Gürkan
BİÇEN
PKK merkez komitesi
üyesi Mustafa Karasu’nun 1994 yılında Londra’da verdiği bir demeçte, “Kürtlerin
devleti-kanunları yok ki uysun. Köle olduğumuz müddetçe her yöntemi kullanırız.”,
dediği nakledilir.[i]
PKK’nın ideolojik temelinin materyalist/
determinist teoriler olması bu sözleri kabul edilemez olmakla birlikte
anlaşılır kılar. Amaca ulaşmak için izlenecek yolu üstün bir değere bağlamayan
her siyasi/ askeri hareket böylesi bir sapkınlığa düşebilir. Bu bakış açısını
sadece materyalist temelli hareketlerde değil, kendini İslami akide ve
kurallara nispet edenlerde görmek ise başlı başına bir inceleme konusudur.
Tartışmasız, İslam,
insanın varlık sebebine olduğu kadar, dünyevi ve uhrevi hayata dair açıklamalar
da getirmiştir. Öyle ki, bütüne baktığımızda dünyevi ve uhrevi açıklamaların
insanın varlık sebebine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve hatta insan olmanın
gereğinin bu açıklamalara bağlı kalmakla yerine getirilebileceğini görürüz. Bu
tek tek her kişinin olduğu gibi grupların, toplulukların, siyasi hareket ve
yapıların ve devletlerin de dikkate alması gereken bir noktadır.
Müslüman coğrafyanın
son dört yüzyıl boyunca gerilediği, tarihin öznesi olmaktan çıkarıldığı, tarihe
kendi adıyla, kendi düşünce dünyası ile girmeye talip ve hazır olmadığı bir
dönemde Batılı ve Doğulu güçlü devletlerin tasallutuna karşı koymaya çalışan
bazı grupların siyasi ve askeri harekâtlarının varlığını biliyoruz. Günümüzde
bu grupların ekserisi dini anlamlar/ çağrışımlar içeren isimler altında ve
cihad iddiasıyla öne çıkmış haldeler. Yine bu grupların içerisinde kendi
toplumları içinde yerleşik bir hayat sürememiş, sürekli hareket halinde olan
birçok yabancının bulunduğu da bir gerçek. Yerli ve yabancı unsurların insan
kaynağını oluşturduğu bu grupların hareket halinde tutulması için gereken
ideolojik motivasyon ise klasik dini yapı ve anlayışlara enjekte edilen ve
ekonomik güçle dayatılıp parlatılan bir düşüncedir; Vahabilik.
Bir okumaya göre
Vahabilik, bedevi kabilelerin şehirlileri katletmesinin, onların varlıklarını
gasp etmesinin meşruiyet aracı olarak kullanılan sapkın bir anlayıştır. Bu
anlayışın sahipleri dini söylemi dinin amaçlarını gerçekleştirmekten ziyade
kabilenin (grubun/ topluluğun) hedeflerine ulaşmada genel kabul görmüş insani/
medeni kaidelerden bağışık olmak için kullanmaktadır. Bu görüş Vahabilik etkisi
altındaki toplulukların kendi ülkelerindeki diğer kabile ve topluluklara
yönelik şiddetlerinde harici güçlere kolaylıkla yaslanmalarını da bu şekilde
izah etmektedir. Bir başka ifadeyle, bedevi kabilelerin sahiplendiği bu sapkın
görüş İslam’ın nirengi noktası vahdet ilkesinin yerine kabilenin/ grubun
egemenliğini koyduğu için kendi ülkesindeki diğer gruplara karşı emperyalist yabancı
siyasi aktörlerin desteğini almakta, onların yardımıyla diğerlerini yok etmekte
bir beis görmemektedir.
Vahabi düşüncenin
aşılandığı klasik sosyal gruplar da, çatışma alanlarında farklı tavır
sergileyen, farklı bir siyasi çözüm öneren diğerlerine karşı benzer bir
dayatmayı sergiler. Melezleşerek asli rengini kaybeden bu tür hareketler için
teklif edilen başkaca bir yol grubun hedefini tehlikeye atacak bir seçenektir.
Bu ise muhatabını katletmeyi gerektirir yeterli bir sebeptir.
Hedefe ulaşmak için emperyalist
yabancı siyasi aktörlerle iç içe geçebilen bu anlayış, böylesi bir ittifakın
devamı için kimi zaman destek olan siyasi aktörün emellerinin doğrudan icracısı
da olur. Dağıstan’a girerek başlatılan İkinci Çeçen Savaşı böyle olduğu gibi, Moskova
Tiyatrosu Baskını ve Beslan Okul Baskını da bu duruma birer örnektir. Bilindiği gibi Çeçenistan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı
Aslan Mashadov Rusya ile görüşme yanlısı bir tutum sergilerken, Şamil Basayev ve
onun yanında yer alan Arap kökenli Hattab göstermelik bir sebeple komşu
Dağıstan’a girmiş ve sözde Dağıstan İslam Emirliği’ni ilan etmişlerdi. Bu ise
Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgal etmesinin ve savaşın yeniden başlamasının
gerekçesi olmuştu. Şamil Basayev’in meşru cumhurbaşkanı Mashadov’a itaat
etmediği, Vahabi unsurların Çeçen direniş hareketini fikren ve fiilen
zehirlediği bu olayla açığa çıkmıştı. Bu zehrin zihni ve kalbi nasıl dondurduğu
ise daha sonra yaşanacak iki olayla kesinlik kazanacaktı.
23 Ekim 2002 günü Moskova’da
bir tiyatro, Rusya’nın Çeçenistan’dan çekilmesini isteyen 43 Çeçen’in
başlattığı rehine krizine sahne oldu. Çeçenlerin başındaki isim Movsar Barayev,
Şamil Basayev’e tabi idi. Sivil bir noktanın hedeflendiği bu eylemde yer
alanların “Özel Maksat İslam Alayı, Uluslararası
İslami Barış Tugayı, Çeçen Şehitleri Riyadus Salihun Keşif ve Sabotaj Taburu”
gibi isimler altında faaliyet gösteren gruplardan geldiği ileri sürüldü. Putin
ise eylemin yabancı terör merkezlerince planlandığını ve bu gruplarca icra
edildiğini ileri sürerek, bunların Rusya’ya diz çöktüremeyeceklerine dair bir
meydan okumada bulundu. Rehine krizi 26 Ekim 2002 günü yapılan operasyon ile sona
erdi. Rusya’nın kullandığı bir çeşit gaz neticesi 119 sivil hayatını
kaybetmişti. Vahabi düşünce ile
zehirlenmiş Çeçenlerin yabancı merkezlerin doğrudan ve dolaylı
yönlendirmeleriyle gerçekleştirdikleri böylesi eylemlerde Rusya’nın tavrının ne
olacağı böylelikle açığa çıkmış oldu.
Moskova Tiyatrosu
Baskınından yaklaşık iki yıl sonra, 1 Eylül 2004 günü Kuzey Osetya Özerk
Cumhuriyeti’ndeki Beslan kasabasındaki bir okula baskın düzenleyen ağırlığı Çeçenlerden
oluşan bir grup militan, okuldaki çocuklar dahil olmak üzere 1.100 kişiyi rehin
aldı. Üç gün süren rehine krizi Moskova Tiyatrosu Baskınına benzer bir şekilde,
Rusya’nın sert müdahalesi ile sona ererken, geride 200’e yakını çocuk olmak
üzere 300’den fazla ölü bırakmıştı.
Moskova ve Beslan
rehine krizleri Vahabi düşüncesinin sapkınlığını ortaya koyması açısından güçlü
birer örnek olsa da, İslam dünyasının bu sapkınlığa karşı kayda değer bir tepki
verdiği söylenemez. Bu dönemde yapılan yayınları incelediğimizde birçok İslamcı
çevrenin “Yanlış ama…” ile başlayan cümleler kurduğunu göreceğiz. “Yanlış ama
onlar da Çeçen çocukları öldürüyor.”, “Yanlış ama yapacak başka bir şeyleri
kalmadı”, “Yanlış ama onları da anlamak lazım”, “Yanlış ama hürmetler
karşılıklıdır”, “Yanlış ama bunu konuşmanın zamanı değil”, şeklindeki cümleler
bunlardan bazıları. Bundan daha vahimi ise bazı çevrelerin bu eylemleri takdis
etmesiydi. Onlar eylemin yanlış olmadığını söylemekle kalmıyor, böylesi
eylemlerin teşvik edilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. Bu çevreler nereden
buldukları bilinmeyen bazı hadisleri delil getirerek, çocukların da kâfirlerle
aynı olduklarını ispatlama çabasına giriyorlardı.
Vahabi düşünceden zehirlenmeyen
ve şehirli bir Müslüman önder olan Aliya İzzetbegovic, 42 aydan fazla bir süre kuşatma altında
tutulan ve bu süre zarfında 1,300’ü çocuk olmak üzere 10 binden fazla insanın
öldürüldüğü, 70 bininin de yaralandığı Saraybosna’da, Bosna Ordusu askerlerine
savaş kurallarına riayeti kesin bir şekilde dayatıyordu. Öyle ki, sivillere
şiddet uygulayan birliklerini cezalandırdığı ve onlara karşı operasyon
düzenleyip dağıttığı da vaki idi. İzzetbegovic Bosna’nın meşru mücadelesi
sırasında yaşanan bu türden vakaların mücadelenin kendisine zarar verdiğini ve
savaş halinin başına buyrukluk ve hukuksuzluk için bir bahane olamayacağını
ifade ediyordu. Bir gün kendisine
gelerek, “Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyor, çocuklarımızı öldürüyor,
buna bigane kalmamalıyız, onlar bize ne yaptıysa biz de onlara onu yapmalıyız”,
diyen bir askere, “Sırplar bizim düşmanımız, bu doğru ama Sırplar bizim
öğretmenimiz değiller, yeryüzünün öğretmeni olmak için önce gökyüzünün
öğrencisi olmak gerekir”, cevabını veriyordu. (Konu ile ilgili olarak:
Kabahatsiz Ordu Yoktur, http://gurkanbicen.blogspot.com.tr/2010/04/kabahatsiz-ordu-yoktur.html)
Vahabi düşüncenin
zehrinin hiçbir ahlaki sınır tanımayacağı 16 Aralık 2014 günü Pakistan’da gerçekleştirilen
ve 132’si öğrenci olmak üzere 141 kişinin hayatını kaybettiği okul baskını ile şüpheden
ari bir şekilde açığa çıkmış haldedir. Bu eylem, klasik Sünni toplulukların
Vahabi düşünce ile zehirlendiğini, bunların bir ölçüde melezleştiğini ve önünün
alınmaması halinde sadece mezhepler arası değil, mezhep içi çatışmaları da
tetikleyebileceklerini düşündürtmektedir. Bundan daha vahimi, eylemin olduğu gün
İslamcı (!) denilen yayın organlarının gösterdiği tepkinin yetersizliğidir.
Muhtemelen Türkiye’nin İslamcıları (!) İslamcılığı sakal ve başörtü
parantezinden çıkarmayı başarmış değiller. Belki de onlar Vahabi düşüncenin
zehirlediği kimi bedevilerin kendilerine fiilen zarar vereceğini ve bunun için
uzak durulması gerektiğini düşünüyorlardır.
Vahabi düşünce bir
zehirdir ve her zehir gibi bir panzehiri vardır. Bunun panzehiri de bu
bedevilere karşı Ehli Beyt’in ilan ettiği medeni/ insani/ İslami ölçüleri
açıklamak için gayretleri yükseltmek ve bu ölçülere uymayan bedevileri,
sahipleri olan Suud kraliyeti ile birlikte, geldikleri yere, çöle sürmektir.