Translate

15 Temmuz 2011 Cuma

Tahran Müslümanların Tahran’ıdır

Gürkan BİÇEN

İslam’ın politik yüzünü geçen yüzyıl terk ettiğimiz “Türk” kavramına rapteden ve Müslümanların doğal idarecilerinin Türkler olması gerektiğini varsayan İsmet Özel yıllar evvel “Tahran Müslümanların Moskova’sı mı?” başlıklı bir yazı kaleme alarak Tahran’ın yeryüzünün tüm Müslümanlarına hitabeden bir merkez olma isteğini sorgulamış ve tabii ki kendi teorisine uymamasından olsa gerek bu durumu yadırgamıştı. “Kâfirle savaşan Müslüman”ı Türk kabul eden Özel’in bu ismi emperyalist güçlerle açık bir mücadelenin içinde yer alan Tahran’dan esirgemesinin onun handikabı olduğunu varsayıyoruz. Ancak derinlerden bir ses bize, şayet Özel haklı ise, gerçekten kâfirle savaşan Müslüman’a Türk denilmesi gerekiyorsa, Direniş cephesinin kutuplarının “Türklük”ten çıkarılmasına gönlümüzün razı gelmemesini fısıldıyor.

Türkiye’nin olayların arkasından koşan ve fakat olayların sebeplerini, aktörlerini ve nihai amacını görmekten aciz bazı kalemleri “Türk” olduklarını göstermek için bir fırsat buldular ve düşmanın büyüğünü göz ardı edip küçüğüne saldırmayı tercih ettiler. Onlara göre Direniş cephesinin bu güne kadar elde ettiği başarının oluşması tamamen takdiri ilahi idi ve Allah’ın hiçbir kulunun bu başarıdan nemalanmaya kalkması yakışık almazdı. Yine, Direniş cephesinin mensupları “Türk”ün yol göstericiliğine razı olmalı ve onun hayal dünyasına intisap etmeliydi. Bu kalemlerden birisi, hükümet bülteninin hayalperest kalemşoru, kendisinin her başarının ve iyiliğin ardında koştuğunu anlatırken, Hizbullah’ın başarılarına ilk önce kendisinin sevindiğini, Suriye ile Türkiye’nin ilişkilerinin gelişmesini her zaman desteklediğini belirtiyordu. Ancak bu “Türk”ün ıskaladığı bir şey yok muydu? Direniş’in dayandığı yer!

İran İslam İnkılâbı dünya Müslümanlarına sadece moral değil, geniş imkânları ile devasa bir ülke de kazandırdı. İmam Humeyni’nin, “Biz İran’ı İslam için istiyoruz, İslam’ı İran için değil” sözü İnkılâbın şiarlarındandı. İmam Humeyni İnkılâba giden yolun tümünde bu sözü hiç çekinmeksizin söylemeye devam etti. Bugün dahi İslam İnkılâbı muhaliflerinin İmam Humeyni hakkındaki kara propagandalarının bir parçasını bu söz oluşturmaktadır. Muhalifler bu söze istinaden İmam Humeyni’yi İran’ı sevmemekle, İran’ın çıkarlarını öncelememekle itham etmeye devam etmektedirler. Emperyalist Amerika’yı “Büyük Şeytan” ve kuklası Siyonist yapıyı da “Küçük Şeytan” olarak isimlendiren İmam Humeyni’nin mirasını devralan İran yönetiminin yeryüzünün her noktasına yayılan bir mücadelede Direniş cephesinin “merkezi aklı”nı oluşturuyor olması ve sırf bu sebeple ambargoya, tecride, karalanmaya, örtülü operasyonlara maruz kalması İran’ın ödediği bedelken, Hizbullah’ın, Hamas’ın, İslami Cihad’ın Siyonistler karşısında gösterdikleri başarı bu bedele Allah’ın takdir ettiği mükâfattır. Hayalperest kalemlerin mükâfatı görüp sebebe gözlerini kapamaları kötü niyetlerine olmasa bile onların “illet”i bilmeden “hükme” varma arzularına yorulmalıdır.

Düşmanla mücadelede bir “merkezi akıl” ile hareket eden Direniş cephesinin gerçekleştirilmesi gereken öncelikli hedefi, “Amerika’nın ve Siyonist yapının bölgeden sökülmesi” olarak belirlediği açıktır. Düşmanın, mukadder anı olabildiğince erteleme gayreti de öyle. Bunu sağlayabilmek için düşman her yola başvurmakta, tüm dostlarını yardıma çağırmakta ve olayların peşinde koşanları manipüle etmeyi sürdürmektedir. Bugün Direniş cephesine ve bu cephenin liderlerine yöneltilen en acımasız eleştiriler ancak kendilerini “Türk” kabul eden kalemlerden ve onların yönlendirmesiyle koşuşanlardan gelmektedir. Bunlardan bir grubun da Suriye sınırına koşacağını okuyoruz.

Suriye sınırına koşacak olan bu grup kendisini “16 Temmuz Gençlik Hareketi” olarak isimlendiriyor. Grubun propaganda çalışmaları arasında yer alan bir videoda 16 Temmuz’da Suriye sınırında olacağını söyleyen bir genç bunun gerekçesini, “Amerika, İsrail ve onların yerli işbirlikçilerinden nefret ettiğim için” şeklinde açıklıyordu. Kuvvetle muhtemel bu genç Suriye muhalefetine destek vermek için Suriye sınırına gideceğini açıklarken, Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı ve şimdilerde Suriye muhalefeti liderlerinden birisi olarak boy gösteren Baas kökenli Abdulhalim Haddam’ın Şarkul Evsat’a verdiği demeci görmemiş, Haddam’ın Amerika’yı ve Nato’yu Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya davet ettiğini okumamıştı. Muhtemelen, Lübnan Eski Başbakanı Refik Hariri suikastının yalancı tanıklarından olan ve halen Hollanda’da yaşayan Suriyeli Binbaşı Zuheyr Sıddık’ın Safa televizyonuna yaptığı açıklamada yer alan, “Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte, Suriye'deki İran elçiliği de kapatılacak” sözlerini de işitmemişti. Öyle olsaydı, Suriye sınırına gitme gerekçesini Amerikan emperyalizmine duyduğu nefret ile açıklamaz yahut Amerikan emperyalizmine yönelik nefretini izhar ettikten sonra insanları Suriye sınırına değil Libya’yı bombalayan Nato kuvvetlerinin idare edildiği komutanlığın bulunduğu İzmir’e davet ederdi.

Türkiyeli Müslümanlar her zaman olduğu gibi bu sefer de kolay olanı seçtiler; Medyanın ve hükümetin işaret ettiği alana koşmayı. Türkiyeli Müslümanların Amerikan emperyalizmine karşıtlıkları içi boş bir iddianın ötesine geçemiyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikan işgali altındaki Afganistan’da her gün öldürülen çocukların hesabını Afganistan’da Amerika ile birlikte yer alan Türk hükümetinden sormaya cesaret edemiyorlar. Medya, hükümet ve Amerika öyle istediği için bugünlerde bir Suriyeli çocuğun kanı yirmi Afgan çocuğunkine denk geliyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikanın açtığı yaraları yetimhaneler açarak kapatabileceklerini ve böylelikle üzerlerine yüklenen vebalden kurtulmuş olacaklarını düşünüyorlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş cephesinin ödediği bedeli küçümsercesine hareket ediyorlar. Direniş cephesinin bilinen ve bilinmeyen müntesiplerinin fedakârlıklarını görmezden geliyorlar. Direniş’in sanal kahramanlar üzerinden değil kanlı canlı insanlar ile yürütüldüğünü, bu insanlara da acının, yokluğun ve ölümün dokunduğunu kabullenmekte zorlanıyorlar. İmad Mugniye’den, Mahmud Mebhuh’dan, onların hayat hikâyelerinden ancak onların şahadetinin ardından haberdar oluyorlar. Farklı gruplardan gelen insanlardan oluştuklarını söyleyen 16 Temmuz Gençlik Hareketi de bunlardan müstesna değil.

16 Temmuz Gençlik Hareketi içinde yer alan, onun sözcülüğünü yapan yahut bu harekete hararetle destek veren bazı simalar ellerindeki imkânları Müslümanların faydasına amade kılmış Direniş liderlerine akıl hocalığına soyunmuş kişiler değil mi? Bunlardan bazıları dün aynı fotoğrafta görünmek için can attıkları Baas liderlerini bugün yerden yere vuranlar ve buna bir açıklama getirme zahmetinde bulunmayan insanlar değil mi? Bu insanlara ne oluyor? Nasıl oluyor da İran ve Hizbullah’ı Siyonistlerle aynı kefeye koyanların peşi sıra koşuyorlar ve avuçlarını patlatırcasına bunları alkışlıyorlar? Türkiyeli Müslümanlar Tahran’ın tüm siyasi hareketlerin yapması gerekeni yaptığını, merkezi aklın bir plan çerçevesinde hareket ettiğini ve Tahran’ın Müslümanların Tahran’ı olduğunu bilmelidirler. Yine Türkiyeli Müslümanlar, Siyonist yapının sökülmesinin akabinde bölgedeki hiçbir rejimin eski düzeni sürdüremeyeceğini, buna Baas rejiminin de dahil olduğunu görmelidirler ve Direniş cephesinde gedik açacak, onu anlamsız bir meşakkatin içine sürükleyecek keyfi işlerden uzak durmalıdırlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş’in kendilerinin sahip olduğu imkânların çok daha fazlasına sahip olduğunu, bölgenin tümüne yayılan varlıklarıyla Türkiyeli Müslümanlardan kat be kat fazla bilgiye ulaştıklarını ve bunları çok daha ustalıkla değerlendirdiklerini anlamalıdırlar.

Türkiyeli Müslümanlar Altıncı Filo’ya taş atamıyorlar ancak taş atanlara saldırmaktan vazgeçebilirler. Unutmadan, Suriyeli masumların kanı Direniş’in değil, Baas’ın ve onları plansız, programsız, zamansız ve hazırlıksız olarak ortaya atan Amerika yanlısı muhaliflerin ve bu muhalif liderlerin yardımına gözü kapalı koşanların hesabına yazılıyor.

Paramız nereye akıyor?

Gürkan BİÇEN

Sosyalist Blok’un çözülmesine yol açan unsurlar arasında diğerleri ile birlikte Kilise’nin payını da teslim etmek gerekir. Bu, Balkanlar açısından da böyledir. Vatikan, Avrupa kiliseleri ve Dünya Kiliseler Birliği Müslüman Dünya’nın unuttuğu bir dönemde Balkanları unutmamıştı. Sosyalist rejimler istemese de, Balkan halkları Vatikan’dan ve Avrupa’dan yayım yapan radyoların sesine kulak vermekten imtina etmiyordu.

Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa ve Amerika resmi düzeyde laik kurumları dayatsa da, Kilise sosyolojik dönüşümü sağlayacak argümanları kullanmakta, Balkan Müslümanlarını yüzlerce yılda oluşan kimliklerine yabancılaştırmak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Müslüman Dünya’nın dikkati ise ancak katliamlar, sürgünler ve nihayetinde oyunun bir parçası olan “Müslüman halkı kurtarma” operasyonları ile bölgeye çevrilmektedir. Kriz dönemlerinde canla başla çalışan resmi ve sivil kurumlarımız krizlerin ardından oluşan durumu kavramaktan aciz kalmışlardır. Türkiye örneğinde olduğu gibi, ülkenin Balkan politikasına resmi ve sivil düzeyde yön veren insanlar modern toplumların dönüşüm şekillerini idrakten uzak bir halde, modernizm öncesi kullanılan yollarla Müslüman kimliği diriltebileceklerini, bu kimliği diğerleri arasında onurlu ve sağlam bir mevkie ulaştırabileceklerini düşünmektedirler. Ağırlıklı olarak tarihi Osmanlı bölgesinde yapılan bir kısım çalışmalarda öncelik verilen hususlar Türkiye’nin esasa değil, füruya talip olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin yoğun bir çalışma içinde olduğunu ortaya koymak adına konuşan Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü İbrahim Kalın, Türkiye’nin son dokuz yılda yurtdışına 5 milyar dolara yakın yardımda bulunduğunu ve bu paranın önemli bir kısmının restorasyon çalışmalarına harcandığını söylüyor. Kalın’a göre yapılan bu çalışmaları bölge halkları biliyor ancak Türk halkı haberdar değil. Başbakanlık hangi verilere dayanarak bölge halklarının Türkiye’nin çalışmalarından haberdar olduğu kanaatine ulaştı bilemiyoruz. Bildiğimiz, Balkan coğrafyasında Türkiye’nin bir iletişim, enformasyon ve medya ağının olmadığıdır. Bölgede yayım yapan televizyon, radyo ve gazetelerin kahir ekseriyeti varlıklarını, Türk ve İslam Dünyası hakkında müspet bir haber vermemeye and içmiş kişilerin yönetimine ve Batı Dünyasının ekonomik desteğine bağlamışlardır.

Bu duruma işaret eden Prof.Dr. Cemaluddin Latiç, Ayhan Demir ile yaptığı röportajında İbrahim Kalın’ın gururla anlattığı noktaya temas ediyor ve “Bazı Türk siyasetçileri, yardımlaşma çalışanları ve entelektüelleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Onlar, Bosna ve Boşnaklar için verdikleri sözleri unuttular. Bizim her devlet başkanımız, Türk siyasetçilerinin verdikleri sözlerden oluşan uzun bir listeyi size sunabilir. Ancak buna gerek yok. Çünkü o sözlerden hiçbiri gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyeceğini de artık biliyoruz. Türk eliti bunu bize niye yapıyor? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Müslüman Türk halkı, Türk elitinin bizi rencide ettiğini biliyor mu acaba? Türkiye'deki elit tabaka bizi aşağılıyor. Türk hükümeti, Bosnalı Müslümanlar yerine Osmanlı taşlarına para yatırmayı tercih ediyor. Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmasını sağlayabilirdi. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardıma ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır.” diyordu.

Balkan coğrafyası gibi Batı’nın tüm kurumlarıyla işgal ettiği bir alanda çalışma yapmanın zorluğunu baştan teslim etsek de, bu, yapılan çalışmaların mahiyetini sorgulamamıza da engel olmamalıdır. Her şeyden evvel, kanunların verdiği haklar çerçevesinde hareket edildiği halde bile Müslüman unsurun gelişimini sağlayacak imkânları seferber edebileceğimizi görmeliyiz. Bunun için bu yönde bir irademiz olup olmadığını sorgulayarak işe başlayabiliriz. Müslüman unsuru gözlerden uzak bir yerde tutma yönünde işletilen bir politika ne Balkan Müslümanlarına ne de onların kardeşi ve hamisi olan Türkiyeli Müslümanlara bir fayda sağlamamaktadır. Çalışmalarımız Müslüman halkların kimlik bilincini yeniden inşaya ve onları görünür kılmaya yönelmediği müddetçe Batı ekseninde hareket eden kişiler Müslüman halkların sözcüsü olmaya devam edeceklerdir.

Latiç, Türk Hükümetinin yürüdüğü yanlış yolu hükümet bülteni gazetelerde yazan hayalperest kalemlerin değil, ancak İslam âlimlerinin düzeltebileceğine inanıyor ve onlardan, hükümetin yaptığı büyük yanlışları düzeltmelerini bekliyor.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Srebrenica`daki Kusurumuz

Gürkan BİÇEN


Tadeusz Mazowiechi 27 Temmuz 1995`te Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Hususi Raportörlüğünden istifa ettiğinde Kızıl Haç Komitesinin ilk belirlemelerine göre Srebrenica`nın ele geçirilmesinden sonraki dört gün içinde sivil ve asker dâhil olmak üzere 7 bin 79 kişi katledilmişti.

Birleşmiş Milletlerin “güvenli bölge” olarak ilan ettiği ve bu sebeple muharip birliklerden arındırılmış kentte yaşanan katliam için Birleşmiş Milletleri suçlayan Mazowiechi, “Uluslararası topluluk ve onun liderleri bu hakları koruma cesaret ve kararlılığına sahip olmadıkları müddetçe, insan haklarından inandırıcı bir şekilde söz edilemez” diyordu. Mazowiechi uluslararası toplumun katliamdaki sorumluluğunu işaret ederken, Aliya İzzetbegoviç katliamda Srebrenica’nın siyasi ve askeri liderlerinin kusuru olup olmadığını da sorguluyor, uluslararası toplum ile birlikte onları da mercek altına alıyordu.

Srebrenica Birleşmiş Milletlerin gerçek misyonunu ortaya çıkarması açısından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en somut örnektir. Birleşmiş Milletlerin galip devletlerin güç dengesini gözeten bir aygıt olduğu, Batı Dünyası’nın yer kürenin her yanına dağılmış iktisadi ve siyasi varlığını devam ettirmenin bir aracı olarak kullanıldığı, buna rağmen zayıf halkların Birleşmiş Milletlerin vaatlerine inanmaktan ve ona güvenmekten başka çarelerinin olmadığı fikrinin derin bir yara aldığı yerdir Srebrenica.

İzzetbegoviç “Tarihe Tanıklığım” isimli kitabında Srebrenica katliamına giden süreci, katliamı ve sonrasını anlatırken Birleşmiş Milletlerin taahhüdüne güvenmek zorunda kaldıklarını ancak bununla iktifa etmediklerini söyler. O, şehrin askerden arındırılması anlaşması çerçevesinde hareket ettiklerini ve bu sebeple orada bir kolordu kurmak yerine orayı merkez karargâhı Tuzla’da bulunan İkinci Kolordunun sorumluluk alanına dâhil ettiklerini anlatır. Böylelikle Srebrenica’da var olan asker kişilerin varlığı korunmuş ve bu kişiler askeri eğitim faaliyetlerine devam edebilmişlerdir. İzzetbegoviç bununla da yetinmediklerini ve her türlü yolu kullanarak kente muhtemel bir saldırıda savunma yapmaya yetecek miktarda askeri mühimmat da ulaştırdıklarını kaydeder.

David Harland’ın sorularına verdiği cevaplarda İzzetbegoviç benzer bir şekilde Sırp kuşatmasına ve saldırısına uğrayan Goradze’nin düşmemesini kentin yüksek motivasyonu ve çabasına bağlar. Srebrenica içinse ters giden bir şeyler vardı. Oraya da sofistike savunma silahları gönderilmesine rağmen bunlar ya hiç kullanılmamış ya da küçük birlikler ile komuta dışı kişilerin kahramanca çarpışmaları sırasında çok az fayda sağlamıştı. Kentte bir tank saldırısını durdurmaya yetecek 300 kadar RPG ile düzinelerce “Red Arrow” tanksavar mermisi mevcuttu. Kentin düşmeye başlamasıyla birlikte, silah kullanabilecek kişilerin büyük çoğunluğu ne yapacağını bilemez halde Srebrenica’yı terk etmek için yola çıkmıştı. İzzetbegoviç onların bu durumunu tasvir ederken, “Gerçek şu ki, Tuzla’ya gitmeye çalışan Srebrenica savaşçıları bunu, Tuzla’dan Srebrenica’ya yollanmış olan askerlerden daha büyük bir şevkle yaptılar. Tamamen insani olan açıklamadan kaçınmak istemiyorum: Güvenliğe doğru yol alan askerlerin şevki, tehlikeye doğru yaklaşmakta olanlarınkinden daha güçlüydü.”

Saldırı öncesi Srebrenica’daki problemler, ihtilaflar Bosna Hersek Cumhuriyeti liderliği tarafından kısmen biliniyordu. Ancak bunları tam anlamıyla çözebilmek mümkün olmamıştı. Her şeyden evvel, kent Birleşmiş Milletler kararı uyarınca güvenli bölge sayılıyordu ve bu her türlü pazarlığı engelliyordu. Kenti koruyan UNPROFOR Bosna Hersek Cumhuriyeti liderliğinin taleplerine kenti korumaktan vazgeçmekle tehdit ederek karşılık veriyordu. Mevcut halde kenti riske atmak mümkün değildi. Ancak tek bir komuta altında idare ediliyor gibi görünse de UNPROFOR’da yer alan 13 ülkenin askerlerinin her birisi kendi ülkesinin yetkililerinden emir alıyordu. Bu da, Bosna ve Srebrenica üzerindeki pazarlıkların aldığı şekle göre askerlerin tavırlarının değişmesine yol açıyordu.

Zaman UNPROFOR’un kendisinin de bizzat Sırplar kadar tehlikeli bir düşman olduğunu açığa çıkaracaktı. Ancak tek problem bu değildi. İzzetbegoviç’e göre kentteki insani dramdan ayrı olarak Srebrenica kendi içinde de bölünmüş, birliğini kaybetmiş haldeydi. Tecrit edilmiş kentte cinayetlere varan ihtilaflar vardı ve bu şartlar altında İzzetbegoviç kentteki durumu rapor etmesi için Naser Oric’i Srebrenica’ya gönderiyordu. Gerçeğe ulaşmak gerekiyordu ancak Saraybosna da Srebrenica da kuşatılmış haldeydi ve gerçeğe ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Eldeki istihbaratın son derece yetersiz oluşu Sırpların niyetini anlamayı da engelliyordu. Bu tecrit altında insanların yapabildiği tek şey tahminde bulunmak ve Birleşmiş Milletlere güvenmekti. Öyle de yaptılar. Bosnalı Müslümanlar Birleşmiş Milletlere güvenmenin bedelini 9 bine yakın canla ödediler.

Bu katliam dünya halklarının vicdanında Birleşmiş Milletlerin varlığını sorgulanır hale getirse de, bu sorgulama, Birleşmiş Milletlerin insanlık ailesinin ihtiyaçlarını karşılayacak temelde yeniden yapılanmasını sağlayamadı. Birleşmiş Milletler Müslüman Dünya’nın sesinin Genel Kurul toplantılarında yapılan konuşmalar dışında duyulmadığı, Müslüman Dünya’ya yönelik ambargo ve askeri operasyonların durdurulamadığı bir örgüt olarak varlığını sürdürüyor. Bugün Güvenlik Konseyi’nde bir buçuk milyar Müslüman’ın haklarını savunacak veto yetkisini haiz Müslüman bir ülke yer almıyor. Müslümanların yeryüzündeki sayısal ağırlığı siyasal ağırlığa dönüşmüyor. Batı Dünyası Birleşmiş Milletleri yeryüzünün her yerindeki direniş hareketlerini dizginlemek, kontrol etmek, sona erdirmek ve mümkünse direnişçilerin bedenlerini de hedef alarak ortadan kaldırmak için bir araç olarak kullanmaya devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan şartlar bugün değişmiş olmasına rağmen Batı Dünyası Soğuk Savaş kurumlarının ilgasını düşünmüyor. Bunlara yeni vazifeler belirliyor. Batı, Doğu ile olan mücadelesinden muzaffer çıktığı inancıyla İslam Dünyası’nı terbiye etmeye girişiyor.

Srebrenica, Mazowiechi’nin iyi niyetli söyleminin ötesinde, Birleşmiş Milletleri kendi yüzüyle sergiledi. Müslüman liderliğin çaldığı kapılar açılmadı, açılan kapılardan ise oyalamaya yönelik, hiçbir zaman tutulmayacak sözler işitildi. Srebrenica’da Mladiç ile kadeh tokuşturan Hollandalı subay kendisinden ve ülkesinden ayrı olarak, içinde yer aldığı Birleşmiş Milletler Misyonunun da duruşunu ortaya koyuyordu. Türklerden (Müslümanlardan) intikam alan ve bu katliamı Sırp halkına hediye eden Mladiç ile müşterek bir duruşu… Yine bu, Arnavut asıllı Katolik rahip Don Anton Kcira’nın Amerika’daki bir programda Srebrenica ve Kosova Müslümanlarını “öldürülmeyi, derilerinin yüzülmesini ve sürülmeyi hak etmiş köpekler” olarak zikrettiği konuşmasındaki aynı sapkın duruştu.

İzzetbegoviç, “İçinde Srebrenica’nın gerçekleştirilebilir olduğu bir dünyanın var olmasından dolayı hepimiz suçlanmayı hak ediyoruz” diyor. Srebrenica’nın şehitlerine katılan Kosova, Afganistan, Pakistan, Irak, Filistin, Lübnan ve daha nice beldelerin şehitlerinin haberlerini “taziye ilanı” gibi okumaya alıştığımız bir dünyada, İzzetbegoviç’in suçlamasının üzerimize yapışmış olmasından hiçbir rahatsızlık duymadan yaşamaya devam ediyoruz. Gözlerimiz hala Birleşmiş Milletlerde, kulaklarımız hala “Amerika’nın Sesi”ne ayarlı. Söyleyin bana; düşmanına bel bağlamış bir ümmeti Allah niçin felaha ulaştırsın ki?

1 Temmuz 2011 Cuma

Egemenlik hakkından vazgeçmek

Gürkan BİÇEN

İnsanlık tarihi para basmanın, vergi toplamanın ve yargılamanın bir toprak üzerindeki egemenliğin vazgeçilmez unsurları arasında yer aldığına dair kanaati destekleyen kuvvetli delillere sahiptir.

İncil’e göre, Ferisiler İsa’yı (as) tuzağa düşürmek için geldiklerinde, “Söyle bize, Sezar’a vergi vermek kutsal yasaya uygun mu, değil mi?” diye sormuşlardır. İsa ise onlardan aldığı paranın üzerindeki resmin Sezar’a ait olduğunu söylemeleri üzerine, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin” diye cevap vermiştir. Böylece İsa, para basmanın ve vergi toplamanın egemenliğin unsurları arasında olduğuna işaret etmiştir. İsa’yı yargılayarak ölüme mahkûm eden Roma valisi ise yargılamanın egemenlik hakkının bir unsuru olduğunu ortaya koymuştur. Ardından gelen Kur’an da yargılama faaliyeti ve hakkına ilişkin hükümlere yer vermiş, Müslümanların ancak Allah ve Resulü’nün hükmüne gönülden razı olabileceklerini kayda bağlamıştır.

Modern devletler egemenliğin kullanım şeklini değiştirmekle beraber unsurlarında bir değişikliğe gitmemişlerdir. Bugün Kosova örneğinde olduğu gibi, Manda Yönetimi altında olmayan her devlet yargılama hakkını korumakta ısrarcıdır. Yargılama hakkının sınırları ise merkezde ülke toprakları, karasuları ve hava sahası olmak üzere ceza kanunlarında yer alan yetkilere göre bunların dışına da taşabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kendi yargı alanını Türk Ceza Kanunu ile belirlemiştir. Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü yer vermekle açık sularda Türk deniz araçlarında işlenen suçların Türkiye Cumhuriyeti’nin yargılama yetkisinde kaldığını tartışılmaz hale getirmiştir.

31 Mayıs 2010 günü Akdeniz’in açık sularında seyreden Mavi Marmara gemisine saldıran Siyonistlerin geminin sicilini, egemenlik hakkına ilişkin gerçekleri ve Türk yargısıyla yüzleşecekleri bir suçu işlediklerini bilmediklerini varsaymak mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen gemiye saldırdılar ve dokuz Türk vatandaşını şehit ettiler. Siyonistlerin bununla şiddette bir eşik oluşturmak ve muhataplarına gözdağı vermek istedikleri açıktır. İslam Konferansı Teşkilatı (Yeni adı İslam İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Geçtiğimiz yıl yaşanan olayların benzerinin yeniden yaşanması, yeni şehitlerin olması bu defa telafisi mümkün olmayan sorunlara neden olabilir. Buna hiç gerek yok. Biz Gazze’ye büyük miktarlarda insani yardımda bulunduk ve bulunmaya devam ediyoruz” şeklindeki sözleri, Siyonistlerin amaçlarına ulaştıklarını, elli yedi ülkenin üye olduğu devasa bir teşkilata madden ve manen geri adım attırdıklarını göstermiştir.

İslam ülkelerini kendi gemilerinde işlenmeyen bir suçun yargılamasının sağlanmasına icbar edecek hukuki bir durumun olmadığını kabul edebiliriz. Ancak aynı şeyi Türkiye için söylememiz mümkün değildir. Türkiye saldırı ve cinayet anından bu yana yargı yetkisini gözlerden uzak tutmanın, mümkün olduğu kadar geciktirmenin derdinde olan bir ülke portresi çizmektedir. Dışişleri Bakanımızın Siyonistlerle henüz hesaplaşılmadığı yönündeki beyanına rağmen, saldırının hemen akabinde yapılan açıklamaların sertliği yerini eski hale dönüş çabasına ve dosyanın bu suretle kapatılması ihtimaline bırakmıştır. Bunun en açık delilini saldırı sonrası “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Türkiye asla affetmeyecektir” diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın New York Times’da yayımlanan makalesinde, “Türkiye, İsrail komşularıyla barış sürecini devam ettirmeye hazır olduğu sürece, geçmişte oynadığı rolü oynamaya hazırdır” sözlerinde görüyoruz.

Türk siyasilerinin ve bürokratlarının Mavi Marmara vakasını sadece dış politikanın bir meselesi haline getiren yaklaşımının izlerini Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında sürebiliriz. 6 Haziran 2011 tarihli basın açıklamasında Adalet Bakanlığı, “Gazze’ye insani yardım götüren ‘Mavi Marmara’ isimli geminin de arasında bulunduğu yardım filosu, 31 Mayıs 2010’da İsrail güvenlik güçleri tarafından açık denizde durdurulmuş ve gemilerin kontrolü ele geçirilmiştir. Bu müdahale esnasında vefat eden ve yaralanan vatandaşlarımız olmuştur” ifadesine yer vererek olaya yaklaşımındaki ciddiyetsizliği ortaya koymuştur. Tüm dünyanın gözleri önünde bir gemiye saldırılmış ve insanlar katledilmiştir. Adalet Bakanlığının “maktul”leri “müteveffa” olarak tanımlaması suç faillerini “katil” olarak vasıflandırmamak için olsa gerektir. Aynı açıklamanın devamında “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan bilgiye göre, mağdur sayısının çokluğu nedeniyle kesin adli tıp raporları henüz tamamlanamamıştır. Ayrıca olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği bildirilmiştir” denmektedir. Basın organları Türkiye’nin BM için hazırladığı rapora Adli Tıp Kurumu Başkanlığı tarafından tanzim edilen raporların da eklendiğini belirtir ve bu yayımlar ve bunlar Dışişleri Bakanlığı’nca tekzip edilmezken Adalet Bakanlığı’nın açıklamasının bu kısmına ne anlam vermemiz gerekir? Kaldı ki, söz konusu davanın geçici raporlar ile de açılması mümkündür. Son olarak, Adalet Bakanlığı’nın aynı açıklamasının sonuç kısmı Türkiye’nin iç hukuk kurallarını işleterek açmak zorunda olduğu ceza davasından el çektiğini ortaya koymaktadır. Bu kısımda Adalet Bakanlığı, “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesi uyarınca yabancı bir ülkede işlenen bazı suçlarla ilgili olarak yargılama yapılması Adalet Bakanlığı’nın talebine bağlıdır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın sonucunda yargılama yapılabilmesi için TCK’nın 13. maddesine göre Adalet Bakanlığı’nın talebine gerek görülmesi halinde Bakanlığımıza müracaat edilecek ve bu aşamadan sonra Bakanlığımız yargılama talebinde bulunabilecektir.

Sonuç olarak, Mavi Marmara olayı hakkında Bakanlığımızca yargılama talebinde bulunulabilmesi için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın tamamlanması gerekmektedir. Soruşturma tamamlanmadan Bakanlığımızın yargılama talebinde bulunması hukuken mümkün değildir. Bu nedenle şimdiye kadar Bakanlığımıza yargılama izniyle ilgili herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Soruşturma sonucuna göre başvuru üzerine Bakanlığımızca gerekli işlemler yapılacaktır” diyebilmiştir. Adalet Bakanlığı’nın Hukuk Müşavirleri Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’ndan bihaber değildirler. Onlar da Türk Ceza Kanunu’nun 8. maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresinin hiçbir genişletme yapılmadan anlaşılması gerektiğini bilirler. Bir başka ifadeyle, açık sularda yargı hakkını kullanmayı zorunlu kılan deniz aracında aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığının, soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerektiğinin ve bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar” hükmüne yer verildiğinin farkındadırlar.

İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını devretmediği gibi, Mavi Marmara gemisinin sahibi de değişmemiştir. Öyleyse Adalet Bakanlığı Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet Başsavcısının Adalet Bakanından izin almaksızın şüpheliler hakkında Türk Ceza Kanunu hükümleri uyarınca bir kamu davası açmakla mükellef olduğu anlamına gelmektedir.

Her şey bu kadar açık iken meseleyi dış politika çerçevesine sıkıştırmak bu işten el çekmek demektir. Hele şüphelilerin kimliklerini öğrenmek için Siyonist yapının dış işleri ile yazışmak, onlardan cevap bekleyecek olmak “ipe un serme”nin bürokratik şekle bürünmüş hali olsa gerektir.

Siyonist yapının askeri kuvvetlerinin Arapça, İngilizce, İspanyolca ve Fransızca olarak, “İsrail’in güvenliğini uluslararası topluma havale edemeyiz” şeklinde uyarıda bulunduğu haberi ajanslara düştü. Türkiye’nin egemenlik hakkından vazgeçen ve yargı hakkımızı BM koridorlarında terk edenlerin ve yine haklarını cesurca arama kudretini gösteremeyen İHH’nın bizlere vermesi gereken bir hesap yok mudur?