Translate

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ergenekon Davası: Etme Bulma Dünyası


Gürkan BİÇEN 

Ergenekon davası karara bağlandı ve kimi dostlarım, avukat olmam sebebiyle, verilen cezalara dair fikrimi öğrenmek istediler. Onlara, dilim döndüğünce,  üç kuraldan bahsettim.

Her şeyden evvel, bir avukat vakıf olmadığı bir dava dosyası hakkında kesin bir görüş bildirmemelidir. Zira hukuki süreçler gazete haberlerine benzemez. Medyanın yansıttığı ile dosyada olan, mahkemenin incelediği şeyler aynı olmayabilir ve yine dosyada olan belge ve bilgilerin hukuki değeri medyanın yansıttığı gibi olmayabilir. Delillerin hukuki değeri binlerce yıldır tartışılan bir konudur ve normal bir mahkemenin tercih edilen teorinin getirdiği kurallara bağlı olması umulur. Bu durumda, dostlarıma vakıf olmadığım bir dava süreci hakkında kesin bir şey söylememin mümkün olmadığını açıkladım ve devam ettim.

Ancak, dedim, bir kural daha var. Bu hukukla değil sosyal psikoloji ile ilgilidir. Kendisi de bir hukukçu olan Alija İzzetbegoviç bu kuralı şöyle izah eder;  Uzun tutukluluk süreleri sonunda verilen ağır cezalar çok zaman halkın karara ikna edilmesine yöneliktir. Halk cezaların ağırlığına bakar ve şayet bunlar bu suçu/ suçları işlememiş olsalardı bu kadar ağır ceza almaz, hafif cezalarla kurtulurlardı, diye düşünür. Böyle olunca, cezanın ağırlığı başlı başına suçun delili haline gelir.

Bir üçüncü kural ise, diye devam ettim; Adli İlahi’dir. Şehit Mutahhari’nin okuyucuları onun ilahi adaletin tecellileri bahsine verdiği önemi hatırlayacaklardır. Mutahhari ilahi adaletin sadece ahirette, Mahkeme-i Kübra’da değil, kısmen bu dünyada da tecelli ettiğini ispat sadedinde, zulmedenlerin uğradıkları musibetlere yahut iyilerin ummadıkları yerden rızıklandırılmalarına işaret eder.  İşte, dedim dostlarıma, bana göre bu davada hem ikinci kural hem de üçüncü kural söz konusu olabilir.

Davanın nihayetinde hükmolunan cezaların miktar ve niteliklerine bakıldığında ikinci kuralın tatbik edildiği düşünülebilir ancak böylesi bir sona varılırken mahkemenin kuvvetle muhtemel izlediği hukuki süreç üçüncü kuralı, Adli İlahi’yi de yabana atmamamızı gerektiriyor.

Bugün ağır suretle cezalandırılan sanıkların önemli bir kısmı Türkiye’deki muhalif siyasi hareketleri, diğer yolların yanında, hukuk yoluyla da bastırmada etkileri olan kişilerdi. Türkiye’nin son 30 yılı ele alındığında, siyasi ve bürokratik güce sahip bu kadroların mahkemeler üzerinden birçok kişinin hayatını kararttığını görebiliriz. Söz gelimi;

1993 yılında, 500. Yıl Vakfı Başkanı Yahudi iş adamı Jack Kamhi’yi öldürmeye teşebbüs ettikleri iddia olunan üç kişi için İslami Hareket Süreci adıyla bir örgüt icat edilmiş ve bu kişiler adam öldürmeye tam teşebbüsten değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini silah zoruyla değiştirmek suçundan yargılanarak müebbet hapis cezasına mahkûm edilmişlerdi. Yargı sürecinde Türk hukuk sisteminin o ana kadar bu suç için ürettiği kuralların hiçbirisi dikkate alınmamıştı. Yargıtay daha evvel verdiği birçok kararda, örgütün varlığı halinde bile, silahlı olmanın yeterli olmadığını, silahlı ve organize bir gücün Türkiye Cumhuriyeti anayasal düzenini değiştirebileceğinin makul karşılanacak kudrette ve etkinlikte olması gerektiğini söyleyerek az sayıdaki sanığa isnat edilen bu suç sebebiyle verilen mahkûmiyet kararlarını bozmuşken, İslami Hareket Süreci adı ile üç kişiden oluştuğu iddia olunan bu örgüt üyelerine verilen müebbet hapis cezasını onamıştı. Ergenekon davasına bakan mahkemenin Yargıtay’ın böylesi bir onama ilamını bilmemesi düşünülebilir mi?

Bir başka örnek; Sivas olayları davası. Tabii mahkeme ilkesinin ihlal edildiği bu davada yaşanan usulsüzlükler Hukukçular Derneği’nin yayımladığı Sivas Olayları Davası kitabında ayrıntıları ile ele alınmıştır. Bu dava, hukukçular için, bir davanın nasıl yönlendirilip hukuki zeminden çıkarılabileceğine dair kayda değer bir örnektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini değiştirmeyi hedeflemeyen bir protesto gösterisinin vardırıldığı nokta anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlaması olmuş ve sanıkların bir kısmı bu suçtan tecziye edilmiştir.

Azıcık da olsa bir vicdana, adalet hissine sahip bir insanı ağlatmaya yetecek bir diğer örnek ise Başbağlar Davası’dır. Sivas’ta yaşananlara misilleme olarak yapıldığına dair kuvvetli karinelerin bulunduğu bu katliama/ suça ilişkin bu davada ise hakları yenilenler sanıklar değil, yakınları katledilen mağdurlar olmuştur. Öyle görünüyor ki, bu dava kıyamete kadar kanayan bir yara olacaktır ve maktuller ve yakınları Mahkeme-i Kübra’da sadece katillerini değil, dünyevi adaleti tesis etmeyen herkesi de Allah’ın huzuruna çıkaracaklardır.

28 Şubat sürecinde yaşanan bir kısım olaylara ilişkin davalar ise daha yakın tarihli örneklerdir. Bir tiyatro oyunu sergilemeleri sebebiyle Lübnan Hizbullah’ını ve Hamas’ı övdükleri, böylelikle terör örgütünün propagandasını yaptıkları iddiasıyla yargılanan kişilere verilen 3 yıllık cezayı bozan Yargıtay, bu oyunun sekiz ayrı ilde sahnelendiğini, suçun sekiz kez işlenmiş olduğunu gerekçe göstererek sanıkların toplamda 24 yıl hapis cezası ile mahkûm edilmeleri gerektiğine hükmetmiş ve bu yöndeki kararı onamıştır.

Yine bu süreçte Nurettin Şirin’in Lübnan Hizbullah’ına üye olduğu suçlamasıyla aldığı ceza da atlanacak gibi değildir. Bu davada Emniyet ve Mit Lübnan Hizbullah’ının Türkiye’de yapılanması olmadığına ve Türkiye’ye yönelik bir hedefi bulunmadığına dair raporlarını mahkemeye göndermiş olmasına rağmen bunlara itibar edilmemiş, Şirin, terör örgütünün sair efradı olmakla mahkûm edilmiştir.  

Bunlar gibi birçok örnek Yargı kararı olarak kayıtlara geçmiştir ve bunlara dayanmak isteyen her mahkeme gerekçeli kararında bunları gösterebilir. Hukuki süreçlere ilişkin tartışmalar hukuki zeminde yürütülür denilse de, Ergenekon davasında yargılanan sanıkların çoğu bu tür kararların oluşumunda gayrı resmi olarak bir şekilde yer almış ve hukuksuzluk üzerine kurulu bir yargı pratiğinin var olmasına sebebiyet vermiş kişilerdir. Hayır, diyeceklere, 28 Şubat sürecinde alenileşen yargı brifinglerini hatırlatmamız icap eder.

Hiç kimsenin hak etmediği bir cezaya maruz bırakılmasına rıza göstermemek Müslüman olmanın temel şiarlarındandır. Ergenekon davası ile yargılananların kendilerine isnat edilen suçları işleyip işlemediklerine dair tartışmanın dışında, en azından, ilahi adalet Türkiye’de hukuka aykırı yargı pratiğine kan pompalayanların aynı akıbete uğramalarıyla tecelli etmiştir, denilebilir. Böylesi bir durumda, ahiretteki ilahi adaletten bahseden sanıklardan birisine yukarıda bahsettiğim mazlumların gözyaşlarına, mahvolan hayatlarına yol açan uygulamalar sebebiyle bu dünyada tecelli etmesi muhtemel ilahi adaleti hatırlatmamız gerekiyor.


Konuyu daha fazla uzatmadım ve dostlarımla olan sohbetimi şu cümle ile bitirdim: Ergenekon davası, etme bulma dünyası.

4 Ağustos 2013 Pazar

Bizler Ali bin Ebi Talib’in Sünnileriyiz

Gürkan BİÇEN

Müslümanların dikkatlerini bir noktaya toplamalarını, yerel ve uluslararası istikbara, bu istikbarın ümmeti parçalamaya yönelik planlarına karşı uyanık kalmalarını sağlayan; ayaklarını İslam İnkılâbı’nın kutlu zemininde sabitleyenler ile bu zeminden kayanları ayıran Kudüs Günü bu yıl, bu günün banisi İmam Humeyni’nin  “Birader”i İmam Hamaney ve velayete sadakatin mücessem hali Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’a yönelik aşağılık saldırılara şahitlik etti.

Küresel istikbarın ve emperyalizmin karakollarından birisi olan Türkiye örneğini ele alırsak,  İslam İnkılab’ının Kudüs’ün özgürlüğüne doğru yürüyüşünü sona erdirmek, bu özgürlük yolunda maddi ve manevi açıdan en ciddi ve mücehhez halk hareketi olan Direniş’i Filistin denkleminden çıkarmak için kurulan komplonun, yürütülen stratejinin koçbaşı Ak Parti hükümetinin Batılı müttefiklerine güvenerek çatışmanın bir tarafı olarak müdahil olduğu Suriye meselesinde yüzleşmek zorunda kaldığı stratejik hezimet, hükümet ve, partinin üst düzey yetkililerini, hükümet ve parti ile ilişkilerini et-tırnak seviyesine getirmiş birçok sivil toplum kuruluşu temsilcisini, kaderlerini partinin iktidarına bağlamış ve şu ana kadar Suriye’de akan kanın durmaması için kara propaganda yürütmüş yazar müsveddelerini İslam İnkılâbı’na, Hizbullah’a ve bu yolun takipçilerine karşı kalplerinde beslediklerini kusma noktasına getirdi, diyebiliriz. Bu cümleden olmak üzere, kuklalar ve patronun değil kuklanın soytarıları, İmam Hamaney’i Esed ile birlikte Suriye’de kan dökmekle, Hizbullah’ı ise “Hizbuşşeytan” olmakla itham ettiler.

Türklere her şey mubah

Küresel istikbarın piyonu olan bu güruhun iddialarına, daha evvel yeterince ele aldığımız için, cevap verecek değiliz ancak İslam İnkılâbı ve Direniş yolunda ilerlerken Türkiye’nin/ Türklerin/ Türk İslamcıların her konuda mutad hale getirdikleri çifte standarda az da olsa değinmek icap ediyor.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkelerini NATO toprağı olarak ilan eden bir hükümete sahipken, ülkeleri NATO üssünden başka bir şey değilken, ülkelerinin savunmasını NATO’ya havale etmişlerken, Amerikan askerleri, askeri danışmanları ülkelerinde cirit atarken bağımsız ve kahraman olduklarını öne sürerek, ülkesinde hiçbir yabancı askeri üs bulunmayan, hiçbir askeri pakta üye olmayan, ülkesinin kara, deniz ve hava sahasını tamamen kendi halkının gücüyle savunan İran İslam Cumhuriyeti’ni Rus emperyalizminin kuklası olarak itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar geçmişlerindeki Osmanlı dönemini yüceltir, bunu hakikatin mücessem hali olarak kabul eder, Osmanlının dış komplolar sebebiyle yıkıldığını/ dağıldığını, Sultan İkinci Abdulhamit’in Filistin topraklarının bir karışını bile vermeyen kutlu bir padişah olduğunu ilan ederken, bu padişahın Filistin toprağından tek bir santimetre kare vermediği Siyonistlerle aynı karede yer almaktan, onlarla resmi ilişkiler kurmaktan, onlara bağımlı hükümetler görüntüsü vermekten, onlarla askeri ve ticari ilişkileri alabildiğine geliştirmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, Siyonist yapı ile olan ilişkileri böylesine ortadayken İslam İnkılâbı’nı Siyonistlerle olan çatışmasında samimi olmamakla suçlamaktan utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkeleri NATO’nun bir emir eri olarak dünyanın her yerinde her türlü zulme iştirak ederken, herhangi bir askeri pakta üye olmayan, hiçbir ülkede Batılı müstekbirlerle askeri harekât yürütmeyen İran İslam Cumhuriyeti’ni Amerikan emperyalizmi ile gizli işbirliği yapmakla itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, Mavi Marmara ile Filistin yolunda verdikleri 9 şehidin üzerini örtmeye kalkan hükümetleri ile hesaplaşmak yerine, bugüne kadar binlerce şehit veren Hizbullah’ın fedakârlığını karalamaktan utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar Filistin davasını ancak siyasi bir vaka olarak görürlerken, Filistin’i özgürleştirme çabasını namaz kılmak ile eş tutan, bunu itikadi bir mesele olarak kabul eden İslam İnkılâbı ve Direniş’i sahte Filistin fedaisi olarak itham etmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkelerinde asli unsur olan Kürt Müslümanların temel haklarını tanımaktan imtina ederken, Türklerin minik azınlıklar olduğu ülkelerde Türklere bırakın azınlık haklarını, çoğunlukla aynı hakların verilmesini istemekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar, ülkeleri Batı emperyalizmine, Batılı değerler sistemine en ince ayrıntısına kadar eklemlenmiş, dine ait her şey bir görüntüden ibaret hale gelmişken, İslam ahkâmının cari olduğu İran’ın İslamiliğine laf atmaktan, kendi hallerini İran’ın konumundan daha üstün görmekten utanmazlar.

Türkler/ Türk İslamcılar İslami ritüellerle sosladıkları kavmiyetçilik duygularını kabartıp Orta Doğu’nun Müslüman halklarını, Batılı müttefiklerinin de yardımıyla, sindirmeye çalışırken, İran’ı yayılmacılık ile itham etmekten utanmazlar.

Bu liste uzar gider.

Türklerin/ Türk İslamcıların bu yöndeki tavırlarının temelinde İslam İnkılâbı’na yönelik kıskançlıkları yatıyor. Türkler/ Türk İslamcılar Allah ile bir pazarlıkları varmış gibi “Bayrak düştüğü yerden kalkar” şeklinde formüle ettikleri bir teranenin meftunudurlar. Onlar Allah’ın Müslümanlarla ilişkisinin ancak ve ancak kendi üzerlerinden yürüyebileceği zannındaki gafillerdir.

Elbette onların hepsi böyle değildir. Onların içinde de Allah’ın İslam’ın sancaktarlığını bir kavimden/ topluluktan alıp hak eden bir başka kavme/ topluluğa verebileceğini kavramış sadıklar vardır. Bu sadıkların bazısı kavimlerinin baskısından bizar bir şekilde, tıpkı Ashab-ı Kehf gibi inzivaya çekilmişken, bazısı da İbrahim gibi ateşe atılmayı göze alarak öne çıkmıştır. Selam olsun bu sadıklara.


Sadıkların efendisi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah Kudüs Günü merasiminde toplanan on binlere yönelik konuşmasında, “Bizler Ali bin Ebi Talib’in tüm dünyadaki Şiileri olarak Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”, dedi. Seyyid’i takdir ve tebrik ederken, biz de buradan ilan ediyoruz ki, “Bizler Ali bin Ebi Talib’in tüm dünyadaki Sünnileri olarak Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”