Translate

14 Ocak 2015 Çarşamba

Akbabanın üç günü

Gürkan BİÇEN

Hitler’in gizli servisi Gestapo’nun dünyanın hemen her yerinde yayımlanan dergi ve gazeteleri takip ettiği, buralardan elde ettiği verileri işlemeye ve bu yayımlar arasında bağlantılar bulmaya çalıştığı nakledilir. Sinema dünyasına ilgi duyanlar CIA tarafından kurulmuş Gestapovari bir birimin varlığına başrollerini Robert Redford ve Faye Dunaway’in paylaştığı, 1975 yapımı “Akbaba’nın üç günü” isimli film ile şahit oldular.  Filmin senaryosu James Grady’nin “komplo gerilim” türündeki “Six day of the condor” romanından uyarlanmıştı. Filmde Redford, CIA’in kültürel bir kurum adı altında idare ettiği, vazifesi dünyadaki yayımları takip etmek olan bir biriminde çalışan bir ajanı canlandırmaktaydı. Kitap, gazete, dergi, rapor ve sair kaynakları okuyup aralarında bağlantılar bulması için kendisine ücret ödenilen sivil bir ajan.
İzleyici bu filmde sadece CIA’in böyle bir birimi olduğunu görmekle kalmıyor, gerektiğinde böyle bir birime CIA’in bir başka birimi tarafından saldırılmasının ve çalışanlarının katledilmesinin mümkünlüğüne de vakıf oluyor. Hatta film bize CIA’in bir kısım işlerini piyasadan temin ettiği kiralık katillere havale ettiğini, kendi elemanlarını öldürmek için bunlardan da faydalandığını anlatıyor. Filmin final sahnesinde, tüm bunların niçin yaşandığını açıklayan üst düzey CIA yetkilisi, bunlar hep oyundur, insanlar senden yiyecek ister, arabalarını çalıştıracak petrol ister, yarın başka şeyler isteyecekler ve biz bunları sağlamalıyız, der. Bu sözleriyle CIA yetkilisi, zenginliğin aktarılmasının sürekliliği kendi adamlarımızı öldürmeyi gerektiriyorsa, bu caizdir demek ister. Redford ise tüm bu hikâyeyi, kendi hayat sigortası olarak, basına ilettiğini söylemekle yetinir. Redford’un basına neden bu kadar güvenmek istediğini anlamak mümkün değildir. Zira kendisi de uluslararası bir harbin silahlı olmayan unsurları arasında yer alan birisidir ve basının da aslında bu harbin bir parçası olduğunu bilmesi/ anlaması gerekmektedir.
7 Ocak 2015 tarihinde CIA tüm dünyayı yeni bir filmin galasına davet etti: Charlie Hebdo… Bitmiş, gösterime hazır hale gelmiş filmler için düzenlenen ve sınırlı sayıda davetlinin yer aldığı bilindik galalardan farklı olarak gösterim filmin setinde gerçekleştirildi. Senaryoya göre kendilerini ifade hürriyetine adamış bir grup Avrupalı, kıtanın ezeli düşmanları olan Orta Doğulu ve Kuzey Afrikalıların birlikte organize ettikleri bir saldırıya maruz kalır ve burada ağır kayıplar verirler. Bir CIA katilinin soğukkanlılığına benzer bir şekilde olay yerinden ayrılan saldırganlar elbette ki bilindik simalardır. Katledilen insanların varlığıyla duygulanan izleyicinin gözyaşları yerdeki Muhammed peygamber (as) karikatürünün mürekkebine karışır ve bu esnada jenerikten “Actors: Said Kouachi and Sherif Kouachi… Production: Al Qaeda” ibareleri akar. Nakit anlamıyla maliyeti düşük ve fakat izleyicisi çok bir film işte böyle çekilir ve gösterime sunulur.
Noam Chomsky ve Edward S.Herman’ın birlikte kaleme aldıkları “Rızanın imalatı” kitabını okuyanlar, kitlelerin yönlendirilmesi, hükümetlerin ve gizli servislerin operasyonlarına açık ve razı hale getirilmesi ve hatta kitlelerin hareketlerini kendi irade ve kararları doğrultusunda yaptıklarını düşünmeleri için medyanın üstlendiği hayati rolü anımsayacaklardır. Matbuat bu gücün bir kolu iken, 1930’lardan itibaren sinema dünyası da bir diğer kol olarak yerini almış haldedir. Kitlelerin zihnine ve bilinçaltına sadece bir cümleyi kazımak için yüzlerce film çekilmiştir. Bu filmlerde aktarılan duygusal temalar ve bunlara matbuat aleminde eşlik eden kalemler/ eleştirmenler/ yorumcular üzerinden kitleler istenilen yöne sevk edilebilmiştir. Yine bu konseptin bir parçası olan müzik ve eğlence dünyası da farklı biçimlerde bu amaca hizmet ettirilmiştir. George Orwell’ın CIA için yazdığı 1984 romanındaki hakikat sadece Sovyet Bloğu için değil Batı Bloğu için de geçerliydi. “Özgür dünya” sizin özgür olduğunuz dünya anlamına gelmez. Zihinlerinizin özgürce yönlendirildiği dünya demektir, Özgür dünya.
Kurbanlarla katillerin aynı maskenin iki ayrı yüzünü kullandıkları bir çağda hakikati aramak ve ona sadakat göstermek borcu altındayız. Kendini İslam peygamberinin haysiyetinin koruyucusu ilan edenlerin kimler olduğunu, neleri okuyup neleri izlediklerini, kimlerle neler konuşup nasıl düşündüklerini/ düşündürüldüklerini bilmek zorundayız. Yine bilmek zorundayız ki, Charlie Hebdo seri olarak tasarlanmış bir filmdir. Tıpkı Rocky ve Rambo gibi Batılılara zafer, Elm Sokağı Kabusları gibi Müslüman ve Üçüncü Dünya halklarına korku vaat eden bir seri.
Charlie Hebdo ile Batı, kendi sömürgeci tarihine dönmeksizin Müslüman dünyanın Stockholm Sendromu yaşamasını istemiştir. Özgürlük savaşçısı olduğuna inandırdığı bir grup şaşkın Batılıyı “haysiyet savaşçısı” olduğuna ikna ettiği Doğulu bir diğer gruba katlettirmiş ve ellerindeki Suriyeli kanı hala damlayan bazı liderleri de yanına alarak halklara gazete kâğıdına sarılı bir sopa göstermiştir.
Geride bir soru kalıyor! Peygamber’in (as) haysiyeti korunmasın mı? Elbette Peygamber’in ve tüm peygamberlerin haysiyeti korunacaktır lakin her işin bir şer’i sorumlusu olduğu gibi bunun da bir şer’i sorumlusu vardır ve bu korumanın mahiyeti ve sınırlarına dair kararı o verecek, bunun yükünü de o çekecektir. O, halkın önünde ve içinde bulunan ve Müslümanlar adına söz söyleme hakkına sahip olandır. Gözlerindeki bantlarla götürüldükleri karanlık dehlizlerde tekbir çekenler değil.