Translate

21 Eylül 2010 Salı

Kudüs, sana sadık kalacağım

Gürkan BİÇEN
İsrail anti-siyonist sol hareketinde yer alan Michel Warschawski “İsrail Toplumunun Krizi – Açık Bir Mezara Doğru” isimli kitabında siyonist rejimin şiddet ekseninde süren varlığını ve işgali sorgularken, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir” der. Warschawski’ye göre, İsrail baskısı özünde, tek taraflı bir inisiyatif ile kendi kafalarına göre hareket etme cüreti gösterenlerin kesin bir şekilde burunlarının sürtülmesi amacını taşıyan ‘cezalandırıcı’ bir karakter taşır. Mesele ‘düzeni tesis etmek’ değil, çabucak bir sindirme kampanyasına dönüştürülebilecek olan bir cezalandırma seferi düzenlemektir. Bu sebebe binaen her somut olayda İsrail tarafından verilen emirler açıktır: Her türlü direnişi her türlü araçla ezin. Hedefin hemen hiç önemi yoktur, koşulların hemen hiç önemi yoktur ve ‘tali zarar’ın ölçüsünün hemen hiç önemi yoktur.

Mavi Marmara “Özgürlük Filosu”nun yola çıkışı da, siyonistler tarafından “Direniş” lehine kendi başına bir inisiyatif girişimi olarak algılanmış ve filoya yönelik müdahale de bu algı kapsamında, daha evvelki şiddet örneklerine uygun bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Siyonistlerin kurşunları ile şehit olanların varlığı göstermektedir ki, siyonistler ‘düzeni tesis etmek’ değil, bağımsız bir inisiyatifi ‘cezalandırmak’ ve böylece bu inisiyatifin sahibi olan Türkiye’nin burnunu sürtmek istemişlerdi. “İsrail neyi hedefledi ?” başlıklı yazısıyla Akif Emre, Warschawski’nin retoriğine benzer bir şekilde, İsrail’in dünyayı kendi diliyle konuşmaya zorladığını ve bölgede kendi başına inisiyatif geliştirmek isteyen Türkiye’nin ‘karizmasını çizmek’ istediğini vurguluyordu. Warschawski, bu tür şiddet olaylarının bir başka amacının daha olduğunu savunur. Ona göre, “Her operasyonun, kendine yönelik (hem İsrail kamuoyundan hem de uluslararası topluluktan gelen) tepkileri sınamak gibi bir hedefi de vardır ve eleştirilerin dozajı çok ağır değilse, şiddette yeni bir standart belirlenmiş olur.” Böylelikle siyonist rejim, destekçilerinin de yardımıyla, dozajı giderek artan bir şiddeti tepkisizlik / alışılmışlık alanına dönüştürmeyi becerebilmektedir.

Mavi Marmara direnişi dokuz Türk vatandaşının şahadetiyle neticelendi. Uluslararası sularda saldırıya uğrayan gemide öldürülen vatandaşlarının hakkını muhafaza için Türkiye’nin ileri sürdüğü talepler; yaralıların ve cenazelerin derhal gönderilmesi, gemilerde bulunan ve siyonist rejim tarafından göz altına alınan kişilerin serbest bırakılarak Türkiye’ye dönüşlerinin sağlanması, Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması, resmen özür dilenmesi, uluslararası soruşturmanın kabul edilmesi ve zararların tazmin edilmesi şeklinde özetlenebilir. Siyonist rejim o günün şartlarında kendisini sıkıntıya sokacak olan yaralıların ve cenazelerin gönderilmesi ile göz altına alınanların serbest bırakılması şartlarını kabul etti. Bir süre direnmesine rağmen uluslararası soruşturmaya da izin vermek zorunda kaldı. Bu durumda, Türkiye’nin ilk şartlarından geriye; devam eden ambargo, resmi özür ve tazminatın kaldığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin şartlarının ve siyonist rejime yönelik olarak uygulamaya konulan yaptırımların ağırlığı ile olayın akabinde açıklama yapan yetkililerin beyanlarının orantısı ise ayrıca değerlendirilmelidir. 1 Haziran 2010 tarihli Meclis Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında Sayın Başbakan, “İsrail hükümetinin bu cüretkâr, bu sorumsuz, bu pervasız, bu hak hukuk tanımayan, her türlü insani erdemi ayaklar altına alan saldırısı mutlaka ama mutlaka cezalandırılmalıdır. (…). Türkiye olarak bu işin peşini bırakmayacağız. Türkiye yeni yetme, köksüz bir devlet değildir. Bir kabile devleti hiç değildir. Kimse Türkiye’yle aşık atmaya, Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkmamalıdır… (…) Bugün yeni bir gündür, bir milattır. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikardır…” sözlerine yer vermiş ve bu sözler resmi düzeyde kabul görmüş, benzeri ifadeler Sayın Cumhurbaşkanı’nın da konuşmalarına yansımıştır. Bu tür açıklamalardan kamuoyu, haklı olarak, resmi ilişkilerdeki temsil düzeyinin düşürülmesi yönünde bir adım atılacağı sonucunu çıkarmaktadır. Kamuoyunun beklentisinin gerçekleşmemesinde siyonist rejimin varlık şartlarına yönelik bir değerlendirme hatasının mevcudiyeti söz konusudur.

2008 yılının sonunda siyonist rejimin Gazze’ye saldırmasıyla patlak veren “Furkan Savaşı”nın akabinde Umran Dergisi’nin yaptığı bir çalışmaya katılan Sefer Turan, siyonist rejim konusundaki temel yanlışın onu normal bir devlet olarak telakki etmek olduğunu ileri sürüyordu. Turan’a göre, siyonist rejim son derece özel şartlarda oluşturulmuş ve bu şartlarda korunan bir düzen olduğundan kendisini hemen hiçbir kayıtla bağlı hissetmeyen bir yapıdır ve buna rağmen ona Birleşmiş Milletler’in sair üyelerinden birisi gözüyle bakmak ve diplomatik dili / tavrı buna göre oluşturmak esaslı bir yanlıştır. Türk devlet adamları ve bürokratları siyonist rejim ile halkı tefrik çabasını her daim dile getirse, katliamların İsrail halkı tarafından değil, onları yöneten hükümetler tarafından icra edildiğini söyleseler de, Warschawski’nin belirttiği gibi, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir”. İsrail Silahlı Kuvvetleri ise, Robert Fisk’e göre, modern bir ordu değil, yollarına çıkan her şeyi yağmalayan ve tam dokunulmazlıktan faydalanarak Filistin kasabalarının tarumar edilmesine izin veren silahlı çeteler sürüsüdür. Bu durumda, Türkiye’nin arasını tefrik etmesi gereken şey işgalci rejim ile halk değil, bir bütün olarak siyonist varlık ile özelde Orta Doğu ve genelde dünya halkları olmalıdır.

31 Mayıs 2010 tarihinden bu yana Türkiye, siyonist rejim tarafından gerçekleştirilmesini istediği taleplerini duymayan kimse kalmamacasına ilan etti. Bununla da yetinmeyip Sayın Dış İşleri Bakanımız ile siyonist rejimden Ben Eliezer’in Brüksel’de gizli bir görüşme yapmasına onay verdi. Bu görüşmenin basına yansıması üzerine Dış İşleri Bakanımız, görüşmenin gerekçesini, “Şartlarımızı yüzlerine doğrudan ve net olarak söylemek için bunu yaptık. Dünyanın bütününe, bütün küresel alana, BM Güvenlik Konseyinde yüksek sesle vurguladığımız temel taleplerimizi İsraillilerin yüzüne de söylemek için bunu yaptık.” sözleriyle açıkladı. Anlaşılan odur ki, Türkiye, tüm şartlarını siyonist rejime yeterli bir temsil düzeyiyle, yüz yüze iletmiş haldedir. Öyle ise Birleşmiş Milletler Genel Kurul Görüşmeleri için New York’a giden Sayın Cumhurbaşkanımızın siyonist rejimden Şimon Peres ile de bir görüşme yapmasının planlanmasının / umulmasının anlamı nedir? Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, niçin böyle bir görüşmenin yapılacağına dair haberler okumaktayız ? Bu tür haberlerin aslı olmadığını ve bu düzeyde bir temasa gerek olmadan Dış İşleri Bakanlığının süreci yürüttüğünü umuyoruz.

Sayın Başbakan haklıdır, Türkiye sıradan bir devlet olmadığı gibi, Türk halkı için de Filistin sıradan bir mesele değildir. Bunun için şehitlerimizin ardından taziye değil tebrik merasimleri düzenlenmiştir. Kudüs’e dini bir mesele olarak bakan Siyonistlerin Kudüs’ün her yanına yapıştırdıkları çıkartmalardaki şu ifadeler Kudüs’ü Allah ile aralarında bir ahid olarak telakki eden biz Müslümanlar için de geçerli olmalıdır: Kudüs, sana sadık kalacağım!

18 Eylül 2010 Cumartesi

Küstah Amerika

Gürkan BİÇEN
“Fahrenheit 9/11” filmiyle Cannes Film Festivali’nde aldığı “Altın Palmiye” ödülü ile adından sıkça söz ettiren Michael Moore “If the 'Mosque' Isn't Built, This Is No Longer America” (Cami inşa edilmeyecekse bu artık Amerika değildir) başlıklı yazısıyla 11 Eylül 2001’de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nin yakınında inşa edilmesi planlanan cami inşaatına ilişkin tartışmaya katılıyor ve “Ben caminin iki blok öteye değil, ‘Ground Zero’ya inşa edilmesini istiyorum” diyordu. Moore’un Amerika’yı bir özgürlükler ülkesi olarak görme isteğini anlayabilsek de, söz konusu cami inşaatı ile Amerikan sisteminin dünya halklarına ve Müslüman Dünya’ya yönelik kara propagandasını göz ardı etmemiz mümkün değil. İkiz Kuleler’in yakınında inşa edilecek bir cami ile Amerika’nın, “Onlar bizi öldürse de biz onların haklarını tanıyoruz” demek istediği çok açık. Müslüman Dünya artık bir “oh” çekebilir!

Başrolünü Sylvester Stallone’nin oynadığı “Rocky”, “Amerikan rüyası”nın işlendiği, sıradan ancak ısrarcı bir Amerikalının önünün her zaman açık olduğunu ve hatta “Özgür Dünya” adına “Sovyet Emperyalizmi”ni yere serebileceğini anlatan, alanında klasik olmuş bir filmler dizisi. “Rambo” ise Stallone’nin adalet için savaşmaya her daim hazır bir eski Amerikan askerini canlandırdığı ve son bölümü ile Afganistan’ı “Sovyet Emperyalizmi”nin işgalinden kurtardığı bir başka film. Rambo, Afganistan’ı kurtardıktan sonra, filmin son sahnesinde, yeniden görüşme dilekleri için “İnşallah” der. Biz, 11 Eylül’ün akabinde, kendisinin olmasa da, sayıları on binleri bulan takım arkadaşlarının Afganistan’a bir kez daha ve fakat eski günleri yad etmek için değil, Afgan halkını katletmek için geldiklerini biliyoruz. Hollywood ise dünün “Mücahid”lerini “terörist”lere ve köylüleri “El Kaide” militanlarına çevirmekle görevlendirilmiş halde. Olağanüstü medya gücüyle Amerika, Müslüman zihni ve kalbi de şekillendirmeyi başarabiliyor. Sovyet Emperyalizmini lanetleyenler Amerika karşısında sessizliği tercih ediyor. Amerika’nın arka / sahip çıktığı her şey bir dokunulmazlık zırhına bürünüyor. Müslüman Dünya, kabahatli bir çocuk gibi başını öne eğmiş, Afgan halkının terbiye sürecinin bitmesini bekliyor. Zira Afgan halkı “Amerikan rüyası”na saldıranları himaye etmekle suçlanıyor.

Amerikan Rüyası’na saldırmasa da Irak, “önleyici savaş” konseptine binaen peşinen suçlu kabul edilip terbiye sürecine alınıyor. Afganistan’ın tedip sürecine katkı sağlayan Pakistan da şimdilerde Amerikan gerçeği ile yüzleşiyor. İkiz Kuleler’de hayatını kaybeden 3 bin küsur kişiye karşılık Amerika bir milyondan fazla insanı katlettikten sonra Müslümanları affediyor ve bize bir cami hediye etmeyi vaad ediyor. Kuran-ı Kerim yakarak Müslümanların kutsallarına hakaret etmenin fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında sayıldığı ama siyonistlerin Filistin’de yaptıklarının “soykırım” olarak tanımlanmasının yasaklandığı bir ülkede inşa edilecek bir caminin Amerika’nın kuklalarından başkasını memnun etmeyeceğini zira salim vicdana sahip Müslümanların hala Mescidi Dırar ile Kuba Mescidi arasındaki farkı tefrik edebildiğini biliyoruz.

Hollywood bambaşka bir tablo çizse, Micheal Moore öyle olduğunu düşünse de, biz aynı kanaatte değiliz. Malcom X gibi biz de Amerikan rüyası değil Amerikan kabusu görüyoruz. Katledilen insanlarımız, harap edilen ülkelerimiz, talan edilen kaynaklarımız… Hepsi tüm sıcaklığı ile gözümüzün önünde dururken bizden “özgürlükler ülkesi” yalanına inanmamızı nasıl beklersiniz?
Küstah Amerika! Senden cami inşa etmeni istemiyoruz. Kutsallarımıza saldırma, insanlarımızı katletme, ülkelerimizden çık, bu bize yeter.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Adli sistem değişikliği

Gürkan BİÇEN
Avrupalılara göre, 1800'lü yıllarda Amerika çok fazla "hesapçı" idi. Amerikalılar her şeyi bilmek ve bunları istatistiklere dökmek, uzun uzadıya varsayımlar yapmak isteyen bir halktı. Avrupa, Amerika'nın "değer" üzerinden konuşmak yerine "hesap" kaygısıyla yoğrulmasını yadırgasa da, Amerika "değer"in ayrıştırıcı, "hesab"ın ise birleştirici olduğunu düşünüyordu. İnsanların belli olan bilgileri konuşması onları bir fikir üzerinde birleştirebilirdi. Amerika'nın formülü şöyleydi: Benzer şekilde düşünülmesini istiyorsan benzer bilgiler sun. Bilgi sunulmayan konular ise üzerinde fikir yürütülemeyen ancak tahmin ve zanla hareket edilen ve çok zaman da konuşma/tartışma dışı kalan alanları oluşturuyordu.

12 Eylül 1980'de Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimy Carter'a "your boys have done it" mesajı ile noktalanan Türkiye'deki askeri ihtilal süreci 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan Anayasa referandumu ile kendisine geçmişe dönük olarak bir meşruiyet ve geleceğe dönük olarak bir sorgulanamazlık alanı sağlamıştır. Halk, iç siyasetin çıkmazlarını ve kişi güvenliğini tehlikeye düşüren silahlı çatışmaları sona erdiren askeri ihtilalı çekilen tüm acılara rağmen tümden reddeder halde değildi. Bu sebeple halkın ekseriyeti ihtilal neticesi oluşan Anayasa'ya onay verirken öngörülen sistemin yaşantılarında yapacağı etkiyi öncelikli bir mesele olarak görmemiş ve ihtilâlın gerek azmettiricileri ve gerekse failleri de, tabiatıyla, halkın benzer şekilde düşünmesini temin etmek için tüm enformasyon araçlarını benzer bilgilerle donatmışlardı. Alternatif kitle iletişim araçlarının henüz çok zayıf olduğu bir dönemde Jimy Carter'a verilen mesaj uzun süre ortaya çıkmadı ve çıktığında da yeni sistem rayına oturmuş haldeydi.

Yargıya güven

1982 Anayasası'nın oluşturduğu sistem içerisinde halkın en düşük düzeyde bilgi sahibi olabildiği erk Yargı'dır. "Yasama"nın ve yerel yönetimlerin seçimler yoluyla belirlenmesi ve yine "Yürütme"nin de Yasama içinden çıkması sebebiyle halk konuyla bir şekilde ilgili hale getirilmiş ancak "Yargı"yı oluşturan kurumların oluşumu ve işleyişi dolaylı da olsa halkın katılımından uzak tutulduğundan bu alan Yüksek Mahkemelerin başkanlarının mutat törenlerde yaptıkları konuşmalar dışında çoklukla gündeme girmemiştir. Yargı'ya ilişkin kamuoyuna aksettirilen bilgiler, iş yükünün çokluğu, personel azlığı, maddi imkânların zayıflığı ve bu sebeple adalet hizmetlerinde yaşanan gecikme ve kalite düşüklüğü ile sınırlı kalmıştır. Halk günlük problemlerin çözümü dışında Yargı'nın sistemin köşe taşlarına yönelik siyasi müdahaleleri savuşturmak/bertaraf etmek üzere nasıl yapılandırıldığı hususunda çoklukla bilgi sahibi olmamıştır.

Adli sistemin bir parçası olarak sistem içinde yer alanlar açısından Yargı, kendisine güven duyulacak mahiyette değildi. Sistemi bozan günlük "cüzdan-vicdan" ikileminden ayrı olarak sistemin temel taşlarının seçimi, eğitimi, ataması, yükselme şartları ve denetimi sistemin bağımsız unsuru avukatlar açısından hiç de iç açıcı görünmüyordu. Bu konuya ilişkin yirmi yıla yakın süren suskunluk 1999 yılında Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz'in İstanbul Barosu'na kayıtlı 666 avukat üzerinde yaptığı bir anket çalışması ile sonlandırılıyordu. İki yıla yayılan bu çalışmada görüşme yapılan avukatlar meslekte beş yılını doldurmuş 8 bin 550 avukat arasından seçiliyor, böylece ankete katılanların adli sistem açısından belli bir tecrübeye sahip olma şartı sağlanıyordu. Açıklandığında büyük gürültü koparan bu çalışma avukatların ekseriyetle Adli sisteme güvenmediklerini, sistemin bu şekilde yürümesinin imkânsız olduğunu ve bu sistem ile üretilen şeyin "adalet" olmadığını ortaya koyuyordu.

Dönemin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk raporu "bilimsel bir çalışma" olarak nitelese de, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı raporu hazırlayan Prof. Hayrettin Ökçesiz ve çalışmaya destek veren İstanbul Barosu -ki o dönemde Baro Başkanı Yücel Sayman idi- hakkında "Adliye'nin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif" suçlamasıyla bir soruşturma başlatmıştı. Çalışmanın günlük dedikodulara dayandığını ileri sürüp raporun delilden uzak olduğunu söyleyenlerin başında Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu geliyordu. Kurul, anketin hâkim ve savcıların saygınlığına gölge düşürdüğünü söylüyor ve tepkisini, "Kişi, zaman ve yer gösterilmeden, hiçbir belge ve kanıta dayandırılmadan, hâkim ve savcılar töhmet altında bırakıldı." ifadeleriyle ortaya koyuyordu. 28 Şubat'ın brifingli günlerinin hemen ardından gelen bu çalışmada dönemin şartları itibariyle birçok şeyin açıklanmadığı varsayılabilir. Hükümetin, Yargı'nın, merkez medyanın bilinen tavrı kuvvetle muhtemel birçok şeyin çalışmanın açıklanmayan yönleri arasında kalmasına yol açmıştır.

Tartışılan kurum

Ökçesiz'in çalışmasının ardından, 2007 yılında, TESEV'in Prof. Dr. Ümit Sancar'a hazırlattığı "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" isimli rapor yayımlandı. İlginçtir, raporun yan başlıklarından birisi, "Tartışılan ama bilinmeyen kurum: Yargı" şeklindeydi. "Derinlemesine mülakat" yöntemiyle hazırlanan, hâkim ve savcıların "devlet" ve "adalet" algılarını ve bunun pratiğe yansımasını, "Devleti koruma refleksi, kimi görüşmecilerde, "hukuk mukuk tanımam" demeye kadar varabiliyor ve ilk derece mahkemelerinin Yüksek Mahkeme ile ilişkisini "Uygulamacı -hâkim- düşünmez" örnekleri ile açıklayan bu rapor, beklenilen şekilde yine aynı çevrelerce topa tutuluyordu.

Ökçesiz'in çalışmasının üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Bu süreçte yaşanan hükümet değişikliği, merkez medyanın alternatif medya karşısında güç kaybetmesi, internet ve cep telefonu kullanımı yoluyla kitle ve bireysel iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve bunlara erişim imkânlarının sınırlandırılmasının son derece güç olması sebepleriyle hem bilginin üretilmesi hem de yaygınlaştırılması açısından kayda değer bir gelişme sağlandı. Böylelikle internet siteleri ve alternatif medya, HSYK'nın on yıl evvel aradığını ve fakat bulamadığını bildirdiği delillerle doldu taştı.

Bu gelişmenin neticesinde, Millet Meclisi'nin sözlerini iptal eden Yüksek Mahkemelerin, halkın iradesini hiçe sayan kararlarını sorgulamaya sevk etti. Kendilerinin ve Meclis'teki vekillerinin yok sayıldığı bir zeminde, karar metinlerinde yazan "Türk Milleti"nin kim olduğunu anlamak çok zor hale geldi. Halk, egemenlik hakkını kullanırken kendisinin doğrudan veya dolaylı bir biçimde yer almadığı kurumların varlığından rahatsızlık duyduğunu türlü vesilelerle izhar etmeye çalıştı. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunda verilen destek bunun somut siyasi göstergelerinden birisiyken Yargı'yı da halkın dolaylı kontrolüne açacak Anayasa değişikliklerine verilecek destek bunun bir diğer örneğini oluşturacaktır.

Şimdilik Evet!

Merkez medya, benzer bilgilerin benzer kanaatler oluşturacağı tezine binaen olsa gerek, halen bir kısım rakamlar/bilgiler aktararak halkın referandumun muhtemel sonucu hakkında ümitsizliğe düşmesini sağlamaya ve belki de sonucun açıklanmasıyla birlikte hile iddiaları ileri sürmeye çalışıyor. Bunca zaman halkın bilgisinden uzak tutulan Yargı sistemi hakkında halkın bir anda kâmilen bilgilenmesinin mümkün olmadığının farkındayım. Ancak bugüne kadar halkın değerleriyle barışma yönünde en ufak bir çaba dahi göstermeyenlerin yürüttükleri "hayır" kampanyası ile "kurtarmak" istedikleri şeyin "Yargı" olduğunu görmek bile, bir avukat olarak, Anayasa değişikliğinde tercihimi şimdilik "EVET" yönünde belirlemeye sevk ediyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

Hariciye’nin göremediği

Gürkan BİÇEN

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, "Stratejik Derinlik" isimli kitabında, "Balkanların terkinden sonra Osmanlı - Türk siyasi geleneğinin bu bölgeye yönelik ilgisi mutlak terkin tipik göstergesi sayılabilecek göçlerle sınırlı kalmıştır. Balkanlarda yıkılan her cami, eksilen her müessese, kültürel anlamda yok olan her Osmanlı gelenek unsuru Türkiye'nin bu bölgedeki sınır ötesi etkinliğinden sökülen birer temel taşıdır" ifadelerine yer veriyor. Gerçekten, Makedonya'nın da yitirilmesiyle Türkiye seksen seneyi aşkın bir zaman Balkan Müslümanları ile gereği gibi ilgilenmemiş, bölgenin dönüşümünde Müslümanlar lehine hiçbir sürece müdahil olmamıştır. Türkiye'nin bölgeden uzak kaldığı bu süreçte Balkan Müslümanları ile Türkiye birbirinden farklı iki kurguyu yaşamıştır. Bir yanda, Balkanlarda, ulusal devletlerin inşa süreci Müslüman unsurlar içinde dahi Türk düşmanlığı üzerine bina edilirken, diğer yanda, Türkiye'de, Balkan Müslümanları düşman olmasa da, ortak tarihe sahip olduğumuz ancak şu an için yakından ilgilenilmesi gerekli olmayan halklar olarak tanımlanmıştır. Makedonya'daki Yücelciler'in infaz edilmeden önce son Türkiye ziyaretlerinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün "Misak-ı Milli dışındaki Türkler bizi ilgilendirmiyor" dediği rivayetler arasında yer almaktadır. Herkül Milas, Tekirdağ'da gerçekleştirilen İkinci Balkan Kongresi'nin akabinde kaleme aldığı, "Balkanlar'da Öteki'ni Anlamak" başlıklı yazısında bu duruma işaretle; "Türk konuşmacılar bazı metaforları çok sık kullanıyorlardı: yörenin ortak tarihi, Osmanlı yönetimi süresinde barış süreci, yüzyıllar boyu sürmüş mutlu beraberlik, âlicenaplığımız, ortak kültür ve gelenekler, 'kaybedilen' topraklar gibi. Öteki Balkanlıların konuşmalarında hemen hemen hiç duyulmayan sözlerdi bunlar. Acaba yanılıyor olabilir miyim düşüncesiyle geçen yıl aynı yerde aynı tarihlerde gerçekleşmiş ilk TASAM toplantısının tutanaklarını okudum. Durum aynı. On beş Türk katılımcının yedisi aynı 'hoşgörülü ve iyi idik' söylemini dile getirmiş, on altı Balkanlı katılımcının on biri ise konuya hiç değinmemiş, dördü de Osmanlı geçmişini 'kötü' saymış. Bir tek Makedonyalı konuşmacı 'ortak geçmişten' söz etmiş, oldukça siyasi konuşmasında." diyordu. Vakıa tam olarak buydu ve Balkan ülkelerinin ders kitaplarını, romanlarını, şiirlerini, gazetelerini, dergilerini, televizyon ve radyo programlarını takip edenler bundan başkasının beklenmesini ancak "saflık" olarak niteleyebileceklerdir.
Sayın Davutoğlu, yanılmıyorsam 2007 yılında BSV'de yaptığımız bir görüşme esnasında, Arnavut tarihçi Olsi Jazexhı'ya, "Arnavut milliyetçiliğinin Hristiyan temellerde yükseltilme çabasının farkında olduğunu" söylemiş ve bunu örnekleriyle açıklamıştı. Tespitinde haklı olsa da, bununla mücadele için fiilen ortaya konulan yolların kifayetsizliğini görmemesi şaşırtıcıydı. Türkiye'nin, tarihi Osmanlı coğrafyasındaki ilişkilerini şekillendirmek üzere TİKA ve Yunus Emre Vakfı gibi kurumlar Balkanlarda örgütlenmiş olsa da, yürütülen çalışmalar, Balkan Müslümanları arasında entelektüel, akademik ve politik bir ekibin oluşmasından ziyade, tarihi ve kültürel varlıkların yenilenmesiyle sınırlı kalmaktadır. Bu sebebe binaen olsa gerek Akif Emre, "Arnavutluk nereye?" başlıklı yazısında Müslümanların ve Türkiye'nin Arnavutluk çalışmaları ile ilgili olarak; "Avrupa'da çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olmasını her fırsatta dile getirmekten pek hoşlanan İslam dünyası ve tabii ki Türkiye, ne yapıyor dersiniz? En kahramanı cami inşa etmiş bir dönem. Bir kısmı ani cömertlik duygularıyla coşup yardım dağıtmış. Köklü kurumları olan, uzun vadeli yatırımlar neredeyse yok denilecek kadar az. Toplum hızla tarihi ve dolayısıyla dini kimliğinden uzaklaştırılıyor. Tarih bilinci oluşmadan kültür emperyalizminin pençesinden kurtulması mümkün değil. Siyasi olarak Amerika'nın yedeğinde AB kapsamına çoktan alınmış görünüyor. Vakit geçmeden Türkiye'nin en azından kendi mirasına ve kendine sahip çıkması adına strateji geliştirmesi gerek. Özellikle Arnavutluk, TİKA gibi acemi temsilci ve yetersiz kurumlara emanet edilemeyecek kadar bizim için önemli ülke" demek zorunda kalmıştı.
Türkiye'nin bölgedeki çabalarının yetersizliğini ve kimi zaman anlamsızlığını vurgulayanlar, sadece bölgeyi takip eden Türklerle sınırlı değil. Rahmetli Aliya İzzetbegovic'in yanında bir ömür geçirmiş olan Prof. Dr. Cemaludin Latic, Milli Gazete'ye verdiği bir röportajda; "Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmaları gerekir. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardımına ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır" demişti.

Sayın Davutoğlu'nun da fark ettiği gibi Balkanlarda Hristiyanlık temelinde bir Arnavut milliyetçiliği yükseltilmektedir. Fakat bununla mücadelenin yolu zayıf ara formüller değildir. Batı Dünyası ve Kilise Arnavut halkının zihnini üretmiş oldukları Hıristiyan mitlerle işgal etmiş haldedir. Bugün Arnavut Müslümanlar dahi, Türklerle savaşan İskender Bey'in ulusal bir kahraman olduğunu savunmakta, Arnavutlara İslam'ı ulaştırarak onların Müslümanlar olmasına vesile olan Sultan Murad'ı ve diğer Osmanlıları övenleri Arnavut halkına ihanetle suçlayabilmektedirler. Rahibe Terasa için Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da resmi törenler düzenlenmekte, onun Arnavut halkının ulusal önderlerinden birisi olduğu ve her Arnavut'un onun aydınlık yolunu izlemesi gerektiği anlatılmaktadır. Ders kitapları Hristiyan azizlerin ve kahraman Arnavutların 'Avrupa değerleri'ni korumak adına Müslüman Osmanlı'ya karşı yürüttüğü hayali 'kutsal savaş'ın anlatımları ile doludur. Yürütülen propagandanın etkisi öylesine büyüktür ki, Müslüman kökenli Arnavutlar Katolik Hemşire Terasa için şarkılar bestelemektedirler. Batı'nın dayattığı kültürel dönüşüm kendi kahramanları çevresinde Arnavut halkını "entegrasyon" nehrine sürüklemektedir.
Türkiye'ye Arnavutluk Cumhuriyeti tarafından verilen simgesel değerin acı bir örneğini Tiran Yunus Emre Türk Kültür Merkezi'nin açılış töreninde görmek mümkündür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katılımıyla açılan bu kurumun açılış törenine hiçbir yüksek düzeyli Arnavut siyasetçi ve bürokrat iştirak etmemiş, törenden bir gün sonra Vatikan'a giden Başbakan Sali Berisha, Papa On altıncı Bendict'e, bu buluşmanın Arnavut halkının ulusal önderi Gjergj Kastriot'un (İskender Bey) 12 Aralık 1466'da Papa İkinci Paul ile gerçekleştirdiği buluşmaya benzediğini anlatmıştır. Açılış dönüşü izlenimlerini kaleme alan Beşir Ayvazoğlu şaşkınlığını şu sözlerle ifade eder; "Arnavut dostlarımız, Osmanlı mirasından çok Roma İmparatorluğu kalıntılarını göstermek için can atıyorlardı. Bunun için bizi Osmanlıların Draç dedikleri liman şehri Durres'a götürüp Arkeoloji Müzesi'ni, kaleyi ve Romalılardan kalma amfiteatrı gururla gösterdiler."

Arnavut politikacılara göre, "Türkiye, Batı ile entegrasyon sürecinde ancak bir kaldıraç vazifesi görmektedir." Arnavut akademisyenler ise, buna bile razı değildirler. Alba de Crispino, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyaretinin ardından kaleme aldığı makalesinde, Arnavutluk'un Türkiye'ye ihtiyacı olmadığını, Amerika ile doğrudan ve iyi bir ilişkiye sahip olduklarını, Avrupa Birliği'ne ise Türkiye'den çok daha yakın olduklarını vurguluyordu. Sayın Davutoğlu'nun yürüttüğü Balkan politikasının açmazını ise Makedonya'daki Arnavut Demokratik Partisi'nin lideri ve koyu bir Arnavut Milliyetçisi olan Arben Xhaferi (Arben Caferi) kaleme aldığı ve Türk basınında da kısmen yer bulan "Neo Osmanlı Meydan Okuması" başlıklı yazısıyla dile getiriyordu. Bu yazısında Xhaferi, Davutoğlu'nun Saraybosna'da yaptığı "Türk Dış Politikası ve Balkanlar" başlıklı konuşmasına atıfla şu soruları sormuştu: "Türklerin Avrupa Birliği üyeliği ile Osmanlı'nın yeniden doğuşu karşıtlığı nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Osmanlı karşıtlığı üzerine kendi milliyetlerini ve devletlerini kurmuş olan milletlerin kullandığı tarihi kavramlar nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Avrupa, ABD ile birlikte Balkan ülkelerinin yardımına gelerek bu ülkelerin Avrupa Birliği'ne entegrasyonu için milyar dolarları harcamalarına rağmen hâlâ zorluklarla karşı karşıyayken, Türkiye sadece nostaljik argümanlarla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırabilecek mi? Türkiye dışındaki Osmanlı mirası kime ait? Pjeter Bogdani bu kültürün çok mühim bir unsuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak 'Yeni Osmanlı' tanımında Arnavut kültürü için yer var mı?"

Xhaferi'nin yukarıdaki sorularına halen ciddi bir cevap verilmedi. Zira Türkiye, Xhaferi'ye cevap verecek donanımda Müslüman Arnavut aydınlar yetiştirmedi. Anlaşılan odur ki, Türk dış politikası, kendisinin girip giremeyeceği belli olmayan AB için Balkan Müslümanlarını teşvik etmek ve uzun vadede bütün bir Balkanların Hristiyan devletlere dönüşmesiyle yüzleşmek veya Balkan Müslümanlarını etnik kimliklerinden öte "Müslüman" kimliği üzerinde yeniden yoğuracak güçlü bir sosyopolitik, kültürel ve ekonomik hareket başlatmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir dilemma ile karşı karşıyadır.