Translate

30 Ocak 2011 Pazar

Batı, Ortadoğu’yu yeniden şekillendiriyor

Gürkan BİÇEN

Norveç Araştırma Konseyi Petropol Programı sonuç raporunu kaleme alan Qystein NORENG “Petrol Politikaları ve Pazarı” ile kitaplaştırdığı 2001 tarihli bu raporu bitirirken, “Bugünkü koşullar nedeniyle halkta oluşan kızgınlığın laik ve özgürlükçü bir harekete kanalize edilmesi ve dini fanatizm ve terörizm sebeplerinin yok edilmesi için tek yol; ekonomik, politik ve sosyal reformlar yapılmasıdır. Petrol arzının güvenceye alınması, terörizm riskinin azaltılması için Arap ve Müslüman dünyasının üyelerine bağımsızlık ve mülkiyet hakları konularında Amerikalılar ve Avrupalılarla eşit biçimde davranılmalıdır” sözlerine yer verir. İran İslam İnkılâbı’nın çökertilememesi, İslam Cumhuriyeti’nin bölgedeki varlığının giderek güçlenmesi Batı’nın, müttefiki olan dikta yönetimlerini ve demokrasi görünümlü oligarşik askeri yapıları amaca elverişlilik açısından sorgulamasına yol açmıştır. Batılı düşünce ve araştırma kuruluşlarının son on yılda hazırladıkları birçok rapor despotik yönetimlerin ardından iktidarı yüklenebilecek grupları konu alır haldedir.

Batı’nın yumuşak güç ile değişime zorladığı ilk ülke Türkiye olmuştur. Burada oluşturulmaya çalışılan model İslam’ın kültürel öğelerine yer açmak ancak politik dilini dışlamak şeklinde tezahür etmiştir. Liberal söylem eski İslamcı kadrolar eliyle hayata geçirilmiş, böylelikle kendi adlarına bir güce sahip olmayan bir grup insan örgütlü yapılar yoluyla toplumsal hayatta önemli değişiklikler yaratma fırsatını yakalamıştır. Bu yönüyle Türkiye modeli Ortadoğulu İslamcılar üzerinde de etki eder hale gelmiştir. Küresel Yükselişler 2025 raporunda yer alan, “Bugünün Türkiye’sinde yükselen İslamizasyonu ve ekonomik büyüme ile modernizasyonun büyük etkisini görebiliriz” tespiti Batı’nın ayrılmaz bir unsuru olan laikliğin Ortadoğu toplumlarında yükselen İslami partiler yoluyla da işletilebileceğine örnek olarak sunulmaktadır. Yine bu raporda, “Cezayir, Libya, Fas, Mısır ve Tunus gibi Kuzey Afrika’nın bir grup önemli ülkesi 2025 yılına giden süreçte demografik – demokratik bağları gerçekleştirme potansiyeline sahiptir ancak bu otoriter rejimlerin fırsatların serbestleşmesini suistimal edip etmeyecekleri belli değildir.” denilmek suretiyle Batı’nın üstünlüğünü yitirmesinin önüne geçmek için 21.yüzyılın ikinci çeyreğinde gerçekleştirilmesi planlanan işlerin temellerine dair programların 21.yüzyılın ilk çeyreğinde bitirilmesi gerekenlerine işaret edilmiştir.

Tunus’un ardından Mısır’da başlayan halk hareketinin de ilk talebi diktatörün gitmesidir. Bu haklı talebin ardında çerçevesi belli bir siyasi program ise şu an için yoktur. Tunus’un ve Mısır’ın İslamcı teşkilatları ülke yönetimine ilişkin kendilerine ait bir teklife henüz sahip değildirler. Tunus Nahda Hareketi’nin sürgündeki lideri Türkiye modelini benimsediklerini açıklarken, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i ise Mısır’ı tek başlarına yönetmeye kalkmayacaklarını beyan etmektedir. Seksen milyon civarındaki nüfusu, iki yüz yılı bulan modernleşme serüveni, Batılı devletler ile karmaşık ilişkileri, İran ve direniş cephesi karşısındaki hasmane tutumu ile Mısır tüm bu sürecin getirdiği birçok bağ ile esir alınmış bir ülkedir. Böyle bir ülkede yönetimi tek başına üstlenmekten kaçınmak makul görülebilirse de, Batı ve siyonistler karşısında kullanılan dilin, takınılan tutumun değiştirilmeyeceğinin işaretlerini veren liberaller ile başlanacak yolun sonunda kimin karlı çıkacağını kestirmek güçtür. Batı otuz yıldan bu yana İran’da liberallerin iktidarı alabilmeleri için gayret sarf etmektedir. Mısır’daki halk hareketinin sonunda İslamcıların iktidarı liberaller ile paylaşması İslamcıların Türkiye örneğinde olduğu gibi iddialarından vazgeçmeleri ve Batı’nın da 21.yüzyıldaki projeleri için yeni dayanak noktaları bulması anlamına gelecektir.
Tunus ve Mısır’daki halk hareketini selamlarken onlara İmam Humeyni’nin Muntezeri’ye yazdığı, onu, İnkılâbı liberallere teslim etmeyi istemekle itham ettiği mektubu hatırlatıyor ve bir despotun zulmüne son verirken İslamcı hareketi rayından çıkaracak bir yola tevessül etmemelerini salık veriyoruz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Kayıkçının Küreği

Gürkan Biçen



İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım, yönetim kurulu üyeleri Hüseyin Oruç, Murat Yılmaz ve Avukat Gülden Sönmez ile birlikte yaptığı basın toplantısında siyonist yapının Mavi Marmara saldırısı hakkında hazırladığı rapor sebebiyle siyonistleri eleştiriyordu. Siyonistlerin kendilerini temize çıkardıkları raporun gören gözlerde, işiten kulaklarda ve hükmeden gönüllerde elbette ki bir karşılığı yoktur. Bu bahse bile değmez bir husustur. Asıl irdelenmesi gereken şey siyonistlerin Mavi Marmara ile ilgili olarak ne yapıp yapmadıkları değil, Mavi Marmara’nın ve Gazze gemisinin sahibi İHH’nın Türkiye’de yürütülmesi gereken hukuki süreç açısından neler yaptığıdır.

Mavi Marmara saldırısının akabinde Türkiyeli siyasiler ve diplomatlar “uluslararası hukuk” söylemine bir can simidi olarak sarıldılar. Kamuoyu bilinçli ve sistemli bir şekilde Türkiye’de işletilmesi gereken hukuki süreç hakkında bilgilendirilmekten mahrum bırakıldı. Siyasilerin bu sürecin neticelerinden korkmasını anlayabilsek de, gemisinde dokuz insanımızın hayatını kaybettiği İHH’nın ve bu kafileye fiilen destek veren başta MAZLUMDER olmak üzere birçok STK’nın Türkiye’de işlemesi gereken hukuki sürece gözlerini kapatmasını, bu süreçle ilgili hiçbir açıklama yapmamalarını, bu sürecin işletilmesini isteyen Mavi Marmara şehitlerinin ve gazilerinin ailelerinin seslerine kulaklarını tıkamalarını anlayamıyoruz.

Mavi Marmara’yı geçmişlerin hikayelerinden bir hikayeye dönüştürme gayretinde olan siyonist cephe siyaset cephesinden yürüttüğü saldırının meyvelerini sessiz kalan sivil toplum kuruluşlarında, görmezden gelen medyada, nanenin ondalığını veren hahamlara emsal dini çevrelerde topluyor. Mavi Marmara ile yola çıkan kafilenin içinde bulunan Hakan Albayrak, Ahmet Varol gibi yazarların Türkiye’deki hukuki süreci gündeme getirmekten imtina etmeleri nasıl açıklanabilir? On binlerce okura hitap eden bu insanlar Mavi Marmara’yı bir hikâyeler kitabına dönüştürmekten utanmazlar mı? Yine her konuda kalem oynatan Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman gibi âlim şahsiyetler siyonistlerden Türkiye’de alınması gereken hakkın sorgusunu yapmazlar mı?

Mavi Marmara, Türkiyeli Müslümanlar için siyonizmle mücadelede bir basamak noktası olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor. Mavi Marmara şehitlerinin isimlerini her yana yayma gayreti, Mavi Marmara’yı siyonistler ile Türkiyeli Müslümanlar arasında uzun yıllara yayılacak ve mücadeleyi her adımıyla yeni bir merhaleye taşıyacak bir unsura dönüştürecek çabaları gölgeliyor, önüne geçiyor ve hatta yok ediyor. Mavi Marmara’yı Türkiye’nin dışındaki kurum ve kuruluşların önüne atmaya yönelik her girişim siyonistlerle Müslümanların ihtilafında bir nevi “barış görüşmeleri”ne kapı aralamak anlamına geliyor. Bunu siyasilerin yapmasını “reel politik” ile açıklayanlara yahut siyasilerin buna “reel politik” gözüyle bakmalarına ses çıkarmamamız İHH’nın da bu kervana katılmış olmasını kabullendiğimiz anlamına gelmiyor.

Gemileri kaçırılan ve kaçırılan bu gemilerden birisinde dokuz misafiri öldürülen (şehit edilen) İHH yönetiminden siyasilerin kullandığı ağzı terk etmesini, Türkiye’de işletilmesi gereken hukuki sürecin aktif bir unsuru olmasını istemek her bir Müslüman’ın ve her Türk vatandaşının hakkıdır. İHH da, bu hakkını kullanırken yalnız kalmamak için “mezardaki ölüleri”, “umreye gidenleri”, “iman sahiplerini” velhasıl her kimi görüyorsa onu yardıma çağırmalıdır.
Tüm bunlardan sonra diyebilirim ki, İHH, siyonistlere “hukukçu yardımı” yapmayı dillendirip komik olmak yerine Türkiye’deki hukuki sürecin sıkı bir takipçisi olmalıdır. İHH görebiliyor mu, bilemiyorum ama biz görüyoruz: Kayıkçının küreği ile Mavi Marmara yüzdürülemiyor!

10 Ocak 2011 Pazartesi

Buldozer

Gürkan BİÇEN



Ortaçağ Judo-Christian efsaneleri arasından birisi bugün dahi birçok fantastik edebiyat eserine, çizgi romana ve bilgisayar oyununa konu olan ilgi çekici bir karakter taşır: Golem… Efsaneye göre, topraktan yapılan insan benzeri bir nesnenin alnına Yahudi hahamları İbrani dilindeki “Hayat” (Emet) kelimesini yazar ve Talmud’tan kutsal sözleri okurdu. Böylelikle hayat bulan bu nesne, sahibine sadık bir köleye dönüşür, onun her istediğini yapardı. Cumartesi yasağı sebebiyle Golem’in çalışmasını önlemek için alnında yazan harflerden birisi, “E” harfi silinir ve ibare İbranice “Ölüm” anlamına gelen “Met” kelimesine dönüşürdü. Avrupa’da Yahudi halkına yönelik saldırıların yükselişe geçtiği bir dönemde Prag Maharal’ı olarak da bilinen meşhur Yahudi haham Judah Loew ben Bezalel’in böyle bir Golem yaptığı, bununla Yahudi halkını saldırılardan koruduğu ve zamanla bu Golem’in önüne geleni yakıp yıkarak çevreye dehşet saldığı anlatılır.

20. yüzyıl, Tevrat’tan kutsal sözler okumaya gerek kalmadan, çelik, hidrolik ve petrolün gücüyle hayat bulan ve bu canlılığı “Yahudi yerleşimciler”in güvenliği adına Filistinlilerin evlerini yerle bir etmek için kullanan yeni bir Golem yarattı: Buldozer… Siyonist işgalin bir yüzü, ellerindeki ağır silahlarla Filistin şehirlerini, kasabalarını, köylerini, mahallelerini dolduran ve keyfe keder insan öldüren (insan tabiri bizim açımızdandır zira siyonistler Filistinlileri insan olarak kabul etmemektedirler. Menahim Begin Filistinlileri, iki ayakları üzerinde yürüyen hayvanlar olarak tarif eder.) siyonist askerler ise, işgalin diğer yüzü bu askerlerin himayesinde evleri, sokakları, mahalleleri ve hatta Cenin’de olduğu gibi kampları yıkıp yerle bir eden “buldozer”dir.

Yaklaşık bir yüz yıl evvel, İngiliz mandasının başladığı dönemde, Filistin’deki Yahudi nüfusu ve bu nüfusun toprağa oranı cüzi bir rakama tekabül ediyordu. Ülkenin hâkim halkı Araplar ve Araplar arasında da Müslümanlar idi. Köyler, kasabalar, şehirler, dağlar, dereler, ırmaklar, göller binlerce yıldır kullanılan isimleri ile biliniyordu. Siyonistler tüm dünyaya, “Topraksız bir halka halksız bir toprak” yalanını söyleseler, Golda Maier ısrarla, “Orada Filistinliler yoktu. Onlar asla var olmadılar” demiş olsa da, Moshe Dayan, 1969’daki bir röportajında; “Yahudi köyleri Arap köylerinin yerinde inşa edildi. Siz bu Arap köylerinin isimlerini bile bilmezsiniz ve ben sizi coğrafya kitaplarının yokluğundan dolayı kınamam. Yalnızca bu kitaplar yok değildir, bu Arap köyleri de yoktur orada. Mahlul’un yerinde Nahlal zuhur eder; Cibta’nın yerinde Kibbutz Gvat; Huneyfis’in yerinde Kibbutz Sarid ve Tal al-Şuman’ın yerinde Kefar Yehushua. Bu ülkede inşa edilen tek bir yer yoktur ki eskiden Arap halkına sahip olmasın.” diyerek, siyonizmin elde ettiği başarıyı göstermek için bile olsa, hakikati itiraf ediyordu. Siyonizm’e Karşı Yahudi Perspektifleri Konferansında bir tebliğ sunan akademisyen Uri Davis, “Kendimi Filistin Yahudi’si olarak tanımlıyorum. Aslında tesadüfen bir Filistin Yahudi’si oldum. 1943’te Kudüs’te Filistin diye adlandırılan bir ülkede doğdum ve doğum belgemin başlığında ‘Filistin Hükümeti’ yazıyordu.” derken Moshe Dayan’ın söylediği hakikate, siyonistlerden evvel orada olan Filistin’e işaret ediyordu.

Hakikat bu olsa da, Filistin’i yok etmek, orada yerleşip hırsla saldıran çeteye yer açmak ve yine Maier’in sözlerini haklı çıkarmak için askerlerin gölgesinde ilerleyen buldozerler durup dinlenmeksizin yıkıyordu. Yıkılan her ev, yok edilen her köy 1917’de Kudüs’ün askeri valisi Sir Ronald Storrs’un bahsettiği “Potansiyel düşman Arap denizinde küçük sadık Yahudi platosu”nu yaratmaya hizmet ettiğinden olsa gerek, yıkımlar ve bu yıkımlara eşlik eden vahşet sahneleri Batı tarafından sessizlikle karşılandı. Hatta sessizliğin de ötesinde, Emperyalist projelerin ürünü siyonist çetenin yıkımı sürdürebilmesini temin edecek teknik destek de sağlandı. Yıkımın simgesi haline gelen ve uluslararası boykot kampanyalarında adı sıkça geçen Caterpilar marka iş makineleri ve buldozerler Batı’nın “Küçük sadık Yahudi platosu”nu kurabilmek için sağladığı desteğin örneklerinden birisidir. Amerikan işgali öncesi Irak’a uygulanan ambargonun boyutlarını hatırlayanlar siyonist çeteye sağlanan bu imkânın ne anlama geldiğini fark edeceklerdir.

Caterpilarların yıkıcı gücü siyonist çete askerlerinin dudak uçuklatan vandallığıyla birleştiğinde insanlık inanılmaz dramlara şahit oldu. Bir buldozerin darbeleri ile yıkılan evinin altında kalan felçli Cemal Feyid bunlardan birisiydi. Siyonist askerlerin kahkahaları arasında can veren Feyid’in evi kız kardeşinin gözleri önünde yıkılmıştı. Geriye bir enkaz, bir şehit ve Feyid’i kurtarmak isteyen kadınlara bağıran askerin insanlık onurunu hiçe sayan sözleri kalmıştı: “Hepiniz orospusunuz”

Michel Warschawski, buldozeri ile Cenin kampını üç gün boyunca durmaksızın yıkıp yok eden bir siyonist askerin, Moşe Nissim’in Yediot Aharonot gazetesine verdiği röportajı nakleder. Bu röportajda siyonist asker salim aklı ve vicdanı ürperten bir neşe içinde şöyle der:

“Zor mu dediniz? Şaka yapıyor olmalısınız. Ben her şeyi silip kazımak istiyordum. Subaylar bana bir evi yıkma emri verdiklerinde başka evlerin de duvarlarını yıkma fırsatı buluyordum. Şu sözümü bir kenara yazın; yeterince ev yıkmış değiliz. Üç gün boyunca buldozer kullandım, ezdim geçtim. Bütün meydanı, içeriden ateş ettikleri her evi enkaza çevirdim. Onları yıkmak için de her seferinde başka evlere hasar vermem gerekti. İşimize başlamadan önce dışarı çıkmaları için askerler o evlerdeki insanları uyarıyorlardı. Ama ben çıkmalarını beklemiyordum. Mümkün olduğunca çabuk çöksünler diye eve gerçekten çok sert darbelerle vuruyordum. Belki başkaları benim kadar vahşi değildi, en azından öyle söylüyorlardı ama söyledikleri her şeye inanmayın siz. Duvarlarını indirmeye başladığımızda evlerin içinde bir sürü insan vardı. Evlerin içlerinde yaşayanların üstüne yıkıldığını görmedim gerçi ama görseydim de aldırmazdım. O evlerde bazı insanların öldüğüne eminim, ama çoğunlukla geceleri çalıştığımız için o toz toprak içinde onları ayırt etmek zaten zordu. Evlerin çöktüğünü görmekten keyif alıyordum. Şahsen benim canımı sıkan bir şey varsa, o da bütün kampı yerle bir etmiş olmamamızdır. Yaptıklarımız beni tatmin etti, gerçekten keyif aldım. Harika günlerdi. Askerler beni görmeye gelip tebrik ediyorlardı. D-9’dan (buldozer) hiç inmedim ve yorulmadım da, Scotch içip duruyordum. Cenin bana dertlerimi unutturdu.”

Filistin’i öncelikle Müslüman ve Hıristiyan Arap mirasından ve sonra tüm geçmişinden arındırarak “Yahudi Devleti”nin geçmişteki ve gelecekteki toprakları haline çevirmek için siyonistler, yıkımlara eşlik eden “yerleşimler” ile demografik yapıyı da değiştirmektedirler. 1948’de nüfusun yaklaşık %70’ini oluşturan Araplara bırakılan %44 oranındaki verimsiz alan “Arap Bölgesi” olarak ilan edilmişse de, 1967 Savaşının ardından bu topraklara da 500 bin siyonist yerleştirilmiştir. Siyonist yapı işgal, katliam, yıkım ve yerleşim denkleminde yürüttüğü yayılmacı politikada büyük oranda başarılı olmuştur. Bu politikanın en basit neticesi, şartlar değişmediği müddetçe, bağımsız, egemen ve toprak bütünlüğü olan bir Filistin Devletinin kurulmasının imkânsız hale gelmesidir. Bu durumun sürdürülebilir halde olması siyonist yapının şu anki politikalarının amacı dâhilindedir.

Siyonist yapının Dünya’nın sessiz kalışı ile sürdürdüğü katliam ve yıkımlar listesine bakıldığında,
- 254 Filistinlinin şehit edildiği ve köyün tamamen yıkıldığı Deir Yasin Katliamı,
- 50 Filistinlinin şehit edildiği ve köyün yıkıldığı Nasruddin Katliamı,
- 150 Filistinlinin şehit edildiği Hayfa Katliamı,
- 70 Filistinlinin şehit edildiği ve köyün yerle bir edildiği Ebu Şuşa Köyü Katliamı,
- 426 Filistinlinin şehit edildiği Lida Katliamı (350 kişi de Lida’yı terk ederken yolda ölmüştür)
- 70 Filistinlinin şehit edildiği Safsaf Köyü Katliamı,
- 580 Filistinlinin şehit edildiği Davayima Köyü Katliamı,
- 67 Filistinlinin şehit edildiği ve iki köyün yakıldığı Kibya Katliamı,
- 70 Filistinlinin şehit edildiği Kalkilya Katliamı,
- 49 Filistinlinin şehit edildiği Kufr Kasem Katliamı,
- 18 Filistinlinin şehit edildiği ve köyün yerle bir edildiği Samu Katliamı,
- 575 Filistinlinin şehit edildiği Han Yunus Katliamı,
- 300 Filistinlinin şehit edildiği Kudüs Katliamı,
- 86 Filistinlinin şehit edildiği Ürdün Sınır Köyleri Katliamı,
- 2000 Filistinlinin şehit edildiği Sabra ve Şatilla Kampları Katliamı,
- 30 Filistinlinin şehit edildiği Kudüs 1990 Katliamı,
- 50 Filistinlinin şehit edildiği Hz.İbrahim Camii Katliamı,
- 76 Filistinlinin şehit edildiği Kudüs 1996 Katliamı,
- 1.300 Filistinlinin şehit edildiği Koruyucu Kalkan Operasyonu ve Cenin Katliamı,
- 14 Filistinlinin şehit edildiği Nuseyrat Katliamı,
- 53 Filistinlinin şehit edildiği Rafah Katliamı,
- 133 Filistinlinin şehit edildiği “Tövbe Günleri” Operasyonu Katliamı,
- 400 Filistinlinin şehit edildiği “Yaz Yağmurları” ve “Güz Bulutları” Operasyonları Katliamları,
- 117 Filistinlinin şehit edildiği “Sıcak Kış” Operasyonu Katliamı,
- 1.334 Filistinlinin şehit edildiği “Dökme Kurşun” Operasyonu katliamı

ana başlıklar olarak görülebilir. Bu katliamlar sırasında yaralananların sayısı ise on binleri aşmaktadır.

Tüm bu katliamlar beraberinde yıkım ve mülteciler gerçeğini getirmiştir. 1948 yılı içinde gerçekleştirilen onlarca katliam ve yıkım neticesi binlerce Filistinli yerlerinden edilmiştir ve bunlar halen 1948 mültecileri olarak anılmaktadır. Bugün dünyanın en büyük mülteci sayısına sahip halkı Filistinlilerdir. Siyonistlerin sistemli katliamları ve yıkımları sebebiyle ekseriyeti Filistin çevresindeki ülkelerde kurulan kamplarda ve bir kısmı ise Avrupa ülkeleri ile Amerika’da olmak üzere, 5 milyon civarında Filistinli mülteci konumundadır. Mültecilerin geri dönüşünün sağlanması siyonist yapının “Yahudi Devleti” kurgusunu ilânihaye sonlandıracak ve siyonistlerin yüz yılı aşan çabalarını boşa çıkaracak bir unsur olacağından bu şart siyonistler ve bu maşanın sahipleri olan Batı İttifakı tarafından asla ve kata kabul edilmeyecektir. Filistinliler ise ana vatandaki kendi topraklarına dönüşü vazgeçilmeyecekler arasında saymaktadırlar. Salt bu durum dahi bize, bu topraklarda birilerinin “fazlalık” olduğunu göstermektedir. Ne var ki, “fazlalık” oluşturan unsurun kim olduğu gecenin sonunda açığa çıkacaktır.

Filistinliler Musa’nın (as) çölde yetişen evlatlarıdır. Siyonistler buldozerlerden yaptıkları Golemleri onların üzerine sürse de, “köleliğe hayır” diyen bu halk elbet galip gelecek ve peygamberlerin öğretisinden yüz çevirenleri Golemlerin de kurtaramayacağını ispatlayacaktır.