerinin ordularıyla birleşmesi hakkındaki görüşüz nedir” şeklindeki sorusuna İmam Humeyni, “Arap ülkelerinin İsrail ile savaşmak için bize ihtiyacı olmayacaktır. Onlar, İsrail’in varlığının bundan fazla kök salmasına müsaade etmemelidirler.”, cevabını veriyordu. Bir başka röportajda ise, “İsrail’in İslam’a düşman olduğunu belirttiniz, İslam Devleti bu ülkeye savaş açacak mı?” sorusunu, “Zamanın şartlarına bağlı” sözüyle karşılıyordu. İmam Humeyni’nin bu soruları yanıtladığı dönemde Mısır’ın İsrail’i tanıdığı, Suud’un gizli ilişkilerinin devam ettiği, Irak’ın Saddam yönetimi altında olduğu, Ürdün’ün yakın zaman evvel Filistinlileri katledip sürdüğü bilinen gerçekliklerdi. Yine de İmam Humeyni, “Araplara karşı tavrını” soran El Kavmiyyel Arabi dergisi muhabirine, “İsrail’e karşı mücadelesini sürdüren Arap ülkelerine elimizi uzatmış ve daima İsrail’e karşı onları desteklemişizdir. Umarız Arap milletleri de İran milletinin mücadelesini destekler” diyordu.

Arafat ile İmam Humeyni’nin bir görüşmesi İsrail’in Lübnan’ı işgal ettiği, FKÖ gerillalarının direnmeye çalıştığı ve fakat Arap ülkelerinin ihaneti ile yüzleştiği dönemde gerçekleşiyordu. Bu görüşmede Yaser Arafat İmam Humeyni’ye İnkılab’ın etkisini anlatarak; “Şimdi deprem başlamış ve bize yaklaşmış durumdadır. ‘…attığın zaman da sen atmadın, ama Allah attı.’ Dayan’la Begin’e cevaben dedim ki, sen gidip birilerine dayanır ve Amerika’ya sırtını verebilirsin, ama ben de beni destekleyecek birini bulabilirim ve buldum da; Ayetullah-il Uzma Musaviyy-il Humeyni liderliğinde İran milletine dayandım.”, deme ihtiyacını hissediyordu. Zira İnkılab o ana kadar var olan tüm dengeleri sarsan, Filistin halkını izzetli bir makama yerleştiren tek hamiydi. Bu hami Müslüman iradenin yüz yılın başında yitirdiği siyasi ve ekonomik gücü İran ülkesinde harekete geçirmeyi başarmış ve bu imkânları Filistin’in kurtuluşu, Filistin halkının topraklarına dönüşü, Siyonist varlığın sökülüp atılması için uzun vadeli ancak kalıcı bir projeyi işletecek unsular için sarf etmeyi öngörmüştü. Bu proje işgale uğramış Lübnan ve Filistin halkının yeniden teşkilatlandırılması, Siyonist düşman karşısında mücessem ve mücehhez hale getirilmesi ve –İnkılab tarihi itibariyle- 32 sene evvel topraklarından atılan insanların bu toprakları kendi elleriyle kazanması esasına dayanıyordu.

Lübnan’daki Direniş’in tohumlarının atıldığı o günleri anlatan Seyyid Ali Ekber Muhteşemi, “Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dâhil olması yönündeydi fakat işin ortasında Hz. İmam (r.a.) sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiki. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık.”, diyordu. Böylelikle İmam Humeyni Siyonistlerle savaşta bölge dışındaki ülkeleri müttefikler olarak Siyonistlerin yanında açık bir savaşa müdahil olma imkânından da uzak tutmuş oluyordu. Savaş Siyonistlerle Lübnanlı ve Filistinli Direnişçiler arasında geçiyor, hiçbir ülkenin askeri gücü ilan edilmiş bir karar ile Siyonistlerle savaş cephesinde alenen bulunmuyordu. İmam Humeyni’nin hatlarını belirlediği projede Siyonistlerle uzlaşmaya yanaşmadıkları müddetçe Direniş’in lojistiğini sağlayan ara ülkelerin istikrarı da önem arz ediyordu. Bu proje bugün de bu bakış açısıyla yoluna devam etmektedir. Bugün Suriye’nin Golan tepeleri için niçin savaşmadığını soranlar, Golan için açılacak bir savaşın bütün Batı Dünyasını Siyonistlerin yanında bölgeye getireceğini hesap etmeyenlerdir.

İran ağır ama emin adımlarla ilerleyen bu projesinde tartışmasız üç başarıyı selamladı. Birincisi, 2000 yılında Siyonistlerin Lübnan’ı terk etmesiyken, ikincisi 2006 Hizbullah – İsrail Savaşı’nın neticesiydi. Bu tecrübenin sıhhati Gazze Furkan Savaşı ile teyit edilmiş oldu. Hassaten 2006 savaşı BM’nin kabul ettiği bir devlet ile siyasal olarak Lübnan’ın tümünü temsil etmeyen, Lübnan devleti adına karar almayan bir örgüt arasında gerçekleşmiş oldu ve bu da Lübnan devletini Siyonistlerle savaş yahut barış ikileminden uzak tuttu. Askeri açıdan ise Batı’nın desteğinin Siyonistleri muzaffer kılmaya yetmediği, istihbarat, iletişim, lojistik, operasyon ve halkla iletişim açısından Hizbullah’ın Siyonistlerden daha iyi durumda olduğu anlaşıldı. İmam Humeyni’nin çevirmeye başladığı ve başlangıçta son derece mazlum olan bu çark, Siyonistlerin baş edilemez sanılan tüm kurumlarını öğütmeyi becerdiği için Hasan Nasrallah İslam Ümmetine, yenilgiler çağının kapanıp zaferler çağının başladığını müjdelerken, “Direnişin toprağı özgürlüğüne kavuşturması bilinen bir şeydir ama bir ülke karşısındaki saldırıyı engelleyen direniş yeni bir kavramdır.”, diyordu. O, bu müjdeye, gelecek savaşın artık Lübnan’da değil işgal altındaki Filistin topraklarında olacağı öngörüsünü de ekledi. Bu, Siyonistlerin askeri ve siyasi varlığını sonlandıracak bir savaşı ifade ediyordu.

“Nasrallah’ın vaadi gerçekleşebilir mi?”, sorusuna muhtemel bir cevabı Emel Saad Ghorayeb, 2006 savaşını inceleyen yazısıyla veriyor; “Şurası kesin ki düşmanını çok ince bir şekilde inceleme ve araştırma çabası (hala sürüyor) açısından Hizbullah, İsrail’in bugüne dek bölgede karşılaştığı hasımları arasında diğerlerinden hemen fark ediliyor. Hizbullah, oryantalistlerin ‘Arap zihni’ dedikleri kavramın doğruluğu hakkında şüphe doğuran bir şekilde, İsrail ruhuna nüfuz etmek için -ve bu en başta gelen düşmanına üstün gelmek için sadece askeri kafa yapısını hedeflemekle de yetinmeyerek- gece gündüz çalışıyor.” Hizbullah’ın bu çalışmaları arasında Filistin içindeki Direniş hareketlerini organize etmek, tecrübelerini aktarmak ve ihtiyaç duydukları şeyleri onlara temin etmek olduğu da biliniyor. Gazze Furkan Savaşı sırasında Gazze’ye mühimmat sevk ederken Mısır’da yakalanan Hizbullah üyelerinin varlığını açıkça kabul etmesi Nasrallah’ın ilerleyen bir projenin neresinde olduğunu ortaya koyuyor.

Bugün Siyonist işgalin Mısır yahut sair Arap ülkeleri orduları tarafından sonlandırılabileceğini sananlar kof bir hayal kuruyorlar. Özgürlük Ordusu’nun açtığı yarayı, Arap ülkelerinin yüz çevirişlerini unutanlar Direniş’in Arap halkına ve Müslümanlara iade ettiği onuru görmezden geliyorlar. Gayrı İslami rejimlerin emri altındaki medyanın bombardımanı altında şaşkına dönmüş zihinleriyle onlar, İnkılab’ın ağır bir yükün altında ama emin bir şekilde ilerlediğini, Allah’ın elinin müminlerin elinin üzerinde olduğunu, kopmak bilmeyen bir ipe sarılan insanların vaat edilen zaferin aydınlığına kavuşacakları hakikatini umursamıyorlar.

Direniş ne Türkiye’ye ne Mısır’a güvenerek yola çıktı. Bunun için ne Türkiye’nin ne de başka bir ülkenin planlarına, projelerine, hedeflerine itibar etme yükümlülüğündedir. Direniş’i Siyonizm’i yok etmek üzere kendi toprağından var eden irade, emin olun, tüm bu zor günleri de atlatacak güçtedir.