Translate

5 Haziran 2011 Pazar

Gazze’nin yüz yılı

Gürkan BİÇEN

Balkan Savaşlarını ve Arnavut meselesini anlattığı bir şiirinde Mehmet Akif, “Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk / Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba kabrinden kalk” diyordu. Mehmet Akif’in “üç beyinsiz kafa” olarak vasfettiği kişiler İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri olan Talat, Enver ve Cemal Paşalardı. Balkan Savaşları’nın tek neticesi İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarını tümden yitirmesi olmamış, Osmanlı ordusunun hem donanım hem de kurmaylık açısından sıkıntıda olduğu da açığa çıkmıştır. Bu sıkıntı, kurmaylık açısından, İmparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olduğu günlerin hemen başında yaşanan Sarıkamış Harekâtı (faciası) ve Süveyş Kanalı Harekâtı ile somutlaşmış ve yine bu harekâtlarda eksik donanım, eğitimsiz asker ve gücün nakli hususlarındaki problemlerin geçici olmadığı anlaşılmıştır. Enver Paşa Sarıkamış’ta binlerce askerin hayatını kaybetmesine sebep olurken, Cemal Paşa Süveyş Kanalı Harekâtında yenilgiden ayrı olarak Osmanlı Ordusunu alay konusuna da dönüştürmüştür. David Fromkin’e göre Enver Paşa’nın müttefiki Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğuna gönderdiği Ordu Danışmanı Liman von Sanders, tek başına çalışan bir serüvencinin özelliklerini taşıyan Enver Paşa’yı askeri konularda bir soytarı olarak görüyordu. Cemal Paşa ise Enver’i kıskanan kişi olarak kayıtlardaki yerini alıyordu.

Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı güçlerinin Süveyş Kanalı’nı ele geçirip Mısır’a ulaşma ve böylelikle Mısır’daki İngiliz hâkimiyetine son verme arzusu iki bin askerin hayatını kaybetmesi ile akamete uğradı. Kuvvetlerinin yüzde yirmisini kaybeden Cemal Paşa Suriye’ye kadar geri çekildi. İngilizler Cemal Paşa’nın askeri planını şöyle açıklıyorlardı: “Türkler Kanal’a binlerce deve getirip tüylerini ateşe verecekler. Develer, ünlü sağduyuları ile ateşi söndürmek için Kanal’a koşacak. Kanal yeterli miktarda deveyle dolunca Türkler üzerinden geçecekler”

Osmanlı Ordusu’nun bunca eksikliğine rağmen birçok cephede direnebilmesini askerin itaatine ve toprağın/vatanın İslam’ın mukaddesatı ile eşdeğer kabul edilmesine bağlayabiliriz. İngiliz Savaş Konseyi’nde yer alan Arthur Balfour, “Türkler yolları kesildiğinde teslim mi olurlar, yoksa sırtlarını duvara verip çarpışırlar mı?” şeklinde bir soru sormuş, bu soruya cevap ise Çanakkale cephesinde bulunan savaş muhabiri Compton Mackenzie’den gelmiştir. Mackenzie Çanakkale’den geçtiği haberde; “Batı’da çarpışmış olan Fransız subayları savaşan birim olarak bir Türk’ün iki Alman’a bedel olduğunu söylüyorlar; gerçekten de sırtı duvara dayanmış olan Türk muhteşemdir.” diyordu. Cemal Paşa askerini Suriye’ye kadar çekse de, bir süre sonra başlayacak olan Gazze Savaşları bu tespiti bir kez daha doğrulayacaktı.

1882’de Mısır’ı işgal eden İngilizler Kudüs’e ulaşmak için başlattıkları harekâtın ilk adımında Gazze’deki Türk askerinin direnişi ile karşılaştılar. İngilizlerin 26 Mart 1917’de 22 bin kişilik bir ordu ile başlattıkları saldırı Osmanlı’nın sahip olduğu 8 bin kişilik orduya katılan 7 bin kişilik takviye birliklerle ulaşılan 15 bin kişilik bir ordunun karşı koyuşu ile akamete uğradı. Ancak İngilizlere karşı asıl yükü taşıyan takviye birliklerden ziyade Gazze garnizonu olmuştu. Bu saldırıda Gazze’nin çevresindeki yerleşimlere ulaşmayı başaran İngiliz birlikleri ile şiddetli sokak çatışmaları yaşanmış ve İngilizler geri püskürtülmüştü. Asker sayısı, donanımı ve ihtiyaç maddelerini temin açısından üstün olan İngiliz ordusuna karşı kazanılan bu zaferin temelinde Osmanlı askerindeki görev bilinci vardı. Bernard Lewis Türk Medeniyetinin kaynaklarını açıklarken din ile özdeşleşen görev duygusunu işaret eder ve “Bu özdeşleşmenin bir başka yansıması ise Türk – İslam anlayışında son derece önemli yer tutan göreve kendini adama ve hizmet etme duygusunda görülebilir” der.

Kudüs’e giden yolda zaferin kolay olmayacağı, çok daha kapsamlı bir hazırlık gerektirdiği anlaşılmıştır ve I.Gazze Savaşı’nın akabinde İngilizler yaklaşık üç hafta boyunca ordularını hazırlamakla meşgul olmuşlardır. Osmanlı ordusu da gerek İngilizlerden ele geçirilen ganimetler gerekse gönderilen takviyeler ile gücünü arttırmış ve Gazze’de bir öncekine oranla çok daha güçlü bir savunma hattı oluşturmuştur. 19 Nisan 1917’de saldırıya geçen İngiliz ordusunun mevcudu 50 bin iken, Osmanlı ordusu yaklaşık 20 bin kişiden oluşuyordu. Ancak Osmanlı ordusu I.Gazze Savaşı’ndaki galibiyetin moral üstünlüğüne sahipti. Osmanlı askerinin ilk kez tank silahı gördüğü bu savaşta, bu tankların imha edilebilir olduğu da görüldü. Kendilerinden doksan sene sonra Hizbullah askerlerinin imha edecekleri Merkava tanklarının ilk örneklerini Osmanlı askerleri Gazze’de imha etmişti. Tüm askeri üstünlüğüne rağmen İngiliz ordusu Kudüs’e giden yolu açmayı başaramadı. Böylece, “duvara dayanmış Türk”ün Allah’ın buyurduğu gibi, ancak bire on kuvvetle sökülebileceği anlaşıldı.

Gerçekten, İngilizlerin, III. Gazze Savaşı diyebileceğimiz Birrus Sebi saldırısı güç dengesinin bire altı olarak belirdiği bir taarruzdu. 138 bin kişilik İngiliz ordusuna karşı Osmanlı ordusu yedi gün boyunca karşı koydu ve nihayetinde çekilmek zorunda kaldı. Müslümanların göğüslerini Kudüs’e giden yolda siper ettikleri bu savaşla İngilizlere Kudüs yolu açılmış oldu. 9 Kasım 1917’de İngilizler Selahaddin’den bu yana Müslümanların olan Kudüs’e giriyordu. Kudüs’ün işgali anında Viyana’da olan Mehmet Akif’i, Osmanlı Devletinin müttefiki Avusturya’da halkın Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesini kutlamak için sokaklara dökülmesini görmenin şaşkınlığı beklemektedir. Avrupalı müttefik, Müslümanlardan kurtarılan Kudüs’ün kendileri için yenilgi değil zafer olduğunu düşünmektedir.

Osmanlı ve daha sonra da Türkiye ile Gazze’nin fiili bağı sona erdi ve bir süre sonra tarihin talihsiz anlarından birisi, Siyonist İsrail’in ilanı yaşandı. BM taksiminde Gazze Arap Bölgesinde bırakıldı ancak Araplar burada bir devlet kuramadan Siyonistler tarafından önce 1956’da daha sonra da 1967’de işgal edildi. Siyonist işgal altındaki Gazze, I.Gazze Savaşı’nda yaşanan sokak çatışmalarını hatırlatırcasına Gazze halkının Siyonistleri yıldıran ve nihayetinde Gazze’den hiçbir şart ileri sürmeksizin kaçmak zorunda bırakan direnişine sahne oldu. Gazze’yi terk etmek zorunda kalan Siyonist yapı Gazze’yi yeniden işgal edip HAMAS yönetimine son vermek için başlattığı saldırıda “duvara dayanmış Türk” ile “duvara dayanmış Arap” arasında hiçbir fark olmadığını gördü. Siyonistler ilan ettikleri hiçbir hedefi gerçekleştiremeden geri dönerken Gazze direnişinin bir parçası olan İslami Cihad Genel Sekreteri Ramazan Abdullah Şallah’ın İran İslam Cumhuriyeti lideri İmam Hamaney’e hitaben söylediği “İmam Hamenei’ye söz veriyoruz, tıpkı Lübnan Direnişi gibi biz de Gazze’de zafer kazanacağız.” sözü hakikate dönüşüyordu. Gazze direnişi bir başka ülkenin daha harekete geçmesini ve Gazze’nin aradan geçen doksan seneden sonra Türkiye’nin gündemine, hem de en üst düzeyde olmak üzere yeniden girmesini sağlıyordu. Mavi Marmara bu gündemin ete kemiğe bürünmüş haliydi. O sadece Gazze’yi çevreleyen Siyonist blokajı değil, Türkiye’yi zaptu rapt altına almak isteyen Siyonist ve emperyalist blokajı da kırabileceğimizi göstermek için yola çıkıyordu. Mavi Marmara’da şehit edilen kardeşlerimiz bizi yalnızca Gazze’nin bugününe değil kendi tarihimize de bağlamışlardır. Onların temiz ruhları bize “duvara dayanmış Türk”leri hatırlatmış ve Gazze topraklarında yarım kalan bir vazifenin tamamlanması sorumluluğunu da yüklemiştir.

Kudüs’e giden yolda geçirdiğimiz doksan yılın ardından Kudüs’e girmemizi neşe ile karşılayacak dostlar/müttefikler edinmeli ve Mavi Marmara gemisini bu dostlarla doldurmalıyız. Duvara dayanmış dostlarla…