Translate

17 Mart 2008 Pazartesi

HARRY POTTER ‘EŞŞEK KARDEŞLİĞİ’

Büyük Haydar Efendi, yüzyıl evvel, Usul-i Fıkıh takrirlerinde, “Vakıa zamanımızdaki ulemaya, şimdiki fıkıh ile teveğğül edenlere “Fakih” denilirse de, bu ıtlak, mecazendir. Bunların fıkıh ile iştigal etmeleri haysiyetiyledir. (…) Şu halde suret-i mutlaka ve umumiyede “Fükaha” erbab-ı ictihad ile usul-i fıkıhden istinbatı-ı ahkam edebilen ulemadır” diyordu.

Yüzyıl evvel hukuk bir bilgi sistematiği olmaktan ziyade bir ilim dalı idi. Bir başka ifadeyle, yüzyıl evvel hukuk dendiğinde insanların zihninde canlanan şey tek başına insan ihtiyarına dayanarak hazırlanan kanunlar değil, şüphesi olmayan bir merkezden hareketle, bu merkeze uygun çıkarılan hükümlerdi. Bu hükümlerin güvenilir bir şekilde çıkarılabilmesi için talebelerin uzun yıllar sabırla tedrise devamı gerekiyordu. Sarf edilen tüm emeğe karşılık herkesin bu noktaya gelmesi de mümkün değildi. İşte bunun için bir başka kaynak, “İctihâd ve istinbât melekesine mâlik olmayan bir kişiye, ne kadar çok fıkhı meseleyi öğrenmiş ve ezberlemiş olsa da fakîh (hukukçu) denmez.” diyerek meselenin bu yönünün ekseriyetle kabul edildiğini ortaya koyuyordu (Fahrettin ATAR, Fıkıh Usulü).

Cumhuriyet Türkiye’si hukuk alanında yürüttüğü yenileme / değiştirme faaliyetleri sırasında birinci kuşakta evvelki dönemin birikimini kullanarak Batı Medeniyeti’nin kaynaklarını aktarmayı başardı. Yeni hukuk kaynaklarının oluşturduğu içtihatların incelenmesinden de anlaşılacağı üzere ilk dönem hukukçuları meselelerin analizinde evvelki birikimlerinin getirdiği zihni aletleri / çözüm yollarını kullanmaktaydılar. Ne var ki süreç, Türkiye’de hukuku bir disiplinden bir bilgi yığını haline getirdiği gibi hukukçuları da ilim adamlığından –çok zaman- malumatfuruşluğa tağyir etti.

Hukuk ilminin öğrenilme / öğretilme usulü açısından durum böyleyken hukuk ilminin amacının belirlenmesi, içselleştirilmesi –meleke haline getirilmesi- açısından durum farklı mıydı? Maalesef, hayır. Bir yüzyıl evvel hukukun amacı, “Ahkam-ı marifet ve mucibince amel üzerine ihraz-ı saadet” (Hükümleri bilme ve gereğince amel etme yoluyla saadetin / elde edilmesi kazanılması) iken, bugün çoklukla “insanlar ve devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi” şeklinde ifade edilir oldu. Görüldüğü üzere “saadet” hukukun amaçları arasından çıkarılmış, bu yolla hukuk “adalet”in aslına değil şekline hizmet eder hale getirilmiştir.

Hukukun ve adalet duygusunun şekiller / kalıplar üzerinden konuşulduğu bir zeminde hukukçuların da şekillerden / kalıplardan ibaret olması yadırganacak bir hal değildir. Ancak şu da var ki, zamanın akışı içerisinde pek çok şey ile birlikte isimlerin mahiyeti de değişirken insanların pek çoğu buna dikkat edemez. İbn-i Haldun öğretim ile uğraşanlar ve kadılar hakkında misal getirirken insanların bu isimlerin mahiyeti hakkında yanlış zanlara kapıldığını, halbuki, çağın, anlayışların değişmesiyle bu isimlerin sahiplerinin de etki ve yetkilerinin değiştiğini dile getirir. İşte bugün de “hakim”, “savcı”, “vali” ve saire denildiğinde kastedilen daha önceleri bu görevleri yerine getirenlerin konumu değildir. Bugün ne bir “hakim” ne d e bir “savcı” geçmişteki emsalleri ile aynı sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik statüdedir. Böyle olmasına rağmen içtimai hafızanın koruduğu ve benzeştirdiği unsurlar, içtimai hafızanın yenilenme süreci, çoklukla yanlış bir algılayışa neden olur.

İçtimai hafızanın bu yanlış algılaması isminin mahiyeti değişmiş kimi sınıfların mensuplarında da aynı etkiyi yaratır. Bunlar da kendilerine mahiyetlerinin fevkinde bir anlam yükleme eğiliminde olurlar. Döneminde İbn Haldun’un hayretle karşıladığı hususlardan birisi bu tür insanların kendilerini kıyas yöntemleridir. Onlar isimlerinin benzerliği ile güçlerinin / etkilerinin de aynılığı vehmine kapılırlar. Yakın zaman metinlerinden Safahat’ta Akif, bunun bir örneğini;
“Son zamanlarda hükûmet, şımarık bir deliyi,
Götürür bir yere vâlî diye bağlar.”
şeklindeki girişiyle başlayan, Asım’ın içinde yer alan bir bölüm ile ortaya koyar. Akif, konumunu bilmeyen bu “vali”nin meclise yönelttiği hitabını ve bu densizin ruh halini,
“Şimdi kürsîye abansın da senin Vâlî Bey,
Nutka gelsin mi adam zannederek kendini?...
- Eyy?
Ne demiş?
- Yok, ne geğirmiş diye sor! Ma´nâsız
Bir yığın râbıta müştâkı perâkende lâfız,
Bir etek yâve saçar, bir sürü cinnet savurur;”
mısralarıyla dile getirir. Akif, valinin medreseleri kapatma teklifini getiren konuşmasını Fransızca “Parprensip” ünlemiyle bitirmesi üzerine meseleyi;
“- Parprensip mi? Bayıldım be!
- Fransızcama mı?
Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmamı?

- Birden eşşek deme, bîçâre henüz müsvedde...
Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde.
- Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki...
- Merkebin...
- Ey?
- Mütekâmil soyu olmaz mı?
- Peki?
- İşte hilkatten o sûrette çıkarken beyazı;
Böyle birdenbire müsvedde de fırlar ba’zı!” mısralarıyla kapatır.

Anayasa Mahkemesine sunulan bu son davanın iddianamesinde toplumun bütünlüğünü temsil eden erke yönelik itham ve isnatlar bana ister istemez Akif’i hatırlattı. Akif’in tarif ettiği bu vali tiplemesi ile birlikte aklıma, el çabukluğu marifete, gizli ve karanlık güçlere, Büyücü Merlin’e göndermeler yapan, yanılıyorsam düzeltin, Harry Potter ‘Eşşek Kardeşliği’ isimli o kitabın adının nasıl geldiğini ise bilmiyorum.