Gezi Parkı’nın iktidarın
kapitalist iştihasına kurban edilmesine karşı çıkan bir grup insanın buna
itirazını hazmedemeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın toplumu “biz ve onlar”
olarak ikiye ayıran tavrının ardından alevlenen olaylar Gezi Parkı
protestocularına destek veren bir grup avukatın İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde
yaptıkları sembolik protestonun polis memurları tarafından adliye binası içine
girilerek dağıtılması ve onlarca avukatın yaka paça derdest edilerek gözaltına
alınması ile bir başka boyuta taşındı. Bu görüntüler bana, 1998 ve 1999 yıllarında
mütesettir bayanların eğitim haklarını savunmak için Kocaeli ve Marmara Üniversitesi
önünde polis tarafından darp edildiğim günleri hatırlattı. Ne 1998’de ne de
1999’da yaşadıklarım için pişmanım. Zira bunları bize yaşatanlardan
beklediğim buydu. Başkası değil. Ama bu gün hissettiğim şey Kemalist perdenin
arkasına sığınan zorbalıktan çok daha ağır geliyor: Muhafazakâr zorbalık…
İslamcı eskitmesi bir iktidar
halkı birbirine düşürecek söylem ve eylemlerden medet umarken, bu iktidara
eklemlenmiş meslektaşlarımın meslek adına sessiz kalışı ve hatta Sakarya Barosu
örneğinde görüldüğü üzere meslektaşlarımıza yapılan saldırının arkasında yer
alması siyaset ile adaletin iç içe girdiği her durumun ahlaki yozlaşmayla
sonuçlandığını ortaya koyuyor. Siyasi yandaşlığı mesleki ilkelerin önüne
koyanlar, ister Kemalist taifeden isterse muhafazakâr çevrelerden olsunlar,
aynı amaca hizmet ediyorlar: Kamu kaynaklarının gölgesinde serinlemek.
Meslektaşlarım iyi bilir ki,
avukatlık mesleği “Şimdi sen bir katili mi savunuyorsun?”, basitliğinde ele
alınacak mahiyette değildir. Mesleğimiz, iddia, müdafaa ve karar sacayağında
yer almanın ötesinde, tüm insanların hak arama hürriyetini kullanmalarına
yardımcı olma ve hatta insanlığın ortak mirası olan tabiat varlıklarının gözetilmesini
sağlama yükümlülüğünü de taşımaktadır. Bunun için Avukatlık Kanunu’nda
Baroların görevleri tanımlanırken , “Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek,
meslek mensuplarının birbirileri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde
dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun
üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği
bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu
niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Protokolde barolar, İl Cumhuriyet
Başsavcısının yanında yer alır.”, hükmüne yer verilmiştir. Görüldüğü üzere, Kanun
ile barolara ve böylelikle avukatlara verilmiş görev iş takipçiliğinin ötesinde
“hak savunuculuğu”dur.
İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde
darp edilen avukatları şahsen tanımıyorum. Kişisel hikâyelerinden çok mesleğe
yönelik bu izahı mümkün olmayan saldırı ile ilgileniyorum. Avukatların
kendilerini en rahat ifade edebilecekleri, protokolde başsavcı ile aynı hizada
bulundukları yerde, adliyede saldırıya uğramış olmaları Türkiye’de adaletin
binalardan ibaret olduğu, bu “adalet saray”larının her an bir “Sultan”ın
taarruzuna maruz kalabileceği tezine güç katıyor. Bu dün de böyleydi, maalesef
bugün de böyle…
Adalet Bakanı bu görüntüleri
içine nasıl sindiriyor bilemiyorum. O bilmelidir ki, yaka paça derdest edilen
sadece avukatlar değildir; hakikatte derdest edilen toplumun hak arama
hürriyetidir. Bütün adliyelerden toplayın bizleri; bütün hastanelerden toplayın
hak arayan doktorları; okullardan öğretmenleri… İfade hürriyetinin iktidarla
aynı şeyi söylemek olduğu özgür günler gelsin bir an evvel.
Siyasi siciline “adliye içinden
avukat derdest eden başbakan” unvanını da ekleyen Erdoğan’ın, kendisine yönelik
hakaretleri dava eden avukatları ile konuşurken yüzünün kızarıp kızarmayacağını
doğrusu bilemiyorum. Bildiğim şey, her yerde ruhunu şeytana satanlara rastlarız
ama bir meslek grubu olarak avukatlar sizin kullarınız değildir.