Translate

31 Aralık 2014 Çarşamba

Beslan’dan Pakistan’a zehirlenmiş Sünnilik

Gürkan BİÇEN

PKK merkez komitesi üyesi Mustafa Karasu’nun 1994 yılında Londra’da verdiği bir demeçte, “Kürtlerin devleti-kanunları yok ki uysun. Köle olduğumuz müddetçe her yöntemi kullanırız.”, dediği nakledilir.[i]  PKK’nın ideolojik temelinin materyalist/ determinist teoriler olması bu sözleri kabul edilemez olmakla birlikte anlaşılır kılar. Amaca ulaşmak için izlenecek yolu üstün bir değere bağlamayan her siyasi/ askeri hareket böylesi bir sapkınlığa düşebilir. Bu bakış açısını sadece materyalist temelli hareketlerde değil, kendini İslami akide ve kurallara nispet edenlerde görmek ise başlı başına bir inceleme konusudur.
Tartışmasız, İslam, insanın varlık sebebine olduğu kadar, dünyevi ve uhrevi hayata dair açıklamalar da getirmiştir. Öyle ki, bütüne baktığımızda dünyevi ve uhrevi açıklamaların insanın varlık sebebine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve hatta insan olmanın gereğinin bu açıklamalara bağlı kalmakla yerine getirilebileceğini görürüz. Bu tek tek her kişinin olduğu gibi grupların, toplulukların, siyasi hareket ve yapıların ve devletlerin de dikkate alması gereken bir noktadır.
Müslüman coğrafyanın son dört yüzyıl boyunca gerilediği, tarihin öznesi olmaktan çıkarıldığı, tarihe kendi adıyla, kendi düşünce dünyası ile girmeye talip ve hazır olmadığı bir dönemde Batılı ve Doğulu güçlü devletlerin tasallutuna karşı koymaya çalışan bazı grupların siyasi ve askeri harekâtlarının varlığını biliyoruz. Günümüzde bu grupların ekserisi dini anlamlar/ çağrışımlar içeren isimler altında ve cihad iddiasıyla öne çıkmış haldeler. Yine bu grupların içerisinde kendi toplumları içinde yerleşik bir hayat sürememiş, sürekli hareket halinde olan birçok yabancının bulunduğu da bir gerçek. Yerli ve yabancı unsurların insan kaynağını oluşturduğu bu grupların hareket halinde tutulması için gereken ideolojik motivasyon ise klasik dini yapı ve anlayışlara enjekte edilen ve ekonomik güçle dayatılıp parlatılan bir düşüncedir; Vahabilik.
Bir okumaya göre Vahabilik, bedevi kabilelerin şehirlileri katletmesinin, onların varlıklarını gasp etmesinin meşruiyet aracı olarak kullanılan sapkın bir anlayıştır. Bu anlayışın sahipleri dini söylemi dinin amaçlarını gerçekleştirmekten ziyade kabilenin (grubun/ topluluğun) hedeflerine ulaşmada genel kabul görmüş insani/ medeni kaidelerden bağışık olmak için kullanmaktadır. Bu görüş Vahabilik etkisi altındaki toplulukların kendi ülkelerindeki diğer kabile ve topluluklara yönelik şiddetlerinde harici güçlere kolaylıkla yaslanmalarını da bu şekilde izah etmektedir. Bir başka ifadeyle, bedevi kabilelerin sahiplendiği bu sapkın görüş İslam’ın nirengi noktası vahdet ilkesinin yerine kabilenin/ grubun egemenliğini koyduğu için kendi ülkesindeki diğer gruplara karşı emperyalist yabancı siyasi aktörlerin desteğini almakta, onların yardımıyla diğerlerini yok etmekte bir beis görmemektedir.
Vahabi düşüncenin aşılandığı klasik sosyal gruplar da, çatışma alanlarında farklı tavır sergileyen, farklı bir siyasi çözüm öneren diğerlerine karşı benzer bir dayatmayı sergiler. Melezleşerek asli rengini kaybeden bu tür hareketler için teklif edilen başkaca bir yol grubun hedefini tehlikeye atacak bir seçenektir. Bu ise muhatabını katletmeyi gerektirir yeterli bir sebeptir.
Hedefe ulaşmak için emperyalist yabancı siyasi aktörlerle iç içe geçebilen bu anlayış, böylesi bir ittifakın devamı için kimi zaman destek olan siyasi aktörün emellerinin doğrudan icracısı da olur. Dağıstan’a girerek başlatılan İkinci Çeçen Savaşı böyle olduğu gibi, Moskova Tiyatrosu Baskını ve Beslan Okul Baskını da bu duruma birer örnektir.  Bilindiği gibi Çeçenistan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Aslan Mashadov Rusya ile görüşme yanlısı bir tutum sergilerken, Şamil Basayev ve onun yanında yer alan Arap kökenli Hattab göstermelik bir sebeple komşu Dağıstan’a girmiş ve sözde Dağıstan İslam Emirliği’ni ilan etmişlerdi. Bu ise Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgal etmesinin ve savaşın yeniden başlamasının gerekçesi olmuştu. Şamil Basayev’in meşru cumhurbaşkanı Mashadov’a itaat etmediği, Vahabi unsurların Çeçen direniş hareketini fikren ve fiilen zehirlediği bu olayla açığa çıkmıştı. Bu zehrin zihni ve kalbi nasıl dondurduğu ise daha sonra yaşanacak iki olayla kesinlik kazanacaktı.
23 Ekim 2002 günü Moskova’da bir tiyatro, Rusya’nın Çeçenistan’dan çekilmesini isteyen 43 Çeçen’in başlattığı rehine krizine sahne oldu. Çeçenlerin başındaki isim Movsar Barayev, Şamil Basayev’e tabi idi. Sivil bir noktanın hedeflendiği bu eylemde yer alanların “Özel Maksat İslam Alayı, Uluslararası İslami Barış Tugayı, Çeçen Şehitleri Riyadus Salihun Keşif ve Sabotaj Taburu” gibi isimler altında faaliyet gösteren gruplardan geldiği ileri sürüldü. Putin ise eylemin yabancı terör merkezlerince planlandığını ve bu gruplarca icra edildiğini ileri sürerek, bunların Rusya’ya diz çöktüremeyeceklerine dair bir meydan okumada bulundu. Rehine krizi 26 Ekim 2002 günü yapılan operasyon ile sona erdi. Rusya’nın kullandığı bir çeşit gaz neticesi 119 sivil hayatını kaybetmişti.  Vahabi düşünce ile zehirlenmiş Çeçenlerin yabancı merkezlerin doğrudan ve dolaylı yönlendirmeleriyle gerçekleştirdikleri böylesi eylemlerde Rusya’nın tavrının ne olacağı böylelikle açığa çıkmış oldu.
Moskova Tiyatrosu Baskınından yaklaşık iki yıl sonra, 1 Eylül 2004 günü Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyeti’ndeki Beslan kasabasındaki bir okula baskın düzenleyen ağırlığı Çeçenlerden oluşan bir grup militan, okuldaki çocuklar dahil olmak üzere 1.100 kişiyi rehin aldı. Üç gün süren rehine krizi Moskova Tiyatrosu Baskınına benzer bir şekilde, Rusya’nın sert müdahalesi ile sona ererken, geride 200’e yakını çocuk olmak üzere 300’den fazla ölü bırakmıştı.
Moskova ve Beslan rehine krizleri Vahabi düşüncesinin sapkınlığını ortaya koyması açısından güçlü birer örnek olsa da, İslam dünyasının bu sapkınlığa karşı kayda değer bir tepki verdiği söylenemez. Bu dönemde yapılan yayınları incelediğimizde birçok İslamcı çevrenin “Yanlış ama…” ile başlayan cümleler kurduğunu göreceğiz. “Yanlış ama onlar da Çeçen çocukları öldürüyor.”, “Yanlış ama yapacak başka bir şeyleri kalmadı”, “Yanlış ama onları da anlamak lazım”, “Yanlış ama hürmetler karşılıklıdır”, “Yanlış ama bunu konuşmanın zamanı değil”, şeklindeki cümleler bunlardan bazıları. Bundan daha vahimi ise bazı çevrelerin bu eylemleri takdis etmesiydi. Onlar eylemin yanlış olmadığını söylemekle kalmıyor, böylesi eylemlerin teşvik edilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. Bu çevreler nereden buldukları bilinmeyen bazı hadisleri delil getirerek, çocukların da kâfirlerle aynı olduklarını ispatlama çabasına giriyorlardı.
Vahabi düşünceden zehirlenmeyen ve şehirli bir Müslüman önder olan Aliya İzzetbegovic,  42 aydan fazla bir süre kuşatma altında tutulan ve bu süre zarfında 1,300’ü çocuk olmak üzere 10 binden fazla insanın öldürüldüğü, 70 bininin de yaralandığı Saraybosna’da, Bosna Ordusu askerlerine savaş kurallarına riayeti kesin bir şekilde dayatıyordu. Öyle ki, sivillere şiddet uygulayan birliklerini cezalandırdığı ve onlara karşı operasyon düzenleyip dağıttığı da vaki idi. İzzetbegovic Bosna’nın meşru mücadelesi sırasında yaşanan bu türden vakaların mücadelenin kendisine zarar verdiğini ve savaş halinin başına buyrukluk ve hukuksuzluk için bir bahane olamayacağını ifade ediyordu.  Bir gün kendisine gelerek, “Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyor, çocuklarımızı öldürüyor, buna bigane kalmamalıyız, onlar bize ne yaptıysa biz de onlara onu yapmalıyız”, diyen bir askere, “Sırplar bizim düşmanımız, bu doğru ama Sırplar bizim öğretmenimiz değiller, yeryüzünün öğretmeni olmak için önce gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir”, cevabını veriyordu. (Konu ile ilgili olarak: Kabahatsiz Ordu Yoktur, http://gurkanbicen.blogspot.com.tr/2010/04/kabahatsiz-ordu-yoktur.html)
Vahabi düşüncenin zehrinin hiçbir ahlaki sınır tanımayacağı 16 Aralık 2014 günü Pakistan’da gerçekleştirilen ve 132’si öğrenci olmak üzere 141 kişinin hayatını kaybettiği okul baskını ile şüpheden ari bir şekilde açığa çıkmış haldedir. Bu eylem, klasik Sünni toplulukların Vahabi düşünce ile zehirlendiğini, bunların bir ölçüde melezleştiğini ve önünün alınmaması halinde sadece mezhepler arası değil, mezhep içi çatışmaları da tetikleyebileceklerini düşündürtmektedir. Bundan daha vahimi, eylemin olduğu gün İslamcı (!) denilen yayın organlarının gösterdiği tepkinin yetersizliğidir. Muhtemelen Türkiye’nin İslamcıları (!) İslamcılığı sakal ve başörtü parantezinden çıkarmayı başarmış değiller. Belki de onlar Vahabi düşüncenin zehirlediği kimi bedevilerin kendilerine fiilen zarar vereceğini ve bunun için uzak durulması gerektiğini düşünüyorlardır.
Vahabi düşünce bir zehirdir ve her zehir gibi bir panzehiri vardır. Bunun panzehiri de bu bedevilere karşı Ehli Beyt’in ilan ettiği medeni/ insani/ İslami ölçüleri açıklamak için gayretleri yükseltmek ve bu ölçülere uymayan bedevileri, sahipleri olan Suud kraliyeti ile birlikte, geldikleri yere,  çöle sürmektir.


[i][i][i] Emin Gürses, Etnik Terör, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2007, s:74