Translate

6 Ocak 2013 Pazar

İslami Uyanış Konferansı Notları


Gürkan BİÇEN

İslam İnkılâbı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamaney’in dış politika danışmanı Dr. Ali Ekber Velayeti’nin ev sahipliğinde 8–11 Aralık 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen, Müslüman akademisyenlere istişare imkânı sağlamayı amaçlayan Müslüman Üniversite Profesörleri ve İslami Uyanış Konferansı’na iştirak etmek üzere Tahran’daydım. Konferansın ilk günü Tahran Üniversitesi’nde yapılan toplantı, tabii bilimler koleksiyonunu ve ardından İran Atom Enerjisi Kurumuna bağlı Tahran Üniversitesi Nükleer Araştırma Reaktörü’nü ziyaret ile geçerken, ikinci günde misafirler Isfahan ve Meşhed şehirlerine götürüldüler. Açılış, oturumlar, sunumlar ve komisyon çalışmaları ve kapanış merasimiyle sonuç bildirgesi ise 10 – 11 Aralık tarihlerinde gerçekleştirildi. 70 ülkeden 700 civarında akademisyenin/ misafirin katıldığı bu konferansa ilişkin izlenimleri bu yazı ile dikkatlerinize sunmak istedim.

Niçin “İslami Uyanış” tanımlamasına ihtiyaç duyuluyor?

Bilindiği üzere Orta Doğu’daki halk hareketleri Tunuslu Muhammed Buazizi’nin Tunus’taki despot yönetimi protesto etmek için kendini ateşe vermesinin ardından Aralık 2010 tarihinde başlamıştı. 2008 – 2009’da gerçekleşen, Hamas’ın “Furkan Savaşı”, Siyonistlerin ise “Dökme Kurşun Operasyonu” olarak isimlendirdiği Gazze’ye yönelik 22 gün süren saldırılar sırasında Arap yönetimlerinin sergilediği korkakça ve yer yer işbirlikçi tavır Arap halklarının bu yönetimler karşısındaki hissiyatını derinden yaralamış ve tüm bunlar hayat şartlarındaki zorlukların giderek artmasıyla birleşerek belli belirsiz bir beklentiye dönüşmüştü.  Öyle ki, Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatının milletvekillerinden Subhi Salih 2010 yılı Ekim ayı başlarında bir sempozyumda yaptığı konuşmada, “1979’da İran’da gerçekleştirilen ve zamanında Ortadoğu’daki en güçlü rejim olan Şahlığı deviren tarzda bir inkılab” çağrısında bulunmuştu. Subhi Salih’e cevap veren Wefd Partisi Yürütme Komitesi üyesi Ali el Selmi “Mısır’ı sevenler devrim değil reform çağrısında bulunmalılar. Devrimler rejimlere değil halklara zarar verir”, derken, Meclisteki reform yanlısı Değişim için Ulusal Birlik Partisi üyesi George İshak ise Müslüman Kardeşler milletvekilinin cümleleri karşısında çok şaşırdığını “Önce sivil bir devlet istediklerini söylediler. Şimdi de İslam devrimi çağrısında bulunuyorlar? Tam olarak ne istiyorlar acaba?”, demişti.

Halk hareketlerinin başlamasıyla birlikte Batı medyası kameralar önünde yaşananları “Arap Baharı” olarak isimlendirdi. Batı medyasına göre halklar her türlü etkiden uzak bir şekilde, hiçbir yönlendirmeye tabi olmaksızın hareket ediyorlardı ve despot yönetimleri uzaklaştırarak demokratik yönetimleri tesis edeceklerdi. Bu halk hareketlerinin Batı’nın müdahalesine yahut yönlendirmesine tabi olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusu olsa da, Norveç Araştırma Konseyi Petropol Programı sonuç raporunu kaleme alan Qystein NORENG “Petrol Politikaları ve Pazarı” ismiyle kitaplaştırdığı 2001 tarihli bu raporu bitirirken, “Bugünkü koşullar nedeniyle halkta oluşan kızgınlığın laik ve özgürlükçü bir harekete kanalize edilmesi ve dini fanatizm ve terörizm sebeplerinin yok edilmesi için tek yol; ekonomik, politik ve sosyal reformlar yapılmasıdır. Petrol arzının güvenceye alınması, terörizm riskinin azaltılması için Arap ve Müslüman dünyasının üyelerine bağımsızlık ve mülkiyet hakları konularında Amerikalılar ve Avrupalılarla eşit biçimde davranılmalıdır”, demekteydi. Küresel Yükselişler 2025 raporunda ise, “Bugünün Türkiye’sinde yükselen İslamizasyonu ve ekonomik büyüme ile modernizasyonun büyük etkisini görebiliriz”, ifadelerine yer verilmekte,  Türkiye Batı’nın ayrılmaz bir unsuru olan laikliğin Ortadoğu toplumlarında yükselen İslami partiler yoluyla da işletilebileceğine örnek olarak sunulmaktaydı. Yine bu raporda, “Cezayir, Libya, Fas, Mısır ve Tunus gibi Kuzey Afrika’nın bir grup önemli ülkesi 2025 yılına giden süreçte demografik – demokratik bağları gerçekleştirme potansiyeline sahiptir ancak bu otoriter rejimlerin fırsatların serbestleşmesini suiistimal edip etmeyecekleri belli değildir.”, denilmek suretiyle bu bölgedeki otoriter rejimlerin yöneticilerle yol ayrımına yaklaşıldığının işareti verilmekteydi.

İran ise mezkûr halk hareketlerini halkların kendi kaderlerini İslami değerler doğrultusunda ele alma arzusuna bağlamayı tercih ediyor ve bu durumu “İslami Uyanış” olarak isimlendiriyordu. İran, despot yönetimlere karşı seslerini yükselten insanların hürriyet, adalet, onur, temiz bir toplum, dürüst yönetim gibi öne çıkan ve tüm idealist hareketlerin müştereken kullandığı sloganlarının yanında İslami mesajlar içeren sloganlara ve beyanatlara da sahip olmalarını bu tezine delil olarak getiriyordu. İran’a göre halk hareketlerinin kaynağı mescitler/ camiler idi, halk İslam’ın özgürlükçü ruhu ile harekete geçmişti ve İran İslam İnkılabı’nın muzaffer örnekliği onların şevkini arttırmaktaydı. Müslüman Kardeşler’in milletvekili Subhi Salih’in tüm bu ayaklanmalar başlamadan evvel yaptığı konuşmadaki sözleri, onun İran’daki gibi bir devrim istemesi İran’ın bu bakış açısına haklılık payı kazandırmaktadır.

Halk hareketlerinin İslami taleplere dayanıp dayanmamasından ayrı olarak, bir devlet olarak İran mevcut hareketleri İslami alana yönlendirmekle mükelleftir ve bu sebebe binaen “İslami Uyanış” tabirini kullanmaktadır. Zira bir İslam devletinin Müslüman halkların bütüncül ve temelde barışçıl hareketine tepkisiz kalması, onlara bir yol haritası çizmekten imtina etmesi beklenemez.  Kanaatimce İran da şu an bunu yapmakta, halk hareketlerinin İslami unsurları üzerinden Müslümanların haklarını ve menfaatlerini koruyabilecek antiemperyalist bir cepheyi var etmeye çalışmaktadır.

Birinci gün – Tahran Üniversitesi’ndeki toplantı

Konferansa iştirak etmek için gelen misafirlerin bir kısmıyla Tahran’ın kuzeyindeki İstiklal Otel’den 8 Aralık Cumartesi sabahı ayrıldık ve Tahran Üniversitesi’nde düzenlenen toplantıya geçtik. Toplantıda katılımcıları selamlayan Tahran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ferhad Rehber İran’daki bilimsel çalışmalara, İran’ın İslam Dünyası’ndaki üniversiteler ve akademisyenlerle işbirliğini geliştirme arzusuna dair bir konuşma yaptıktan sonra tüm katılımcılarla ilişkilerini devam ettirmek istediklerini, kendisiyle temas kurmak isteyenlere muhakkak cevap verileceğini belirterek kişisel kartvizitini takdim etti.

Bu toplantının akabinde katılımcılar ziyaret etmek istedikleri bölümlere göre üç gruba ayrıldılar. Ben Tabii Bilimler Koleksiyonunun bulunduğu bölümü ziyaret edecek gruba katıldım ve bu vesileyle daha evvel görmediğim çeşitlilikte bir koleksiyonu görme imkânı buldum. Tahran Üniversitesi yüzlerce canlının dondurulup muhafaza edilmiş hallerinden oluşan heyecan verici bir koleksiyon oluşturmuştu. Kuşlar, balıklar, böcekler, kelebekler, sürüngenler ve diğerleri… Oluşturulması ve muhafazası hayli zahmetli bir koleksiyona sahip olmaları takdire şayandı.

Bölümlerin ziyaretinin ardından üniversitenin konferans salonlarından birisinde Rektör Yardımcısı Dr. Muhammed Musavi tarafından yapılan sunuma iştirak ettik. Musavi bazı grafiklerle İran’daki bilimsel çalışmaların 1979 ile 2009 arasındaki durumuna dair istatistiki bilgiler verdi. Konuşmasının bir bölümünü İran ile Türkiye arasındaki bilimsel çalışmaları kıyasa ayıran Musavi Batı Dünyası’nın bütün desteğine rağmen Türkiye’nin 30 yıldır ambargolarla mücadele eden İran’ın ancak yarısı kadar bilimsel faaliyet gerçekleştirebildiğini söyledi. Perdeye yansıyan grafikte (ben bu çalışmayı kendisinden alıp inceledim) dikkati çeken şey İran’ın sekiz yıllık tahmili savaş döneminde gerçekleştirdiği bilimsel faaliyet sayısının aynı dönemde 12 Eylül İhtilali’ni yaşayan Türkiye’nin bilimsel faaliyetinden daha yüksek oluşuydu. Öyle ki, 1980 ile 1990 arasında İran Türkiye’yi beşe katlamış haldeydi. Türkiye ancak 2006 yılında bu oranı bir katına indirmeyi başarmıştı. Bu tabloya göre en son tam yıl istatistiği 2008 yılına aitti ve İran’ın 24.732 yayınına karşılık Türkiye’nin 15.608 yayını yer alıyordu. 2009 yılının ilk aylarının gösterildiği alanda ise İran’ın bilimsel faaliyet sayısı 6.932, Türkiye’nin ise 2.737 olarak gösterilmişti. Türkiye’deki bilimsel faaliyet sayısının arttığı yıllar ise Ak Parti hükümetinin idaresindeki son on yıl olarak görülüyordu. 2002’de 2.841 yayın varken 2008’de bu sayı 15.608’e çıkarılmıştı. İranlılar üniversitelerin başarı derecelerini ölçümleyen kuruluşların İran’ın bölgede en başarılı üniversite yapısına sahip olduğunu ilan ettiklerini söylüyorlardı.

İran’ın bilimsel faaliyetleri ve Türkiye ile kıyası konu alan bu sunumun ardından üniversitenin ikramı olan öğle yemeğine geçildi. Yeri gelmişken İranlıların porsiyon anlayışının bizimkiyle bir alakasının olmadığını belirtmeliyim. Türkiye’de iki kişinin yiyebileceği büyüklükteki porsiyonlar geliyordu ve bu ölçüye yabancı olanların birçoğu bu yemekleri bitiremiyordu. Bu yemek esnasında, İranlıların gıda üretim sıkıntısı sebebiyle ithalat bağımlılığı probleminden ziyade porsiyon büyüklüğünden dolayı fazla tüketim ve israf içinde olabileceklerini düşündüm.

Bu toplantıların ve yemeğin ardından dünyanın gözünün üzerinde olan mekâna geçtik.

Tahran Nükleer Araştırma Reaktörü

Öğleden sonra katılımcılardan bir grup Tahran Üniversitesi bünyesinde bulunan Nükleer Araştırma Reaktörünün bulunduğu binaya götürüldü. Burası uranyum zenginleştirme faaliyetinin bir kısmının yürütüldüğü mekân olarak biliniyor ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun denetimde bulunuyor.

Nükleer faaliyetlerin buradaki kısmı hakkında bilgi veren mühendislerin eşliğinde önce reaktörün dışındaki bölüme geçiyoruz. Mühendis, bir duvarı göstererek, bunun kalınlığının altmış santimetre olduğunu ve ardında havuz bulunduğunu söylüyor. Bu duvarın yüksekliği altı – yedi metreyi buluyor. Mühendise bu sistemin Avrupa’dakilerle aynı olup olmadığını soruyorum. Birkaç Avrupa ülkesinde olduğunu söylüyor. Yine sistemin güvenli olduğunu, Atom Enerjisi Kurumu’nun mutad denetimine tabi olduğunu, en küçük bir risk ihtimalinde kapatılabileceğini ekliyor. Bu kısma girerken, önce bir ara bölmeye alındığımızdan bunun gerekçesini de açıklıyor. Demesine göre, reaktörün bulunduğu saha ile dışarısı arasında iki atmosfer basıncı fark bulunuyormuş. Reaktörün bulunduğu alandaki basınç daha düşükmüş ve buraya girmeden evvel dışarıdan gelecek akımı kesmek için bizi öncelikle ara bölmeye almışlar. Ardından da bu kısma.

Yan taraftaki merdivenlerden yukarı, havuzun bulunduğu mekâna çıkıyoruz. Yani az evvel dışında bulunduğumuz altı – yedi metre yükseklikteki duvarın üst kısmına. Burada yaklaşık yedi –sekiz metre uzunluğunda 3 - 4 metre genişliğinde bir havuz bulunuyor. Bunun derinliği tahmin edeceğiniz üzere 6 – 7 metre kadar. Havuzun baş tarafında havuzun içine daldırılmış bir kısım çubuklar, kablolar görünüyor. İçine bakıyorum. Yaklaşık üç metrelik kısmı diğer kısmından daha derin iki ayrı havuza benziyor. Mühendis nükleer reaktörün burası olduğunu söylüyor. Havuzdaki su durgun gibi görünse de, içinde akım olduğunu anlatıyor. Su reaktördeki ısınmayı soğutma amaçlı kullanılıyormuş.
Dünyayı meşgul eden bu küçücük alandan ayrılmadan evvel ziyaretçilerden bir kısmı mühendis ile fotoğraf çekilmek istiyorlar ancak mühendis kabul etmiyor. Nasıl etsin ki, şu ana kadar en az beş nükleer bilimcinin şehit edildiği İran’da bu hayli riskli bir harekettir. Buradan ayrılırken bize İran’ın nükleer çalışmalarını izah eden dokümanlar ve hatıra kabilinden hediyeler veriyorlar.

Otele dönüyoruz ve mihmandarlarımız yarın İsfahan ve Meşhed gezisi olduğunu, hangisine gitmek istediğimi soruyorlar. Eylül ayında her ikisini de ziyaret ettiğim için otelde kalmak istediğimi söylüyorum.

Muhabirlerle sohbet

Otel lobisinde misafirlerle ilgilenenler olduğu gibi onların fikirlerini öğrenmek isteyen muhabirler de bulunuyordu. Bu muhabirlerden birisi Orta Doğu’daki gelişmeler hakkında ne düşündüğümü soruyor. Kendisine bunlara yalnızca İran’ın “İslami Uyanış” adını verdiğini, Orta Doğu’dakilerin bile bunu böyle adlandırmadıklarını, bir devlet olarak İran’ın Müslüman Orta Doğu halklarını böyle bir yöne sevk etme çabasının makul olduğunu, zira bu hareketlerin halen de yönlendirilebilir vaziyette bulunduklarını söylüyorum.

Muhabir İran ile Batı, hassaten Amerika arasındaki ihtilafın sebebi hakkındaki fikrimi soruyor. Kendisine İran ile Batı arasındaki ihtilafın nükleer mesele ile alakası olmadığını, problemin kaynağının ideolojik olduğunu, İran’ın nükleer silah elde etmesi halinde bile Batı’nın kendisine gerçek bir tehdit oluşturamayacağını zira Batı’nın tüm bu silahlara fazlasıyla sahip olduğunu ancak Orta Doğu’da Batı menfaatlerine boyun eğmeyen bir ülke olarak İran’ın kötü örnek teşkil ettiğini ve mevcut siyasi sistemin Batı’nın İran karşıtı söylemlerini temelsiz bıraktığını, bu sebeple Batı’nın durmasızın kara propaganda yolunu kullandığını, “Velayet-i Fakih” teorisinin Batılı demokrasilerin hakikati ve adaleti sayılara bağlayan ve bu sayıları da manipüle edilebilir kılan yaklaşımına karşı koyduğunu ve bunun da Batılı sistemleri tartışılır hale getirdiğini söylüyorum.

Suriye meselesinde ne düşündüğümü öğrenmek istiyor. Cevaben; Suriye’deki Baas rejiminin değişmesi gerektiğini ancak bunun silahlı mücadele yoluyla olmayacağını, bu ülkeye akın eden Harici/Selefi/Vahabi unsurların derin bir yanılgı içinde olduklarını, bunların cihad etmediklerini ve eylemlerinin İslam ile alakası olmadığını zira Suriye’nin hiçbir şekilde yabancı işgalinde olan bir ülke olmadığını, bu anlamıyla Suriye ile Afganistan ve Irak’ı kıyaslamanın batıl olduğunu, bu iki ülkenin Batılı güçlerin açık bir işgaline uğradıklarını ve oralara savaşmak için gidenlerin ellerinde böyle bir delil bulunduğunu ancak Suriye’deki meselenin tamamen bu ülkenin kendi halkının halledebileceği bir mesele olduğunu, Suriye’deki rejimi silah zoruyla devirmek için gelen yabancı destekli unsurların fiillerinin cihad değil katliam sayılması gerektiğini, bunların varlığı sebebiyle Baas rejiminden memnun olmayanların bile sivil gösterilerden çekildiğini, Suriye’de en büyük günahın Türk hükümetine ait olduğunu, temsil kabiliyeti olmayan küçük grupları muhatap alan Türk hükümetinin bunları bir araya getirip Suriye’deki rejimi yıkabileceğini umduğunu, olayların başında Türk yetkilileri uyaran İranlı yetkililerin kaale alınmadığını, bunun sebebinin Türk yetkililerin İmam Hamaney’den ziyade Barack Obama’ya iman etmiş olmaları olduğunu, bu haliyle Türkiye’nin Suriye’deki kanın mesullerinden birisi ve hatta en önemlisi olduğunu, Türkiye’nin insan hakları söyleminin inandırıcılıktan uzak, hakikati örtmeye yarayan bir araç olduğunu, şayet Türkiye insan haklarına önem veren bir ülke olsaydı Afganistan, Pakistan, Yemen ve Afrika’da her gün onlarca insanı öldüren Amerika ile birlikte hareket etmeyeceğini ama Türk hükümetinin Amerikan katliamlarına ortaklığı “Büyük devlet olmanın gereği” olarak izah ettiğini söyledim.

Direniş hareketlerinin Suriye meselesindeki tutumu hakkında sorulan soruya ise, Hizbullah Genel Sekteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın muteber bir insan olduğu, şu ana kadar bırakın Müslümanları, düşmanlarını bile yanıltmadığı, kendisinin 2000 yılından bu yana birçok kez Suriyeli yetkililere, Suriye halkına ve Esad’a Siyonistlerle mücadelede gösterdikleri sebat ve destek için teşekkür ettiği, İslami direnişin duruşunun yerinde olduğu, Türkiye’deki sözde İslamcılar gibi kaypak olmadığı, direnişin de Suriye’de daha özgür bir toplum istemekle beraber bunun yolunun silah olmadığına inandığı şeklinde cevap verdim.

Bir başka muhabir ise Gazze’de yaşanan 8 gün Savaşı hakkında fikrimi öğrenmek istedi. Kendisine 2006 Hizbullah – İsrail Savaşı sonrası Nasrallah’ın ortaya koyduğu Beyrut’a karşı Tel-Aviv denkleminin Gazze’ye karşı Tel Aviv olarak gerçekleştiğini, füzelerin tahrip gücünden çok Siyonistlerin güvenli kentler iddiasını yok etmekle işlevlerini yerine getirdiğini, Fecr-5 füzelerini sağlayan İran’ın bu savaşın da kaderini belirlediğini, böylelikle 2000 yılından bu yana Siyonistlerin başlattığı her savaşın Müslümanların zaferiyle neticelendiğini ancak burada dikkat etmemiz gerekenin İhvan idaresindeki Mısır’ın bir taraf değil arabulucu olarak konumlandığı gerçeği olduğunu, Mısır’ın Siyonistlere verdiği doğalgazı kesebilecekken bunu yapmadığını, yine diğer Arap ülkelerinin seslerini yükseltmelerine rağmen Siyonistlere petrol vermeye devam ettiklerini, Türkiye’nin sesinin ise ancak bir retorik olduğunu, tüm bu ülkelerin Filistin’de taraf olmaktan uzak durduklarını ancak İran’ın açık bir taraf olarak bu çatışmada yer aldığını söyledim.

Ben de muhabirlere ve tercümanlara konferansa katılanlarla yaptıkları görüşmeler neticesinde edindikleri izlenimi sordum. Bir muhabire göre katılımcıların birçoğu Orta Doğu’daki halk hareketlerini önemsemekle birlikte bunları tam anlamıyla İslami olarak nitelemenin mümkün olmadığını söylemişlerdi. 

9 Aralık günü katılımcıların bir kısmı Meşhed’e bir kısmı da İsfahan’a gittiler. Ben Tahran’da kaldım.

Konferansın açılış merasimi

10 Aralık sabahı otobüs ve minibüslerle İstiklal Otel’in yakınındaki İran İslam Cumhuriyeti Radyo Televizyonu’na ait (IRIB) konferans salonuna geçtik. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın konferansa iştirak edecek olması sebebiyle güvenlik önlemleri üst düzeydeydi. Salonun dışındaki emanet mahalline telefon ve el çantalarımızı teslim ettik. Duyarlı kapıdan geçirilip salona alındık.

Dr. Ali Ekber Veleyati’nin başkanlığında oturum açıldı. İran milli marşı ve Kuran tilavetinin ardından Velayeti misafirleri selamladı. Velayeti Yatla Konferansı ile şekillendirilen sistemin sonuna gelindiğini ve yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyulduğunu ifade etti. Suriye meselesine de değinen Velayeti silahlı muhalefet ve El Kaide unsurları eliyle ülkenin bütün alt yapısının ve insan kaynaklarının çökertilmeye çalışıldığına dikkat çekti. Velayeti İran İslam İnkılâbı’nın 34 yıldan bu yana tüm meydan okumalara cevap vererek sağ ve sol ideolojilerden farklı bir yerde olduğunu ispatladığını ve bu suretle halklar üzerinde müspet bir etki yarattığını sözlerine ekledi.

Velayeti’nin ardından kürsüye gelen Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi’nin gündeme ilişkin konuşmasında Suriye’den de bahsedildi ve silahlı çözüm arayışının yanlışlığına vurgu yapıldı. Yine bu konuşmada muhaliflerin İsrail ve Amerika’ya karşı tutumlarının açık olmadığı da dile getirildi.

Bir diğer konuşmacı olan Cumhurbaşkanı Dr. Mahmud Ahmedinejad kelimenin tam anlamıyla salonu bir üniversite amfisine çevirdi. Ahmedinejad misafirlere Mısır’dan, Suriye’den, Siyonistlerden bahsetmedi. O, İslam’ın temelini ve insanın konumunu anlatan konuşmasında üç şeye atıfta bulundu: Özgürlük, adalet ve sevgi.

Bu üçünü cem etmeyen bir düşüncenin, hissiyatın İslami olmasını beklemenin boş olduğunu anlatarak, özgür olmanın ancak Allah’a kul olmakla gerçekleşebileceğini ve adil olabilmenin ön şartının özgür olmak olduğunu, adaletin ancak özgür insanlardan sadır olabileceğini söyledi.

Açılış konuşmalarının ardından belirlenen sıraya göre söz alan katılımcılar Batı’nın Arap Baharı, İran’ın ise “İslami Uyanış” olarak isimlendirdiği Orta Doğu’daki halk hareketlerine ilişkin kanaatlerini paylaştılar. Bu hareketleri İslami olarak tanımlayanlar olduğu gibi bunların İslami olmaktan ziyade Batılı anlamda demokrasi yanlısı hareketler olduğunu dile getirenler de oldu.

Konferansta konuşmalar sıklıkla İngilizce ve Arapça yapıldı. İranlılar Farsçayı tercih ettiler. Aynı anda yapılan tercüme ile konuşmalar (konuşulan dile göre) Farsça, Arapça, İngilizce, Türkçe dillerine çevriliyordu.

Toplantının bu ilk bölümü genel katılım ve tek oturum şeklinde gerçekleşti. Öğleden sonra beş komisyonun oluşturulacağı ve bu komisyonlarda çalışılacağı açıklandı. Bu beş komisyon şunlardı:  “İslami Uyanış: Tehditler ve Fırsatlar”, “İslami Uyanış: Gelişme, Adalet ve Ekonomik Yönetim”, “İslami Uyanış ve Çağdaş Dünyada Güç Dengesindeki Değişim”, “İslami Uyanış ve Dini Demokrasi” ve “İslami Uyanış ve Üniversite Profesörlerinin Teori ve Misyonları”  Ben “İslami Uyanış ve Çağdaş Dünyada Güç Dengesindeki Değişim” isimli komisyona kaydedilmiştim. Komisyonlara kayıtta bize bir tercih hakkı verilmediğinden, bu iş rast gele yapıldığından bu çalışmalardan istenilen faydanın sağlanmış olduğundan şüpheliyim. Bana sorulmuş olsaydı ben meseleye ilişkin bir kısım çalışmalarım olması hasebiyle “İslami Uyanış ve Dini Demokrasi” komisyonunda yer almak istediğimi söylerdim.

Toplantının öğleden sonra gerçekleşen kısmında güvenlik tedbirleri kaldırıldığından fotoğraf makineleri ve cep telefonlarının salona sokulmasına müsaade edildi. Böylelikle anı kabilinden birkaç fotoğraf çekme fırsatı buldum.

Komisyon çalışması

Bu komisyonda 50’nin üzerinde katılımcı vardı. Hindistan’dan gelen bir bayan akademisyenin başkanlığında yürütülen çalışmada katılımcılar Orta Doğu’da yaşanan son olayların bölgedeki güç dengesini değiştirip değiştirmediği, değiştirdi ise bunun ne suretle gerçekleştiği ve kimin lehine olduğu konusunu tartışacaklardı. Katılımcı sayısının çokluğu konuşma süresini kısa tutma zorunluluğunu doğurmuştu ancak Arap misafirleri susturmak mümkün değildi. Araplar birbirini tekrar eden, konunun sınırlarını aşan basmakalıp konuşmalar yaptılar. Süreyi hayli aşan kimi konuşmacılar “sabrımız için teşekkür” de ettiler.

Afrika’dan katılan siyahi Müslümanlar Libya meselesinin büyük belirsizlikler içerdiğini, kaosun varlığını dile getirdiler.

Katılımcıların ekseriyeti güç dengesinin Müslümanlar lehine değiştiğini söylüyordu. Bu komisyonda ben de bir konuşma yaptım. Konuşmam yaklaşık olarak şöyleydi:

Bismillahirrahmanirrahim

Gemisinin yelkenleri dini söylemlerle doldurulmuş ancak rotası emperyalist limanlara çevrilmiş bir ülkeden, Türkiye’den geliyorum.

Muhammed İkbal 600 milyonluk Hindistan’ı 60 bin İngiliz askerinin nasıl kontrol ettiği sorusunu, güç izafi bir şeydir ve bir kısmı vehimden kaynaklanır, şeklinde cevaplar. İki yıl öncesine kadar Orta Doğu’daki görünüm de böyleydi. Müslüman ülkelerdeki azınlık askeri ve siyasi bürokrasi çoğunluğu idare edebiliyordu. Batı’nın Orta Doğu’daki sopası Siyonist rejim ise tüm bu çoğunluğun (Müslüman halkların) içindeki azınlıktı ve onlara galip gelebiliyordu.

İslam İnkılâbı’nın örgütlediği, itikadi, fikri ve maddi açıdan şekillendirip mücehhez hale getirdiği İslami Direniş 2000 ve 2006 zaferleriyle Orta Doğu’daki güç algısına yeni bir yön vermeyi başardı. Hassaten 2006 zaferinden sonra Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın, “Düşmanı ülkeden çıkaran direniş bilinen bir şeydir. Temmuz Savaşı ile biz yeni bir durum yarattık; düşmanın ülkeyi işgalini engelleyen direniş.”, şeklindeki sözleri tüm maddi unsurlarının yanında “güç” kavramının algıya yönelik yüzünü de ortaya koyması bakımından dikkat çekiciydi. Gazze’de tekrarlanan bu başarı Orta Doğu’daki güç dengesinin maddi imkânlarla kıyaslanmasa bile, algısal olarak, değişmeye başladığını ortaya koyuyordu. İslami Uyanış bu sürecin de izini taşımaktadır.

Bugün Batı dünyası bölgeyi elde tutmak için çok daha yoğun bir çaba göstermek zorundadır. Tunus ve Mısır’da diktatörlerin yıkılması eski sistemin tüm unsurlarının uzaklaştırılmasını henüz sağlamamış olsa da, halkların kendilerine olan inancını etkilediği bir gerçektir ve Batı açısından bu güvenin Arap emirliklerine sıçraması başlıca korkuyu teşkil etmektedir.

Bu bir geçiş sürecidir ve bunun en zorlu ve karmaşık biçimde yaşandığı yer Suriye’dir. Batı Dünyası Suriye’de halkın talepleriyle değil, Orta Doğu’daki güç dengesiyle ilgilenmektedir.  Suriye’nin ayakta kalması Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi Amerikan şirketlerinin çöküşünün de başlangıcı olacaktır.

Mesele çok açıktır. Halkları manipüle etmek için söylenen tüm yaldızlı sözleri aşıp Direniş ile birlikte kalacak mıyız, kalmayacak mıyız, buna karar vermek zorunda olduğumuz bir andayız. Kiminle, hangi bayrak altında olacağız, soru budur.

Hepinize teşekkür ediyorum.

Komisyon çalışmalarının ardından konferansın birinci günü nihayete erdi ve İstiklal Otel’e döndük.

Akşam Salı sabahı İmam Hamaney’in huzuruna çıkacağımız ve sabah 8 suları hazır olmamız gerektiği söylendi. Mihmandarım bir konuşma hazırlamamın mümkün olup olmadığını sordu. Elbette, dedim. Kısa bir metin hazırlayıp kendisine verdim.
Konferansın ikinci günü

11 Aralık sabahı kahvaltıdan sonra İmam Hamaney’in bizlere hitap edeceği yere girmemizi sağlayacak kartlarımızı teslim ettiler. Daha evvel olduğu gibi yine yüksek güvenlik tedbirleri altında İmam Hamaney’in bulunduğu bölgeye geldik. Burada kartlarımız kontrol edildikten, duyarlı kapıdan geçirilip üzerimiz arandıktan sonra bahçeye alındık. Mihmandarım bana İmam Hamaney ile yüz yüze görüşecek bir gruba kaydedildiğimi söyledi. Bu benim için müthiş bir sürpriz ve jest olmuştu.

Yaklaşık yirmi kişilik bir grubu halıfleksle kaplı boş bir salona aldılar. Burada yer minderleri üzerinde oturuluyordu. İkram edilen çayın ardından bahçeye çıktık ve İmam Hamaney teşrif etti. Bu heyecan verici bir andı. Bizlerle bir süre ilgilendi ve bu esnada ben de belki ömür boyu bir kez ele geçecek bu fırsattan istifadeyle elini öpüp kendisine sarıldım. İmam Hamaney’in otobüsüne dokunabilmek için bile İranlıların çaba sarf ettiğini bilenler bu anın önemini idrak edeceklerdir. Buradan diğer katılımcıların bulunduğu büyükçe bir salona geçtik.

Kuran tilavetinin ardından İmam Hamaney kısa bir konuşma yaptı. Bizlerin omuzlarına yüklenen tarihi vazifeye işaret etti. Konuşmasında İmam Hamaney, Amerika’nın Müslümanların hayrını isteyeceğini varsaymanın çok büyük bir saflık olduğunu işaretle, bölge halklarını on yıllardır esaret altında tutanın zaten Amerika olduğunu söyledi.

Düşmanların “İslami Uyanış” sözünü duymaktan korktuklarını, bu tanımlamanın gündeme gelmemesi için gayret sarf ettiklerini söyleyen İmam Hamaney Gazze’deki 8 Gün Savaşı’na da değinip, “Aferin Hamas’a, aferin Cihad’a… Direndiler ve kazandılar”, dedi.

Programın bu kısmında söz alan bazı konuşmacılar kendilerine tanınan süreyi yine aştılar ve bu sebeple benim de aralarında bulunduğum diğerlerine konuşma imkânı kalmadı. Bunun sebebi ise İmam Hamaney’in tüm programlarının namaz vakitlerine göre belirlenmiş olmasıydı. Orada öğrendiğime göre İmam Hamaney namaz vakti girdiğinde tüm meşguliyetleri bir kenara bırakıp namazı eda ediyormuş. Bu kaideye binaen ezanla birlikte bizler de salondan ayrılmış olduk.

Hazırlayıp verdiğim ancak sunma imkânı bulamadığım konuşma şöyleydi:

Bismillahirrahmanirrahim

Hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum.

Bizleri bir araya getiren, İran halkının misafirperver ruhunu bizlere gösteren ev sahibimiz İslam İnkılâbı lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamaney’e teşekkürlerimizi arz ediyorum. Kendisinin şahsında, İran ülkesini Müslümanların emrine veren Aziz İmam Humeyni’yi ve İnkılab’ın tüm şehitlerini yâd ediyorum.

Muhterem Hazirun,

Tarihin kırılma noktasına şahit olan bir nesiliz. İnsanlığın kendi kaderine hâkim olup aydınlığa ve tarih sahnesine yeniden çıkma çabasına tanıklık ediyoruz. 1979 İran İslam İnkılâbı sadece Müslümanların değil, Müslümanların şahsında ezilen, yoksul bırakılan, toprakları ellerinden alınan, kaynakları yağmalanan, aşağılanan diğer halkların da tarih sahnesinde yer alma iradesinin en güçlü örneği olmuştur. İnkılab Şah rejimini yıkarken İbrahim’in baltasını da büyük şeytanın beynine indirmiş, hakkın kelimeleriyle batılı zelil etmiştir. Böylelikle İnkılab dünya halklarına tarihe bir aktör olarak girmenin mümkünlüğünü göstermiştir.

İnkılab tahmili savaşa, sayısız istihbarat operasyonuna, şiddeti gittikçe artan ambargo ve yaptırımlara rağmen mevzi kaybetmemiş,  hatta özgür ve adil bir hayatın araçlarını var etme kabiliyetini de arttırmıştır. İşte bu sebat, değişmesi mümkün olmayan söze sadakat diğer halkların da müstekbirleri def etme iradesinin canlanmasını sağlamıştır. Bu gün bazı delillere istinaden ‘İslami Uyanış’ olarak isimlendirdiğimiz ancak hala da yönlendirilmeye açık halk hareketleri İslam İnkılâbı’nın doğrudan ve dolaylı etkilerini bünyelerinde barındırmaktadır. Elbette İnkılab’tan farklılıkları da vardır.

Öncelikle İslami hükümete ulaşma hedefi açıkça ortaya konulamamıştır. İmam Hamaney’in daha evvel işaret ettiği üzere İslami hükümeti tesis etmek ve korumak zor ve girift bir süreç olsa da, vazgeçilemez bir yükümlülüktür. Hal böyle olunca halkın haklarını korumak için Batı’nın ve müttefiklerinin seküler devlet taleplerine karşı koymak bir vecibe haline gelmektedir. Batı bölgedeki tahakkümünü sofistike yollarla sürdürmenin peşindedir ve bu dönemde ‘Sivil Devlet’ kavramı ‘Seküler Devlet’ arzusunun farklı bir biçimde izharı anlamına gelmektedir.

Seyyid Hasan Nasrallah bir konuşmasında İslami hareketin belirleyici özelliğini Siyonist yapıya karşı takındığı tutum olarak açıklamıştır. Bugün diktatörlerin yerini alan yönetimler maalesef Siyonist varlığı açıkça reddedememişlerdir. 8 gün Savaşı bu yönetimlerin İran İslam Cumhuriyeti gibi Filistin’in yanında bir taraf değil, Filistinlilerin acı çekmesine razı olmak istemeyen arabulucular olduklarını açığa çıkarmıştır. Bu eskiye göre ileri bir nokta olsa da beklentileri karşılamaktan uzaktır.

Üçüncü bir nokta yeni yönetimlerin Batı’nın yağmacı anlayışına açıkça karşı çıkmak yerine menfaatleri tevile yönelik bir tutum sergilemeleridir. Bu ise bölgenin kaynaklarının Batı tasallutuna açık olduğu anlamına gelmektedir.

Bu noktada İslam İnkılâbı’nın tecrübelerini ve başarılarını paylaşmayı teklif etmesi göz ardı edilmemesi gereken bir fırsattır. İslam Cumhuriyeti bölgeye huzurun ancak yabancı güçlerin ayrılmasıyla geleceğine inanmakta ve bu hedefe yürümektedir. İslam Cumhuriyeti liderliğinin kararlı ve tedbirli tutumu, İran halkının sebatı ve Allah’ın inayeti zaferi muhakkak getirecektir.

İslam İnkılâbı kopmak bilmeyen bir ipe tutunmuştur. Böyle bir hücceti hangi şeytan boşa çıkarabilir ki?

Hepinize saygılarımı sunuyorum.


Erdoğan hain, Türkiye “Şer Ekseni”nde

İmam Hameney’in gelişini beklediğimiz salonda yanımda oturan bir Pakistanlı akademisyen Türkiye’den geldiğimi öğrenince, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hain olup olmadığını, bu konuda ne düşündüğümü sordu. İlk iki gün tanıştığım insanlardan bazıları da benzer şeyler sormuşlardı ama bu misafir doğrudan bir soru yöneltti. Erdoğan hain midir bilemem ama şurası kesin ki, yanlış bir yolda ilerliyor, dedim. Biz, dedi, Pakistan’da onu hain olarak görüyoruz. Elbette bu akademisyenin Pakistan’da kimleri temsil ettiğini bilemiyorum ancak Mavi Marmara saldırısının hemen akabinde yaptığım İran seyahatinde edindiğim izlenim ile şu ankiler arasında yüz seksen derece fark var. Mavi Marmara saldırısının ardından İmam Humeyni’nin rıhletinin yıl dönümündeki anma merasimlerine iştirak için Tahran’a gelmiştim ve Türkiye’den geldiğimi öğrenen diğer misafirler bana bir kahramanmışım gibi davranmış, Türkiye’ye övgüler düzmüşlerdi.

Suriye meselesindeki tutumu Türkiye’nin bütün bu itibarını yerle bir etmiş gibi görünüyor. Misafirlerin hepsinin İran’a yakın insanlar olduklarını söylemek mümkün değil. Yukarıda da dediğim gibi aralarında birçok konuda İranlılarla aynı şekilde düşünmeyen insanlar da var. Ancak bunların birçoğu Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış olduğundan bahsediyordu. Hatta iş öyle bir noktaya vardı ki, katılımcılardan birisi konferansın son oturumunda Türkiye’yi Amerika ile birlikte Şer Ekseni içinde tanımladı. Türkiye’den bir katılımcının Türkiye’deki hükümetin Alevilere yönelik haksız tutumunu sert bir şekilde eleştirmesinden sonra, Türkiye’ye yönelik ardı ardına gelen bu eleştirilerin dozundan rahatsız olduğu belli olan Dr. Ali Ekber Velayeti kürsünün ifade hakkı serbestîsine sahip olduğunu, katılımcıların beyanlarının bu suretle değerlendirilmesi gerektiğini belirtmek zorunda kaldı.

Tanıştığım birçok akademisyen Türkiye hakkında kötü şeyler söylemesine rağmen tembihlenmiş olmalılar ki İranlılar yorum yapmaktan kaçınıyorlardı. Böyle düşünmemin sebebi, Eylül ayındaki İran seyahatimde İran’daki taksi şoförlerinin bile Türk dış politikasıyla alay edişlerini görmemdi. Bir taksici Türkler nasıl bilmez hayret, diyordu, “İngiliz yazar, Siyonist finanse eder ve Amerika uygular.”

İmam Hamaney’in hediyeleri

Ev sahibimiz olması hasebiyle bizlere verilen hediyeleri İmam Hamaney’e hamlediyorum. Otele döndüğümüzde katılımcılara iki çanta halinde bazı hediyeler sunuldu. Bunların içinde İran’a has yiyecekler olduğu gibi son derece şık deri kemer, cüzdan, anahtarlık takımı ve masa saati ile çok kaliteli bir Kuran-ı Kerim nüshası da bulunuyordu. Bu hediyelerin katılımcıların odalarına bırakıldığını gördüğümden hemen herkese takdim edildiğini zannediyorum.

Konferansın son oturumu ve kapanış merasimi

11 Aralık öğleden sonra başlayan son oturum yine genel katılımlı idi. Listedeki sıraya göre konuşmalarını yapan katılımcılar görüşlerini serdettikten sonra bir önceki gün toplanan komisyonlarda yapılan çalışmaların özetleri komisyon başkanları tarafından haziruna sunuldu. Tüm bunların ardından Konferansın kapanış bildirgesi okundu. Buna göre, Müslüman akademisyenler arasındaki irtibatın güçlendirilmesi için İslami Uyanış kurumu bünyesinde bir sekretarya oluşturulmasına, üniversiteler arasında akademik alış verişin arttırılmasına, müşterek projeler hazırlanmasına, akademisyenlerin kendi projelerinin değerlendirilmeye alınmasına, halkların taleplerinin dile getirilmeye devam edilmesine karar verilmiş oldu. Velayeti bu kapsamda olmak üzere burslar verileceğini söyledi.

Tüm bu kararlar ve vaatler bana Türkiye’deki bazı konferansları hatırlattı dersem yalan  olmaz. Bunlardan birisi İslamofobi Konferansı idi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun himayesinde gerçekleştirilen bu konferans çok büyük bir katılımla gerçekleştirilmiş ve dünya basınının da takip ettiği bir konferans olmuştu. O konferansın kapanış bildirgesi hazırlanırken bu iş ile görevli dostlarımıza İslam karşıtı faaliyetleri tespit ve teşhir için bir sekretarya oluşturulması gerektiğini söylemiştim ve bu teklifim kabul görmemişti. Bugün İslamofobi Konferansı’nı hatırlayan var mı? Dünya’da İslam karşıtı hareketler son mu buldu?

Bir başkası bugün Suriye’de akan kandaki payı inkâr edilemez olan İHH’ın düzenlediği Balkan Kongresi idi. Milyon dolarlar harcanarak yapılan bu şovların ardından alınan kararların hiçbirisi yerine getirilmemiş, bu konferanslar Türkiye’nin reklâmını yapmak için kullanılmıştır.

Ümit ediyorum ki, İslami Uyanış Konferansları da Türklerin düzenledikleri konferansların akıbeti ile yüzleşmezler. Milyonlarca dolar harcanan bu konferansların başarısı kapanış bildirilerinde yer alan hususların sıkı bir suretle takip edilip neticelerinin ilan edilmesine bağlıdır.

Dört gün boyunca Müslüman akademisyenlerle birlikteliğim bende hala olayların peşinde koştuğumuz, analitik düşünceden uzak olduğumuz fikrini uyandırdı. Bunun sebebi tüm bu akademisyenlerin ifade hürriyetinin kısıtlı olduğu ülkelerde yaşıyor olması olabileceği gibi akademik formasyonu sağlayan usullerin yanlışlığında da aranabilir. Yine de, bu tür konferansların devam ettirilmesi ve fikirlerin çarpıştırılmasında büyük fayda vardır. Hepimizin bildiği ve Namık Kemal’in dizeleştirdiği gibi; “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar.” 


Not: Konferans süresince çektiğim fotoğraflara,


adresinden ulaşabilirsiniz.