Translate

20 Temmuz 2008 Pazar

SON ORDU


Bir medeniyet olarak İslam, siyasi ve askeri alanda müntesiplerini koruma, onların maddi ve manevi varlıklarını gözetme ve geliştirme yeterliliğini Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığının son bulmasıyla uzun bir süre için yitirmiştir. İstanbul’un fiilen ve resmen işgaliyle 20.yüzyılın başında İslam coğrafyasında bağımsız bir Müslüman halk kalmamış ve bu durum elli yıllık bir sürece yayılan bağımsızlık mücadelelerinde bir kırılma noktası teşkil etmiştir. Tarihinde ilk kez olmak üzere İslam ümmeti Hilafet Merkezi’nin işgaline şahit olmuştur.

Böyle bir zamanda Anadolu’da yeşeren mücadele bu dehşetengiz durumun izleriyle yoğrulmuştur. Mücadelenin temel vurgusu hilafet ekseninde şekillenmiş, verilen kararlar, kaleme alınan metinler, inşa edilen şiirler, halka hitap eden vaazlar ilanihaye bu noktaya işaret etmiştir. Anadolu’nun 20.yüzyılın başında yürüttüğü mücadeleyi salt Türk kavminin toprak kavgasına, Anadolu coğrafyasında bağımsız yaşama arzusuna indirgemek bu mücadelenin aslını kaybetmek, dört bir yanı kan ağlayan İslam coğrafyasından Anadolu’ya akan maddi ve manevi yardımın asli manasını göz ardı etmek demektir. Anadolu Müslümanlarını diğerlerinden farklı kılan, tüm bir coğrafya işgal altındayken bile burayı dikkatlerin odağına koyan, elbetteki dönemin insanlarının bedeni mevcudiyetleri değildir. Döneme yön veren insanların her birinin şahsi doğrularının ve hatalarının ötesinde bu coğrafyayı diğerlerinden farklı kılan İslam Milletinin siyasi varlığının kalbi olmasıydı.

Dönemin nabzını tutan Yahya Kemal halkın haleti ruhiyesini şu sözlerle yansıtıyordu: “…Ah bu askerler biliyorlar mı ki onların giriştiği bu dev işini burada ve cephe arkasında her şehirde büyükten küçüğe kadar herkes, küçük çocuklar bile nasıl bir hayretle seyrediyor, bu muharebenin askerlerini cedlerimiz gibi büyük, mübarek ve bu harb için Allah'ın seçtiği kahramanlar gibi görüyor; her dakika onları anıyor; henüz minarelerde ezan, camilerde Kur'an okunuyorsa, henüz mübarek günlerde toplar atılıyor, kandiller yanıyorsa, henüz Muhammed'in dini, Fatihlerin hatıraları yaşıyorsa, hep onların yüzü suyu hürmetinedir, buna herkes, ihtiyar, kadın, çocuk bütün Müslümanlar inanıyor (…)Onların bir ordu halinde ilk toplandıkları zaman, bütün millet muzafferiyetlerine dua ediyordu; onların ilk İnönü muzafferiyetini, onların ikinci İnönü muzafferiyetini, onların son Sakarya muzafferiyetini kalblerinin en saf ateşiyle seyredenler, onların Yunan ordularını bir taraftan Adalar Denizine kadar dipçik darbesiyle kovalayacaklarına inanıyorlar. Onlar bilsinler ki, şehid olurlarsa, cennette yerleri Peygamber'in karşısında ve onun ashabı, halifeleri, gazâ arkadaşları yanındadır; eğer gaazi olup yaşarlarsa, Salahaddin-i Eyyubi'ye ve askerlerine, Fâtih Sultan Mehmed'e ve askerlerine, Yavuz Sultan Selim'e ve askerlerine uzaktan ne gözle bakıyorsak, sokaktan geçerken onlara o gözle bakacağız…”

Yine bu dönemde, Anadolu’nun zorla koparılan kolları diyebileceğimiz Balkanlardan TBMM’ye 1 Ağustos 1923’te gönderdiği bir mektupta Arnavut Millî Fırkası Reisi Elbasan Eşrafından Mahmut Paşazâde Akif, “Asırlarca yan yana, hayır koyun koyuna ya­şadık. Asırlarca aynı muharebe meydanlarında, aynı saflarda aynı emel ve gaye için çarpıştık. Hayatımız da, tarihimiz de müşterektir. Bugün Meriç ile Drina nehirleri arasında haritaların gösterdiği ayrılık Tiran’ı kıblesi olan Ankara’dan ayıramayacak kadar zayıf ve çürüktür. Cesur or­dularımız Sakarya boylarında yılmadan savaşır­ken, milletimin çoğunluğu, bu kurtuluş mücâdelesine katılamadığı için matem tutuyordu. Balkanlar’ın en batısında, Avrupa’nın kapı­sında yaşayan Arnavut milleti, Meriç boyunca olsun, Türk ordusunun borusunu işitmediği daki­kadan itibaren istiklâlinin bittiğini hissetmiştir." ifadelerine yer veriyordu.

Mahmut Paşazade Akif’in belirttiği gibi, İslam Milleti’nin bir parçası olan Arnavutlar diğerleri gibi Türklerle birlikte ‘aynı emel ve gaye’ için çarpışmışlardı: İslam’ın bekası. Olayların akışı onları ayırırken, Arnavutluk devletinin bağımsızlık deklarasyonunun okunduğu gün, Refik Toptani yaptığı konuşmada, “Ey kardeşler ! Bugün derin üzüntülü ve acılı –bir gündür- ki ben size olayların bizi Türk kardeşlerimizden ayrılmaya ve yüzyıllardır üzerimizde dalgalanan bayrağı indirip onun yerine bizim hükümetimizi ve Arnavutluk bayrağını yerleştirmeyle zorladığını söylemek zorundayım.” diyordu. Yine o günlerde Mehmet Akif Ersoy’un;

Türk Arabsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa... Zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:
Ne Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din!


mısralarını işitiyorduk.

Seferber olan halk ve cepheye giden ordu çok açıktı ki hilafet makamıyla simgelenen İslam toprağını savunma gayesiyle hareket ediyordu. İşte bu dönemde tarih sahnesine çıkan ordu Yahya Kemal’in mısralarında şöyle tarif ediliyordu:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!


Bu ordu ve bu Müslüman halk Anadolu’ya yerleştirilmek istenen ‘çan’ sesini susturdu. Ne var ki, İsmet Özel’in ‘Amentü’sünde;

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:
Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur


mısralarıyla belirttiği gibi çan seslerinin susturulması ezan seslerinin devamını sağlamaya yetmemişti.

Anadolu’nun bu yeni halini yanlış bir gidiş olarak gören Yahya Kemal; “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” diyordu. Türk devletinin sağlığını bozan şeyin Müslüman tabakanın hamurundan uzaklaşmak olduğu ispata ihtiyaç duymayacak kadar açıktı. Milli şairin sürgün hayatı yaşadığı, cenazesine devlet ricalinin sahip çıkmadığı bir ülkeye dönüşmüştü bir zamanların hilafet merkezi. İslam’ın siyasal temsilcisinin tarih sahnesinden çekilmesi ve varislerin mirası reddetmekle kalmayıp bu mirasa karşı acımasız bir savaşa girişmesi Salahaddin Eyyubiler, Fatihler, Yavuzlar ile kıyaslanan bir orduyu da bu yakıştırmaları terke mecbur etmişti. Yahya Kemal’in “bu son ordusudur İslam’ın” dediği ordu böylelikle asli misyonunun uzağına düşmüştü.

Tarih, İslam’ın hayatı siyasal anlamda şekillendirmediği, yönetmediği bir zaman dilimini saymaya başlamıştır. Bu dönemde İslam Dünyası başsız kalmanın verdiği sancı ile meselenin aslını ve çözüm yollarını tahlil çabasındadır.

Türkiye, İran ve Mısır… İslam coğrafyasının sacayakları olarak bilinen bu bölgede birbirinden farklı gelişmeler yaşansa da Mısır ve İran ulemasının İslam Milleti’nin problemlerinin temelinde tefrikanın bulunduğu yönündeki tespitleri ve buna bir çare bulma gayretleri bu dönemde de devam eder haldedir.

Bu yıllarda oluşturulmaya çalışılan ‘İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti’; “Allahu Teala’ya inanan ve Hz. Muhammed ve (s.a.v)’e son peygamber olarak iman getiren, Kur’an’ı ilahi kitab, Kabe’yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rüküne iman getiren, ahirete iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs Müslüman sayılır” diyerek ittihad-ı İslam’ın temelini ortaya koymuştur. Bu temel ilke Ehli Sünnet ile Şia’dan Caferi ve Zeydi mezheplerinin ihtilafsız birleştikleri zemini ifade ediyordu. İşte bu temel üzerinde yükselen anlayışın temsilcilerinden Ezher’in saygın alimi Şeyh Şeltut “"Şia İsna aşeriye adıyla da bilinen Caferi Mezhebi 'ne bütün Ehl-i Sünnet mezheplerine olduğu gibi taklid etmek şer'an caizdir. O halde Müslümanların bu meseleyi bilmeleri, kendilerini haksız olarak belli mezhepler üzerinde taassubtan kurtarmaları gerekir. Ne Allah 'in dini ne de O 'nun şeriatı, belirli bir mezhebe tabi değildir... Bunların hepsi Allah'ın yanında makbul olan müçtehitlerdir. " şeklinde bir fetva yayımlayarak ümmetin bölünmüşlüğüne çare arıyordu.

Aynı dönemde bir başka medeniyet havzasına geçme gayretindeki Türkiye’de dini anlayışın baskı altında tutulduğunu ve yaratılmak istenen yeni toplumun temellerinin dini referanslardan arındırılmaya çalışıldığını görüyorduk.


Hilafetin ilgası ve İslam dininin siyasal birliğinin mücessem hali olan halifenin yurtdışına çıkarılmasından elli yılı aşkın bir zaman sonra İslam coğrafyasının bir başka medeniyet havzasında, İran’da, Müslüman halk bir toprağa İslam ahkamını hakim kılma mücadelesini zafere ulaştırıyor ve Anadolu halkının elli yıl evvel terke mecbur edildiği davayı omuzluyordu. İran İslam İnkılabı’nın merhum önderi İmam Humeyni inkılabı; “İran İslam içindir, İslam İran için değil” sözleriyle veciz bir şekilde ifade ederek devletin yeni rejiminin İslam’ın hizmetinde olacağını ilan ediyordu. Allah’ın dinini öncelemenin önemine işaret eden bu söz Anadolu halkının kulağına 700 yıl evvel Şeyh Edebali tarafından fısıldanan, “Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve Allah dini İslam’ı yaşamaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır.” sözlerini çağrıştırıyordu.

Siyasi rejim olarak “Cumhuriyet’i seçen İslam İnkılabı, krallıklar, askeri diktatörlükler ve laik / seküler anlayışlarla yönetilen İslam Dünyasında her anlamıyla bir şaşkınlık yaratıyordu. Zira inkılap, bir ülkenin halkının başkaca hiçbir güce dayanmadan egemen olabileceği, İslam ahkamının tatbikinin sultanın/kralın varlığına tabi olmadığı, emir-ül mümininin hak, yetki ve sorumluluklarının onu bir sultan / kral haline getirmeyeceği, böyle bir eşitlemenin batıl olduğu hususlarında İslam Dünyasına somut bir emsal sağlıyordu.

Her ne kadar Ezher Şeyhleri ile İran ulemasının 1950’li yıllarda ümmetin birliğini sağlamak adına yakınlaştığını görsek de İslam İnkılabı sonrasında Amerikan etkisindeki tüm İslam ülkelerinde o dönemin izleri silinmeye, İran’ın Şii bir halk ve devlet olduğu ve İslam’dan çok küfre yakın durduğu safsatası yayılmaya çalışılıyordu. Tüm bunlara rağmen İslam İnkılabının İslam halklarına açık tutumu sağduyulu alimleri hakikati ifşadan engelleyemiyordu. Bu anlamıyla, Hamid Algar, Kelim Sıddıki gibi isimlerin yanında Hayrettin Karaman gibi saygın alimleri de görüyorduk.

1991 yılında İran’a yaptığı gezinin ardından izlenimlerini ve o ana kadar olan birikiminin bir kısmını aktaran Hayrettin Karaman; “Şer'î, şerîate uygun devlet, İslâm'ın ana kaynakları olan Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'i, siyâsî, ictimâî, hukûkî, iktisadî, ahlâkî düzeninin temeli kılan, bu kaynaklara aykırı düzenlemelere ve uygulamalara izin ve imkân vermeyen devlet demektir. Orada gördüklerim cumhuriyetin, İslâm'ı nizâmına temel kıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Buna ek olarak yine orada iken satın aldığım ve okuduğum İran Anayasası ile medenî kanunu da "cumhûriyetin şer'îliğinin" açık ve kesin delilleridir.” diyerek İran İslam Cumhuriyeti’nin ve İran Müslümanlarının İslam Hukuku açısından konumlarını açıklıyordu. Karaman’ın sözlerini delillendirirken İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının;

“Allah birdir (lâ ilâhe illallah), hâkimiyet ve kanun koyma hakkı yalnızca O'na mahsustur, O'nun emrine boyun eğilir.” , “Kanunlar ilâhî vahye dayanacaktır.”, “İnsan yüce ve değerli bir varlıktır, Allah karşısında sorumluluğuna paralel olarak hürdür.” , “medenî, cezâî, iktisadî, mâlî, idârî, kültürel, siyâsî ve inzibâtî bütün kanunlar İslâmî ölçüleri temel alacaktır. Bu prensip anayasa dahil bütün kanunlar için geçerlidir.” şeklindeki açık hükümlerine atıf yaptığını görüyorduk.

Sünni Müslümanların makbul alimlerinin nezdinde İran İslam Cumhuriyeti şer’i vasıfları haiz olması sebebiyle gerçek bir İslam Devleti olarak itibar görüyordu. İslam ahkamını tesis eden mevzuatın zamanla yerleşeceği ve Sünni Müslümanlar ile Şii Müslümanlar arasındaki yanlış anlaşılmaların düzeltilebileceği kabul ediliyordu. İran İslam Cumhuriyeti’nde Sünni Müslüman temsilcilere giderek daha fazla yer ayrılması / açılması da bu kanaati güçlendiriyordu.

İran İslam Cumhuriyeti’nin şer’i bir devlet olduğunu kabul edenler için bu devletin anayasal düzeyde “ideolojik” olarak tanımlanan ordusunu da İslam Ordusu olarak kabul etmek mantıki bir sonuçtur. İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 144.maddesinde vaz’ edilen; “İran İslam Cumhuriyetinin ordusu kendini İslami İdeolojiye, İslami devrime ve onun amaçlarına adamış insanlara hizmet eden İslami bir ordu olmalıdır.” ve 150.maddesinde vaz’ edilen; “Devrim zaferinin ilk günlerinde oluşturulan İslami devrimi koruma ordusu, devrimi ve devrim hareketlerinin devamlılığını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Bu ordunun faaliyet ve sorumluluk alanı; diğer silahlı kuvvetlerin sorumluluk alanıyla bağlantılı olarak aralarında düzenli ve kardeşçe bir işbirliği olması...” hükümleri gerek İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin gerekse Devrim Muhafızlarının aynı ideal temelinde yükseldiğini açıkça ortaya koymaktadır: İslam ülkesini ve nizamını korumak.

İran İslam Cumhuriyeti ordusunun İran halkını, ülkesini, İslami nizamı koruması onun en tabii hak ve yükümlülüğü olduğu gibi, İran’ın Müslüman halkına karşı yükseltilen tehditlere karşı bu ordunun muzafferiyetini dilemek de tüm Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Zira bu, iki yüzyıldır sürekli çekilme halini yaşayan ve elli yılı aşkın bir zamanı tam anlamıyla hayatın dışında geçiren İslam ümmetini tarihe yeniden taşıyacak bir hamleyi muhafazayla yükümlü son ordudur. Öyleyse, Yahya Kemal’in feryadını bugün için duyalım:

Şu kopan fırtına İran ordusudur Yârabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!