Translate

26 Aralık 2011 Pazartesi

Kenan Alpay Yanılıyor

Gürkan BİÇEN

Yakın zaman evvel Atasoy Müftüoğlu’nun İLKAV’da yapmış olduğu konuşma çevresinde, bu konuşmada yer alan bazı iddiaların yanlışlığından dem vuran bir yazı okudum. Yazı birçok İslamcı Türk’ün adet haline getirdiği üzere “başkasına devrimci” bir tarzda kaleme alınmıştı ve doğrusu hayal âleminden çıkıp gelmiş bir şövalyenin atının ayak seslerini çağrıştırıyordu. Yazının sahibi Kenan Alpay, Suriye konusunda kaleme aldığı bir yazısında, mantığın vardığı yer itibariyle, Nasrallah ile Galyun’un kanını aynı değerde gören bir kalem. Tıpkı Mustafa Özcan’ın iki yıl kadar evvel Hıristiyan Nasrallah ile Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı terazinin kefelerine koyup tarttığı ve Hıristiyan Nasrallah’ın daha ağır bastığına kanaat getirdiği gibi Alpay’da Hizbullah ile henüz kimliği belirsiz Suriye muhalefetini aynı terazide tartmaya çalışmasıyla maruf. Alpay’ın Müftüoğlu’na itiraz ettiği konu ise Müftüoğlu’nun Libya’daki iktidar değişiminin aktörlerinden bir kısmının CIA bağlantılı kişiler olduğunu açıkça söylemesi. Alpay hayretler içinde kalmış olsa da, Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketlerine Batı’nın etkisinin izini sürenler için bu iddia şaşılacak bir şey değil.

Alpay’a göre Tunus, Mısır ve Libya’daki Müslümanların tağutları devirme başarısını önemsizleştirmek kusurlu, zafiyet içeren ve Müslümanları karamsarlığa sürükleyen bir bakış açısının neticesidir. Bu yazısında Alpay, İhvan ve Nahda hareketlerinin üst düzey yöneticilerinin öncelikli hedeflerinin ekonominin güçlendirilmesi ve demokratik hakların geliştirilmesi meselesi olduğunu, İslam ahkâmını dayatmak gibi bir niyetleri bulunmadığını defalarca açıklamalarını es geçerek, bu bölgedeki demokrasi çağrısının felsefi anlamda değil, ancak seçim sistemi anlamında ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Durum öyle olmadığı gibi, bunun da ötesinde, Oliver Roy’un “Küreselleşen İslam” kitabında ileri sürdüğü İslam’ın “milliyetçi” hale getirildiği iddiasını doğrular biçimde, Mısır Selefileri Siyonistlerle olan Camp David Anlaşmasını bile kategorik olarak reddetmeye yanaşmamakta, bunu Mısır’ın saygınlığı ile ilişkilendirmektedirler. Fehmi Taştekin Tahrir Meydanı’nda konuştuğu Selefilerin temsilcisi Muhammed Nurullah’ın Camp David için sarf ettiği, "Uluslararası anlaşmalarınız olabilir. Mesele saygın bir ülke olmanız. Biz İsrail ile anlaşmaların gizli maddelerini bilmiyoruz. Önce bunların ne olduğunu öğrenmek istiyoruz. Saygınlık bunu gerektirir. Önce anlaşmaları okuyacağız, sonra değerlendireceğiz." sözlerini naklederken Abdullah Aydoğan'ın “ 'devrimci' hareketi İslami cemaatler tetikleyemedi” tespitine de yer verir. Müslüman Kardeşler ve Selefilerin az zamanda ulaşmış oldukları bu nokta İslam ile Avrupa’yı barıştırma hayali ile yürüyen Tarık Ramazan’ı dahi şaşırtmışken Alpay’ın tüm bunların üzerini bir paragrafa sığdırdığı birkaç cümle ile örtbas edebilmesi mümkün müdür?

Alpay yazısını sadece fantezilerle değil eksik bilgiye dayalı hatalı neticelerle de doldurmuştur. Anlaşılan o, Libya’daki iktidar değişimi sırasında Kaddafi’nin isyancıları hiçbir zaman “ajan” olmakla suçlamadığını ileri sürerken Kaddafi’nin 1 Temmuz 2011 tarihinde Tripoli’de yapılan mitingde sarf ettiği sözleri duymamıştı. Bu mitingde Kaddafi Batılı ülkelere seslenerek; “Siz, hain ajanları getirdiğinizde ve onlar biz Libya halkının temsilcisiyiz dediklerinde Libya halkını provoke ediyorsunuz, Libya halkını aşağılıyorsunuz. Sizin demokrasiniz bu mu? Siz savaş uçağınızla bir hain getirin ve deyin ki, Libya halkının temsilcisi budur, bu mu demokrasi? (…) Eğer bir çözüm bulmak istiyorsanız Libya halkına gidin. Sizin getirdiğiniz ve halk tarafından asla kabul edilmeyecek hainlere bel bağlamayın.”, diyordu. Belki Alpay bu konuşmayı hiç duymadı belki de olayın magazin kısmı olan, Kaddafi’nin Obama’ya “oğlum Obama” şeklinde hitap etmesi ile ilgilendi. Ne var ki, Kaddafi’nin “oğlu” Obama Kaddafi’nin bu konuşmasından çok evvel, henüz Şubat 2011’de CIA ajanlarına Libya içinde operasyon yapma izni vermişti ve Mart 2011’e gelindiğinde Libyalı muhaliflerle CIA ajanlarının birlikte çalıştıkları biliniyordu. PressTv’nin bu konudaki haberini iktibas eden bir internet sitesi Libyalı muhalifleri ağır silahlarla gösteren bir resmin altına, “Hi, we're the Libyan revolutionaries. We spontaneously uprose and spontaneously acquired these hardcore weapons.” yazarak cereyan eden şeyin ne olduğunu hala anlamayanlarla eğleniyordu. Emin değilim, ancak Alpay’ın bu konudaki kaynaklarının “okumadan yazan” kalemlerin bolca bulunduğu, Türkiyeli Müslümanların fanteziye açık olanlarına hitap eden beşinci kol internet siteleri olabileceğini düşünüyorum.

Alpay, Mustafa Abdülcelil gibi Kaddafi rejimi artığı birisini tebcil ederken, onun Libya halkına ait zenginliği Kaddafi muhaliflerine peşkeş çekeceği şeklinde anlaşılan açık beyanlarını dikkate almama eğiliminde olmalıdır. Yine Batılı koalisyonda yer alan ve Libya’ya yönelik askeri operasyonu meşrulaştırma görevinden öte bizzat sahada askeri varlık gösteren Katar ile olan ilişkileri de göz ardı etmektedir. Katar El Cezire marifetiyle sadece propaganda savaşına katılmakla yetinmemiş, Celili’nin başı olarak lanse edilen Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı maddi yardımla da bu işgalde yerini almıştı. Şu halde iktidarı ele alan “d e v i r i m c i”lerin işgalcilere “işiniz bitti, artık gidin” diyebileceklerini ummak ancak safdillik olarak izah edilebilir. Bu türün Libya’da yaşayan bazı örnekleri Katar’ın Libya’nın içişlerine bu kadar açıktan müdahale etmesine itiraz ettiklerinde Nato’nun görev süresinin uzatılmasını isteyen ancak Katar önderliğindeki bir çok uluslu güç teklifi ile yetinmek zorunda kalan Celili tarafından susturulmuşlardı.

Alpay, maalesef, yakınımızdaki Sırbistan’ı da tanımıyor. Onun çok basit çıkarımları var: Kaddafi Sırp keskin nişancılar kullandı ve Sırbistan açıkça Kaddafi’den yana tavır aldı. Kaddafi’nin Sırp keskin nişancılar kullandığı doğru olsa da, bu Sırbistan’ın resmi tutumu değildi. Sırbistan 1999’daki Kosova operasyonunda Rusya’nın Belgrad’ı koruma gücü olmadığını Nato uçaklarının Belgrad’ın altyapısını yerle bir etmesiyle görmüş oldu. Öyle ki, Belgrad Elçiliği bombalanan Çin dahi buna karşı koyamadı. Bugün Belgrad’ı yönetenler, Milosevic döneminde CIA operasyonları çerçevesinde hareket eden OTPOR hareketinin üyelerinden başkası değiller. Otpor Milosevic’i devirmeyi başardı ve ardından Demokratik Parti ile siyasi hayata müdahil oldu. Sivil yüzü ise CANVAS adı altında yeniden yapılandırıldı. Sırbistan içindeki Batı yanlılarını iktidarda tutmayı amaçlayan Avrupa ve Amerika destekli bu oluşum renkli devrimcileri eğiten bir merkez olarak biliniyor. Milosevic’in ardından eski Yugoslav istihbaratı UDB ajanlarının bir kısmı ve Sırp paramiliter güçleri Afganistan’dan Somali’ye kadar birçok operasyonda paralı asker olarak yer aldılar. Ancak Rusya’nın yakınlığını ve elden giden Kosova’yı Avrupa’dan daha fazlasını elde etmek için bir koz olarak kullanan Batı yanlısı Sırp yönetimi Kaddafi’ye açık bir destek vermedi. Sorunun bir an evvel çözülmesini temenni ettiklerini açıklamaktan öteye gidemedi. Sırp milliyetçilerin Tadic’e yolladıkları, Kaddafi rejimi ile ilişkiyi kesmeme çağrısını içeren açık mektuba ve Tadic’in Libya’nın işgalini Nato’nun Kosova’ya müdahalesine benzetmesine rağmen bu çizgi aşılmadı. Bu gün Sırbistan Avrupa ailesinden başka bir yerde gelecek arayamayan bir ülkedir ve Belgrad Avrupa’nın kirli işlerinin döndürüldüğü merkezlerden birisidir.

Alpay’ın yazısını okuduğumda Uluslararası Filistin İntifadasını Destekleme Konferansında tanıştığım ve Kuzey Afrika’daki halk hareketleri hakkında uzun bir görüşme yaptığım Mali Meclisi’nde milletvekili olan Dr.Omar Mariku’yu hatırladım. Kendisi Atasoy Müftüoğlu ile benzer şeyler söylüyordu; “Evet, diyordu Kaddafi zalim birisi ama onun karşısında yer alanların ‘iyi çocuklar’ olduğunu size kim söylüyor?” Cevabı biliyoruz: Bugün Suriye’ye saldırmamız için duaya çıkan ve yeni bir Yavuz’u dört gözle bekleyenler kimler ise onlar ve onların patronları bize kimlerin “iyi çocuklar” olduğunu söylüyorlar.

Yusuf El Kardavi Libya’nın İslam’a döndüğünü zannetse ve Kenan Alpay öyle umut etse de, gerçek bunun dışındadır. Gelecek, tüm Kuzey Afrika ülkelerini İslam’ın siyasi taleplerinden uzaklaşmaya icbar edecek gelişmelere gebedir. Atasoy Müftüoğlu sizi bu konuda uyarıyor. Afganistan’ın Hikmetyar’ı konusunda uyardığı gibi. Bence ona kızmak, sitem etmek, gücenmek yerine gerçek dünyaya uyanmanız daha hayırlıdır.

27 Kasım 2011 Pazar

Vatan İle İmtihan

Gürkan BİÇEN


İran Devrim Muhafızları Hava Kuvvetleri Komutanı General Emir Ali Hacizade’nin “İran’ın herhangi bir saldırıya uğraması durumunda ilk hedef alacakları yerin Türkiye’deki NATO füze kalkanı tesisi olacağı” sözleri beni Türkiyeli Müslümanların böyle bir açıklama karşısında takınacakları tavrın nasıl olabileceğini düşünmeye sevk etti. Zira birçok kez açığa çıktığı üzere Türkiyeli Müslümanlar ile Türkiye’nin sair ideolojilere sahip insanları arasında toprak, bayrak, dil ve devlet kavramları tartışılması dahi tehlikeli müşterekleri oluşturuyordu. Bir İslam ülkesi ve devleti olarak İran, İslam Nizamı’na yönelecek saldırının –pasif bir görevle bile olsa- cephe hattında yer alacak bir diğer ülkedeki askeri hedefleri yok etmeyi kaçınılmaz olarak görürken, hedef ülkedeki Müslümanların tarih ve coğrafya ile kuşatılmış zihinlerinde nasıl bir etki uyandıracağını sanırım biliyordur. İran buna benzer bir tarihi sınavı 1996’da, Taliban hareketinin iktidarı ele aldığı dönemde katlettiği on bir İranlı diplomatın ardından yüzünün akıyla vermişti. Batı Dünyası ve işbirlikçileri İran’ın Afganistan’a girmesini beklerken ve İran ordusu buna hazır haldeyken İran, Sünni ve Şii Müslümanlar arasında onulmaz yaralar açacak böylesi bir harekâttan uzak durmuş ve onların heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Ama bugün çok farklı bir durum var ve sanki 25 sene evvel Tahran’da İmam Humeyni tarafından kabul edilen Türkiyeli Müslümanlardan müteşekkil bir heyete İmam’ın söyledikleri gerçekleşme yolunda. Bu görüşmeyi yıllar önce, Eskişehir’deki yazıhanesinde ziyaret ettiğim Atasoy Müftüoğlu nakletmişti.

Türkiyeli bir grup Müslüman İmam Humeyni’yi ziyaret ederler ve İmam onlara, “Er ya da geç Amerika İran’a saldıracak. Bunun için ya doğrudan Türkiye’yi kullanacak veya Türkiye üzerinden kendisi saldıracak. Biz sizin bunu engellemeye gücünüzün olmadığını biliyoruz. Sizden istediğimiz elinizden geldiğince bunu geciktirmeye çalışmanız. Öyle ki, biz böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olabilelim.” der. İmam’ın bunları söylediği dönemin Türkiyesi ile bugünün Türkiyesi arasındaki fark sadece 25 yıl değildir. O günden bu yana Türkiye’nin Batı sistemi çevresindeki konumu değiştiği gibi, Türkiyeli Müslümanların Batı zihniyetine bakışı ve ülke içindeki siyasi pozisyonları da değişti. Bugün Türkiye, Batı sistemine büyük oranda entegre edilmiş bir ülkedir. Türkiyeli Müslümanlar ise toprak temelinde yükselen ve yer yer kavmi duygularla da beslenen, İslam’ın muamelata ve siyasi fıkha ilişkin hükümlerine yabancılaşmış grupçuklar haline dönüşmüşlerdir. İmam Humeyni ile görüşen Müslümanlar İmam’ın “Bizim vatanımız İslam’dır”, “Biz İran’ı İslam için istiyoruz, İslam’ı İran için değil” ve “Biz güçlü bir İran değil, İslami İran istiyoruz. Güçlü bir İran istiyorsanız gidin şahı geri getirin” sözlerini anlayabiliyor ve bu sözleri arı duru İslam’ın İmam’ın dudaklarından dökülen ifadeleri olarak kabul ediyorlarken, bugünün Müslümanları, “Her şey Türkiye için”, “Güçlü Türkiye güçlü ordu” ve “Merkez ülke Türkiye” sözlerinin ardında saf durur haldedirler. Tarih Türkiyeli Müslümanların ağır bir şekilde sınanacakları bir yöne doğru akıyor. “İki doğunun ve iki batının Rabbi” bizleri, O’nun adının egemen olmadığı her zerre toprağı kıymetsiz hale getiren bir kelime ile sınamak üzere: Vatan

Kendisini dünyanın her yerindeki Müslümanların kardeşi olarak tanımlayan bir Arnavut dostum için Katolik bir Arnavut, “O, Müslüman kardeşlerini ülkesine / Arnavutluk’a tercih eder” diye yazmıştı. Muhtemelen, “Türkiye’de, Müslüman kardeşlerini ülkesine tercih edecek ne kadar Müslüman var?” sorusunun cevabını alacağımız günlere geliyoruz. Doğrusu ben, “Türkiye halkı bilinçli bir halktır. Biz bu bilinçli milletin bu komployu engelleyeceğinden eminiz” diyen İranlı General Emir Ali Hacizade kadar bundan emin değilim. Ne var ki, benim de emin olduğum bir şey var: Bir İslam devletine yönelik muhtemel bir savaşta Batı’nın aparatçığı haline gelecek bir devletin safından ayrılmak asla ve kata vatana ihanet değildir.

20 Kasım 2011 Pazar

Doğu aritmetiği çok romantiktir

Gürkan BİÇEN

Birinci Dünya Savaşı’nın mütareke ile nihayete erdiği, Paris Konferansı’nın başladığı dönemde Sykes – Picot anlaşmasının hilafına Fransa’yı Suriye’den uzaklaştırma niyetinde olan İngiltere, Şam’a ilk giren ordunun Avustralya birlikleri değil, Faysal’ın, yerel kıyafetleriyle şehre sızarak onu içeriden ele geçiren Arap birlikleri olduğunu, Suriye’nin düşmandan – Osmanlı yönetiminden- kendi gücüyle kurtulduğunu, Wilson’un ileri sürdüğü prensipler uyarınca da Suriye’nin Arap yönetimi altında kalması gerektiğini ileri sürer. Lloyd George, hakikatte Faysal’ın adamlarının gerçek sayısının 3 bin 500 kadar olduğunu ve bunların da ancak Şam düştükten sonra geldiklerini bilmesine rağmen, Faysal’ın 10 bin adamının Şam’ı ele geçirmeyi başardığını söylemektedir. Sonraları Lloyd George bu hususta şöyle yazar: “Doğu aritmetiği çok romantiktir.”

Menfaatler söz konusu olduğunda Batı Dünyası her alanda “romantizm” yaratabilir. Zira Batı Dünyası tarihi kendi ekseninde okuyan, tüm diğerlerinin bu eksen etrafında dönen pervaneler olmasını murad eden bir anlayışa sahiptir. Batı için rakamlar, istatistikler durumu açıklamaya değil, “açıklama”yı gizlemeye yönelik araçlardır. Var olanın tümü Batı’nın gösterdiğidir. Geçmişte böyle olduğu gibi bu, bugün de böyledir.

Bugün Batı, Şam’ı ele geçirmek için yola çıkan modern Faysallara tabi on binler bulunduğuna ve Şam yolunda yaşanan çatışmaların tümünün yerel halkın mücadelesinin neticesi olduğuna inanmamızı istemektedir. Batı’nın anlatımına göre, bugün Şam yoluna düşmüş bir Avustralya birliği yoktur. Ne varsa hepsi Suriyeli Arapların kendi nesli, kendi gücüdür. Bu bakış açısıyla Şam’ın, Cemal Paşa idaresindeki Osmanlı yönetimine, silaha sarılmış muhaliflerin ise İngiliz yardımını uman bir yüzyıl evvelki seleflerine dönüşmesinde bir gariplik yoktur. Garip olan bizim de tüm bu yalana inanmak istememizdir.

Bir yüzyıl evvel Şam’da Arap kavmiyetçilerini asan Cemal Paşa’nın orduları Filistin cephesinde Filistin’in yerel halkı ile birlikte İngilizlere karşı çarpışırken, Osmanlı idaresine karşı İngiliz safında yer alan Faysal savaş sırasında da Paris Konferansı’nda da Filistin’i istemediğini, Filistin halkının “Arapça konuşan ancak Arap olmayan” bir halk olduğunu söylüyordu. Benzer şekilde bugün Şam yönetimine karşı Batı’nın desteğini arayanlar/alanlar Filistin’in kurtuluşu için Batı ile mücadelenin gerektiğini dikkate almıyorlar. Hatta modern Faysallar Filistin’den ziyade Golan Tepeleri’ne önem verdiklerini dile getirmekten geri durmuyorlar. Şam yönetimini Golan için bir mermi atmamakla suçluyorlar. Ancak Siyonistlerle olan mücadeleyi sürdüreceklerini de söylemiyorlar.

Şam’ın gaddar Baas yönetimi kimin sivil, kimin milis ve kimin ise Batı uzantısı muharip güç olduğu bilinmeyen bir ortamda binden ziyade insanı katletti. Ancak emri altındaki ordu ve polis kuvvetinden de bir o kadar insan öldürüldü. Tüm bunlara rağmen Esad yönetimine yönelik halk desteği kaybolmadı. Büyük kentlerin tüccarları, aşiretlerin büyük çoğunluğu, çok sayıda Sünni âlim Şam yönetiminin reformlar yoluyla ıslah edilmesi ancak Şam’ın merkezi gücü ve konumunu zayıflatacak çabalardan uzak durulması gerektiğinde hemfikir. Yine halkın büyük çoğunluğu Şam yönetiminin Filistin için gayret sarf ettiğinin de bilincinde.

Batı Dünyası’nın ve peyklerinin kontrolündeki medya ağı muhaliflerin gösterileriyle ekranları, gazete ve dergi sayfalarını doldururken bize “romantik” bir aritmetik sunuyorlar. Türkiye’nin dünyadan bihaber eski İslamcıları ise gazete kâğıtlarından yaptıkları tayyarelerle yeni bir “Osmanlı” hülyasına dalmış haldeler. Ne var ki, bunların cedlerinden bir farkları var; bunlar – o nasıl oluyorsa- laik bir Osmanlı istiyorlar.


Tek gerçek var: Doğu’nun aritmetiği de, Türkiye’nin İslamcıları da “romantizm”den ibaret.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Ülkenize hoş geldiniz

Gürkan BİÇEN

İran İslam Cumhuriyeti Meclisi’nin 1 – 2 Ekim 2011 tarihleri arasında tertiplediği 5.Uluslararası Filistin İntifadası ile Dayanışma Konferansının davetlileri olarak ev sahibimizin görevlendirdiği mihmandarlarımızın himayesinde aştığımız güvenlik önlemlerinin ardından salonu dolduruyor, her renkten, dinden, dilden, kültürden insanlar olarak birbirimize yönelttiğimiz selam ve tebessümle bizim için ayrılan yerlere geçiyorduk. Bu esnada orkestra az sonra çalacağı marş için hazırlanıyordu. Burası, İran’ın İslam Konferansı Teşkilatı Dönem Başkanı olduğu tarihte yapılmış büyük bir konferans salonuydu. Program henüz başlamadığından misafirler birbirleriyle konuşuyor, müzik salonu dolduruyor ancak tüm bunlar insanı rahatsız eden bir uğultuya dönüşmüyordu. Bu bana bizim selatin camilerimizin akustiğini hatırlattı. Hani, parmağınızı şaklattığınızda kubbeyi dolduran o sesi var eden camilerimizi.

Program başladığında Türkiye’den gelen İHH ve MAZLUMDER temsilcileri ve Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi de salonda hazır haldeydiler. İHH ve MAZLUMDER en üst düzeyde temsil ediliyorlardı. Öğrendiğim kadarıyla, Türkiye’den davet edilen siyasi partiler 1 Ekim 2011 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı sebebiyle bu programa iştirak edemeyeceklerini bildiren mesajlar yollamışlardı. Doğrusu, Meclis dışındaki partilerin ve hatta Meclis’te temsil edilen partilerin birer temsilci göndermelerini engelleyen şeyin TBMM’nin açılış programı olduğuna inanmak için bir gerekçe bulamadım. Ben Türk siyasi elitinin bu toplantıya katılmama sebebinin Türkiye’nin Siyonist problemin halli konusundaki farklı tutumundan kaynaklandığını düşünüyorum. Ne var ki, Türkiye bu konumunu burada da cesurca savunabilirdi. Zira bu toplantı sırasında çözüme yönelik olarak birçok şey önerildi ve hiç kimse “İntifada’ya destek amacıyla tertiplenen bir konferansa niçin böyle bir çözüm önerisi ile geldiniz?” demedi. Ben hassaten, Siyonist problemin halli için Siyonistlerin diplomatik olarak abluka altına alınması gerektiğini söyleyen Has Parti’nin bu konferansa katılacağını ummuştum ancak onlar da burada yer almadılar.

Programın açılış konuşmasını yapan İran İslam Cumhuriyeti Meclis Başkanı Ali Laricani misafirleri, “Ülkenize hoş geldiniz” diyerek selamladı. Salonda bulunan Halid Meşal ve Ramazan Şallah da elbette bu sözlerin muhatabıydılar. Onlar için, Direniş’e kucak açan, her şartta destek veren İran şüphesiz ki Müslümanların ülkesiydi. Az sonra İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei ile Halid Meşal’in sarılışları ve ekrana yansıyan bakışlarındaki o ifade bunun böyle olduğunu, başkaca bir ihtimalin olmadığını ortaya koyuyordu. İran yirminci yüzyılda Müslümanlara hediye edilmiş bir ülkeydi. Böyle olduğu için Müslümanlarla birlikte diğer antiemperyalist hareketlerin sözcüleri de böyle bir fotoğrafta yer alabiliyorlardı.

Konferansın ültimatomu İnkılab Rehberi tarafından verildi: Denizden nehre hür Filistin! Bu söz ile İran Direniş’e olan desteğini ve Filistin’in haklarını zayi edecek her türlü çözüm önerisine karşı mücadele azmini bir kez daha ortaya koymuş oldu. Böylelikle Mahmud Abbas’ın Birleşmiş Milletler nezdinde başlattığı ve fakat Direniş tarafından tanınmayan, 1967 sınırlarında Filistin Devleti’nin kabulü girişimi en başından batıl kabul edilmiş oldu. Konferans süresince 1967 sınırlarında bağımsız, toprak bütünlüğü olan ve içinde Siyonist yerleşimcilerin barınmadığı bir Filistin Devleti’nin imkânsızlığına dair birçok delil getirildi. Mevcut haliyle iki devletli çözümün mülteciler meselesini cevapsız bıraktığına ve mülteciler meselesini halletmeyen hiçbir projenin çözüm olarak sunulamayacağına işaret edildi.

Konferansa Gazze’den canlı bağlantı ile katılan İsmail Heniye de benzer hususlara temas etmekle birlikte, konuşmasının önemli bir kısmını Filistinli esirlere ayırdı. Konuşmacıların değindiği konuları not alan İHH temsilcilerinden Avukat Gülden SÖNMEZ, Heniye’nin konuşmasından sonra, “Fark ettiniz mi, Heniye konuşmasında dört kez Filistinli esirler meselesini gündeme getirdi” diyerek bu vurgunun bir amacı olabileceğini belirtti. O zaman bize hafi olan bugün aşikâr hale geldi: Binden ziyade Filistinli esir hürriyetine kavuşuyor.

Hamas’ı seçerek yönetime taşıyan Filistin halkını ambargo ve katliamlarla cezalandırmayı, Hamas yönetimini devirerek Direniş’e Filistin topraklarında geri adım attırmayı deneyen emperyalist ekseninin tüm çabalarına rağmen Filistin halkının sabrı ve Direniş’e sınırsız destek veren İslam Cumhuriyetinin kararlılığı ile bugün ümmet Allah’ın vaadine, her zorluktan sonra bir ferahlık verileceği, nusret ve zaferin ise sabredenlere bahşedileceği sözüne şahitlik etti. İsmail Heniye “Bugün esirler yarın Aksa” diyor. Esirler Aksa’ya uzanan büyük yürüyüşün bir parçası. İnkılab ve Direniş ümmetin çarkını çevirmeye, emperyalistlerin düzenini bozmaya devam ediyor. İnkılab ve Direniş bize, Filistin’in tüm esirlerine, mültecilerine ve tüm bir ümmete Mescid-i Aksa’ya girerek “Ülkenize hoş geldiniz” diyeceğimiz günü vaad ediyor.

Halid Meşal salona hitab ediyor (Tahran)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Mavi Marmara Yaptırımları: Yetmez Ama Evet

Gürkan BİÇEN

Ekseriyeti emperyalist Batı’nın kontrolünde olan basın yayın organları BM’nin Mavi Marmara saldırısı hakkında hazırladığı rapora Türkiye’nin verdiği tepkiyi “sert” olarak nitelendirerek servis ettiler. Türk medyası da aynı çizgiyi takip ederek Siyonist yapıya karşı uygulamaya konulacak yaptırımları sanki kıyamet kopuyormuş havasıyla verdi. Hâlbuki saldırının ardından geçen on beş aydan sonra alınan bu kararlar Siyonist yapı ile Türkiye’nin daha evvel yaşadığı gerilimleri andırmakta ve meselenin aslını görmezden gelmektedir.

Yaklaşık 31 yıl evvel, Siyonist yapı Kudüs’ü ilelebed başkent ilan ettiğinde Türkiye bu durumu tanımamış ve diplomatik bir tepki olarak Kudüs’teki konsolosluğunu kapatmış, diplomatik ilişkilerini maslahatgüzar seviyesine indirmişti. Türkiye Siyonist yapının Kudüs hakkındaki iddiasını bugün de tanımamasına rağmen Tel-Aviv’deki temsil düzeyini zaman içinde eski haline, büyükelçilik seviyesine getirdi. Hatta “28 Şubat Süreci”nde Siyonist yapı ile Türkiye’nin yükselen ilişkisi “stratejik ortaklık” yahut en azından “stratejik işbirliği” olarak tanımlandı. Böylelikle hükümetlerin değişmesiyle tutumların da değiştiği görülmüş oldu. Siyonist yapıya yönelik yaptırımları açıklayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuşmasında bu husus hassaten vurgulanmış, yaptırımların “mevcut hükümet”e yönelik olduğu dile getirilmiştir. Bu yönüyle açıklama yüreklere su serper nitelikte değildir. Yine bu konuşma bazı soru işaretlerini de ihtiva etmektedir.

Her şeyden evvel Siyonist yapıyı doğal bir devlet olarak kabul eden yaklaşım yanlıştır. Siyonist yapı, BM üyesi olsa bile, bir devlet değil, sofistike bir suç örgütüdür. Siyonist yapıdan devletlere has refleks ve kararları ummak onun varlık sebebinden habersiz olmak demektir. 1917’de Kudüs’ün askeri valisi olarak görevlendirilen Sir Ronald Storrs Siyonist yapı için, “Potansiyel düşman Arap denizinde küçük sadık Yahudi platosu” derken, Robert Fisk’e göre, “İsrail Silahlı Kuvvetleri modern bir ordu değil, yollarına çıkan her şeyi yağmalayan ve tam dokunulmazlıktan faydalanarak Filistin kasabalarının tarumar edilmesine izin veren silahlı çeteler sürüsüdür.”. Siyonistlere karşı durmak bizatihi Batı’nın Müslüman Dünya’nın kalbine tasallutuna karşı durmaktır. Siyonistlerin Batı’nın bir aparatçığı olduğunu ve bu sebeple Siyonistlerle mücadelenin gerçekte emperyalistlerle mücadele anlamına geldiğini dikkate almadan yapılacak her hesap yanlış bir hesaptır. Merhum Bahattin Yıldız, Dünya Bülteni’nde yayımlanan “Siyonist İsrail’in İşlevini Kavramak” başlıklı yazısında; “İsrail, hamisinin koruyucu kanatları altında güvenle, dünyayı ve Müslüman tepkileri umursamadan yürümektedir: İsrail projesi, Amerika projesi olduğundan, iki azgınlığı bir kefede hesaplamak önemlidir. Bugün İsrail’in yaptığı vahşetin cevabı aynı biçimde verilmedikçe ne insanlığın kin ve nefreti soğuyacak ne de Siyonistler başka bir dilden anlayacaktır.” diyordu. Sayısız olay bu görüşü haklı çıkarmış haldedir.

Sayın Dışişleri Bakanı konuşmasında, “Ne Mavi Marmara’ya saldırı emrini veren İsrail Hükümeti ne de bu saldırıyı gerçekleştirenler hukukun üstündedir ya da yargıdan masundur. Hepsi hukuk karşısında hesap verme konumundadır.” demektedir. Anlaşılacağı üzere Türkiye, saldırı emrini verenlerin kimliği konusunda bir tereddüt içinde değildir. Bir başka ifadeyle Siyonist yapı kabinesinin isimleri ve sıfatları belli üyelerinin emir ve talimatları doğrultusunda bu suçun işlendiğinin bilincindedir. Yine, bu kişilerin yargıdan masun olmadığını da söylemektedir. Ancak Türkiye’nin ısrarla gözden uzak tutmaya çalıştığı husus Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinin doğrudan yargılama hakkına sahip olduğu gerçeğidir. Saldırının uluslararası sularda gerçekleştirildiği verisini gündemde tutan Türkiye, saldırıya uğrayanın Türk kanunları çerçevesinde tanımlanmış bir Türk gemisi olduğunu ve bu sebeple olayın Türkiye’nin doğrudan yargı yetkisi dahilinde bulunduğunu es geçmektedir. Saldırının hemen akabinde ve ilerleyen günlerde kaleme aldığım “Katillere Yargı Yolu Açık”, “Kayıkçının Küreği”, “Mavi Marmara Davasını da Getirmeli”, “Egemenlik Hakkından Vazgeçmek” başlıklı yazılarla birçok hukukçunun paylaştığı bu kanaatimi dillendirmeye çalışmıştım. Ne var ki, az sayıdaki insanın bu gayreti MAZLUMDER İstanbul Şubesinin raporuna da yansıdığı üzere, hükümetin siyasi baskıları neticesinde makes bulmadı. Türkiye’de açılması gereken ceza davasının geciktirilmesi konusu ana muhalefet partisi tarafından gündeme getirildiğinde Adalet Bakanlığı; “Olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği”ni açıkladı. Görüldüğü üzere hükümetin dışişleri bakanı saldırı emrini verenleri açıkça söylerken, adalet bakanı “açık kimlik ve adres araştırması”ndan bahsetmektedir. Anlaşılan odur ki, Türkiye, siyasi mülahazalarla egemenlik hakkından feragat etme eğilimindedir.

Türkiye Siyonist yapı ile olan diplomatik ilişkisinin seviyesini olayın hemen akabinde düşürmüş olsaydı bunun bir anlamı olabilirdi. Ancak aradan geçen on beş ayın ardından, işleyişini/kurallarını baştan kabul ettiğiniz bir BM çalışmasındaki aleyhe durum üzerine böyle bir yola girilmesi tepkinin kime olduğunu belirsizleştirmiştir. Bu, olay günü verilmesi gereken ve bugün için nasıl bir karşılığı olacağı şüpheli bir tepkidir. Öte yandan, ilişkinin seviyesinin düşürülmüş olması rutini bozmayacaktır. Sadece bir kısım işlerin halli daha uzun zaman alacaktır. Kuvvetle muhtemel, ilerleyen zamanda bu karar da gözden geçirilecek ve tıpkı 1980’deki kararda olduğu gibi geri alınacaktır.

Türkiye’nin “Doğu Akdeniz’de sefer güvenliğini sağlamak için gerekli gördüğü her türlü önlemi alması” içeriği belirsiz bir açıklamadır. Siyonist yapı bandıralı gemiler Türk limanlarına sokulmayacak mıdır? Yahut tüm Türk gemilerinin yanına güvenlik kuvveti mi eklenecektir? Türkiye resmen hazırladığı bir filoyu savaş gemileri ile destekleyerek Gazze’ye mi yollayacaktır? Uluslararası sularda Siyonist yapının gemileri veya rotası Siyonist yapının limanları olan gemiler durdurularak aramaya mı tabi tutulacaktır? Bu soruların cevabı “evet” ise bunu yapmak için on beş ay beklemenin manası nedir?

Sayın Dışişleri Bakanı, “Türkiye, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu tanımamaktadır.” demekte ve meseleyi Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyacaklarını söylemektedir. Türk diplomasisi bu tür kurumların Batı’nın çıkarlarını korumak için tesis edildiğinin, çok açık ihlallerde bile yaptırım kabiliyetini haiz kararlar almaktan imtina ettiklerinin farkında değil midir? Adalet Divanı Gazze ambargosunu yasal gördüğü takdirde Türkiye’nin söyleyecek başka bir sözü kalacak mıdır? Türkiye Gazze ambargosunu yasal görmüyorsa Batılı olmayan ittifaklarla fiili durum yaratmalı, Siyonist yapının deniz ve hava gücünü Gazze çevresinden def etmenin yolunu bulmalıdır.

Sayın Dışişleri Bakanının açıkladığı son yaptırım kararı ise şaşırtıcıdır: “İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine tarafımızdan gereken her türlü destek verilecektir.”. Türkiye bu desteği başından beri vermek zorundayken saldırının mağdurlarının yurda dönüşünün ardından onların sesini duymazdan gelmiş, onları orta yerde bırakmıştır. Saldırının mağdurlarının basın açıklamaları ve İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım’ın yaptığı bir söyleşide, “Mavi Marmara saldırısı sonrasında açılması beklenen davalar neden bir türlü açılamıyor. Adli Tıp’ta filan neler oluyor?” sorusuna “Dava süreci devam ediyor. Bu konu ile alakalı artık nedenini sorgulamıyoruz?” şeklindeki cevabı bu iddiamızı teyit eder mahiyettedir. Türkiye’nin başından beri vermesi gereken desteği bundan sonra vereceğini açıklaması trajikomiktir.

Türkiye’nin aldığı yaptırım kararlarını Batılı ittifakların içindeki eli kolu bağlı bir ülkenin yapabileceklerinin sınırı olarak kabul etmek ve bundan fazlasını beklememek gerekiyor. Genelde İslam Dünyası’na ve özelde Filistin’e yönelik saldırının bir Nato saldırısı, Türkiye’nin ise bu ittifaktan kopamayan köle statüsünde bir üye olduğunu unutmamalıyız. Böyle olduğu içindir ki, “Nato’nun Libya’da ne işi var” sözünden “Libya operasyonunun komuta merkezi” olmamıza geçişimiz ancak birkaç gün sürmekte, İran’a yönelik füze kalkanı hakkında ağzımızı açamamaktayız. Besleme medya ve muhafazakâr kafa ise bize hamasetten başka bir şey sunmamaktadır. Tüm bunlara rağmen bu kararlar için “yetmez ama evet” demek gerekiyor.

Ben, 1 Haziran 2010 tarihinde söylediğimi tekrar etmek isterim: “Siyonist katilleri yargılamak yasal bir zorunlulukken meseleyi uluslararası toplum sarmalına havale etmek adalet peşinde koşmaktan yüz çevirdiğimiz anlamına gelecektir.”


25 Ağustos 2011 Perşembe

El Mevtul İsrail

Gürkan BİÇEN

“Kardeşler!” deseydim “Kardeşlerim!”
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor…”
İsmet Özel


Şehid Abbas Musevi Siyonistlere hitaben “Gidin onlara söyleyin. Biz Muhammed Ordusuyuz! Geri döndük ve Kudüs yolunda ilerliyoruz!" dediğinde Direniş tünelin ucunda görülen zayıf bir ışık, Amerika başta olmak üzere emperyalist Batı Dünyası’nın kuklası Siyonist yapı ise tünelin diğer ucundaki bir projeksiyon gibiydiler. Siyonist yapı Lübnan’ı işgal etmiş, Beyrut’a ulaşmış, Filistinli örgütleri dağıtmış, silahlarına el koymuş ve birçoğunu Lübnan dışına çıkarmayı başarmıştı. İslam Dünyası yeni bir hezimetin burukluğunu yaşar haldeydi.

Direniş’in hazırlanış/var ediliş günlerini anlatan Seyyid Ali Ekber Muhteşemi, Siyonistlerin Lübnan’ı işgalinin akabinde yaşananlardan bahsederken, “Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dâhil olması yönündeydi fakat işin ortasında Hz. İmam (r.a.) sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiki. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık. Bundan dolayı Hizbullah’ın kurucusu bizatihi İmam Humeyni’nin kendisidir diyebiliriz.” diyordu.

Seyyid Hasan Nasrallah ise İmam Humeyni’ye müracaatlarını andığı konuşmasında o anı; “Biz geldik ve ‘vazifemiz nedir?’ diye sorduk. ‘Biz sizin mukallidiniziz, size tabiyiz, siz ne buyurursanız biz bunu yerine getiririz. Elimizde bir şey yok, sayımız da az, maddi olarak hiçiz, özellikle İsrail ve Lübnan’a giren büyük kuvvetler karşısında’ dedik. İmam Humeyni şöyle buyurdu bize: ‘Şer’i ve asli vazifeniz gidip mücadele etmektir. Savaşın, direnin! Lübnan’ı Yahudi mezarlığına çevirin! Sizin işiniz de, vazifeniz de budur!’ İmam elimizin boş olduğunu biliyordu fakat ‘Sıfırdan başlayın ama şunu bilin ki zafer sizindir. Gidin bu işi başlatın, direnişe geçin. Cihad edin!’diyordu.” sözleriyle aktarır. Nasrallah, sıfırdan başlamanın zorluğunu ise şu sözlerle açıklar; “Kardeşlerimiz geri döndüler, bu cihadi hareketi tesis ettiler ve mücadele başladı. O günlerde bizi kimse kabul etmiyordu, ne sözümüzü, ne de yöntemimizi. Bize ‘Siz Hizbullah değilsiniz, siz deliler hizbisiniz (Hizbulmecanin), siz birkaç deli genç, toy âlim ve yeniyetme hoca geldiniz bu ülkeyi harap etmek istiyorsunuz!’ diyorlardı. Hizbullah mücahitleri mücadeleyi başlattıkları ilk yıllarda çok mazlumdular. Sadece düşmandan kaynaklanmıyordu bu mazlumiyetleri, dostların da zulmüne uğruyorlardı. Yani direnişin hücrelerinden biri operasyon gerçekleştirdiğinde ve bir yere gizlenmek, kaçmak istediklerinde halktan kimse onları kabul etmiyordu. Resmen sokağın ortasında kalıyorlardı, İsrailliler de gelip onları esir alıyorlardı. Çok mazlumca mücadele ediyorlardı.”

Başlangıçta şartlar böyle olmasına rağmen tünelin ucundaki o zayıf ışık gün geçtikçe güçlendi ve Siyonist yapının gözleri kör eden projeksiyonu gün be gün etkisini kaybetti. Liderlerini ve birçok üst düzey komutanını şehit vermiş bir hareket olarak Direniş, zafere giden yolun silahların değil mahiyetin farklılığında olduğunu söylüyor. Nasrallah’a göre, Direniş’in topladığı, “Oğlumun İslam ve cihad yolunda yüce şahadet derecesine ulaşmasını ve kıyamet gününde yüzümün Hz. Fatıma (selamullahi aleyha) karşısında ak olmasını istiyorum” diyen bir annenin sunduğu meyvedir. Bu meyveyi var eden, katyuşalara, kaleşnikoflara, sofistike silahlara sahip olmak değil, bu kültürü teneffüse imkan veren atmosferdir. Bu kültürün temelinde yatan ise her şartta “veli”nin rehberliğine sadakatle bağlanma ve imanı, aşkı, cehdi, sabrı ve öfkeyi bir noktada toplama kudretidir.

Allah’ın vaadi haktır. Allah iyi ve kötü günleri insanlar arasında döndürür ki, böylelikle sadıklar ile Allah’ın ipine ucundan dokunanlar açığa çıksın. Bugün Direniş’in bazı zalimlerin suçlarını irtikâp ettiğine dair yayılan şayialara kulak verenler, Direniş’i var eden projenin sahiplerini zalimlikle suçlayanlar Allah’ın vaadini hatıra getirmelidirler. Hesapların üzerinde bir hesabın olduğunu, Kur’an’ın da içinde yer aldığı Levhi Mahfuz’da yazılanın elbet vuku bulacağını bilmelidirler. Onlar yaklaşmakta olana bakmalı, onu görmelidirler. Yine onlar, Mescid-i Aksa’da kibre kapılıp zulme sapanların geçmişte uğradıkları ve çok yakın bir gelecekte de uğrayacakları akıbete “amenna” demelidirler: “Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına, "Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz" diye hükmettik. Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü olan birtakım kullarımızı gönderdik. Onlar evlerinizin arasına kadar sokuldular. Bu, herhâlde yerine gelmesi gereken bir va'd idi. Sonra onlara karşı size tekrar egemenlik verdik. Mallar ve çocuklarla sizi güçlendirdik; sayınızı daha da çoğalttık. İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz. İkinci bozgunculuğun zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide (Beyt-i Makdis'e) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yerle bir etsinler diye (üzerinize yine düşmanlarınızı gönderdik.)  Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer yine eski duruma dönerseniz, biz de (cezaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirlere bir zindan yapmışızdır.” (İsra Suresi)

Ümmetin direği vaadin yaklaştığını, Siyonistleri bulacak ilahi cezanın Müslümanların elleriyle gerçekleşeceğini söylüyor. Bugün, bir mümin/mümine için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi?


22 Ağustos 2011 Pazartesi

Yusuf Kaplan ve Müstekreh Bir Yazı

Gürkan BİÇEN

“Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan’ın ‘Suriye’den evvel İran durdurulmalı’ başlıklı yazısını okudun mu?” diye soruyorum, telefondaki arkadaşa. “Dur Allah aşkına”, diyor, “Kusacağım şimdi”. Doğrusu yazıyı okuduğumda aynı hisse ben de kapılmıştım. Bu hissin kaynağı Sartre’ın “Bulantı”sı ile değil, Mehmet Akif’in, Safahat’ın “Asım” kitabında tarif ettiği “şuara” tiplemesiyle ilişkiliydi. Akif şairlerden bir güruhun varlığına işaret ederek bunların “edebiyata edepsizliği sokan” kişiler olduğunu anlatır ve bunlar için “müstekreh” tabirini kullanır. Akif bu adamların tıynetini;

“Ş'uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,

Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu”

mısralarıyla dile getirir.

Durum anlaşılmıştı; bende ve arkadaşımda oluşan bulantı hissi Yusuf Kaplan’ın müstekreh yazısından kaynaklanıyordu. Yusuf Kaplan’a –daha sonra özür dilemek zorunda kaldığı- bu yazıyı yazdıran saikin ne olduğunu bilecek vaziyette değilim. Ancak özür yazısında belirttiğinin hilafına kendisinin daha evvel de yalpaladığını gören birisi olarak bir vazifenin icrası dâhilinde hareket etme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Beni bu düşünceye sevk eden vakaların bir kısmını aktarmam gerekebilir:

2009 senesi hac mevsimi yaklaşırken ajanslara düşen bir haber dikkate değerdi. Suud Kralı Abdullah 6 Türk gazeteciyi hacca davet ediyordu. Aralarında Yeni Şafak gazetesinden Yusuf Kaplan’ın da olduğu 6 Türk gazeteci on gün boyunca kralın özel misafiri olacaklardı. Yusuf Kaplan’ın hac yolculuğu öncesi yazacağı son yazıyı merakla bekledim. Acaba kralın davetlisi olarak gittiğini açıklayacak mıydı? Yusuf Kaplan, 20 Kasım 2009 tarihli yazısının sonuna şu notu ekliyordu; “ "VEDA": Bu hafta sonu Hacc'a gidiyorum... Sevgili Ömer Lekesiz dostun deyişiyle "Sevgili'nin Evi" Kabe'ye ve Efendimiz'in "dergâh"ına yüz sürmeye, insanlığa rahmet kanatları ve ufukları açan yüce yolunun, güzîde yolculuğunun izini bizzat yaşamaya, tecrübe etmeye, solumaya, tatmaya... O yüzden iki hafta izninizi istirham ediyorum... Hakkınızı helâl ediniz...”

Kaplan kral parasıyla hacca gittiğini yazmak istememişti anlaşılan. Bu haccın takipçileri olarak, kendi imkânları ile hacca gitmesi mümkün değilse böyle bir fırsatı değerlendirmiş olmasını anlayışla karşıladık. Ne var ki, Kaplan’ın bundan sonra Suudi Amerika hakkında yazacaklarına da dikkat etmeyi ihmal etmedik. Hac dönüşü izlenimlerini yazmaya başlayan Kaplan’ın, 7 Aralık 2009 tarihli yazısında kralın hediyesine ilk karşılığı vermiş olduğunu gördük. Bu yazısında Kaplan, “Türkiye'nin gerçekleştirdiği atılım ve açılımlara bölge ülkeleri de karşı açılım ve atılımlarla cevap veriyorlar: Sözgelişi, Arabistan Kralı Abdullah, Arabistan'ın Yeni Faysal'ı olduğunu gösteren işlere imza atıyor: Bir yandan ülke içindeki sosyal adaleti, kardeşlik ve barış ortamını yaygınlaştırmaya çalışırken, öte yandan da Türkiye ve bölge ülkeleriyle derin, uzun vadeli ve kalıcı ilişkiler kuruyor ve Batılılara mesafeli duruyor. Bunun en somut örneği, 2006 Haziran'ın da Batılıların ve onların içerideki uzantıları olan tatlısu frengisi "Beyaz Türkler"in, Türkiye'nin ekonomisini çökertmeye dönük operasyonlarını önlemek amacıyla Kral Abdullah'ın art arda iki kez Türkiye'ye ziyaret yapması ve 20 milyar dolar nakit para getirerek bu operasyonu püskürtmemize yardımcı olmasıdır.” diyordu.

Kral’ın Türkiye’ye 20 milyar dolar getirdiğine dair iddiasını Haziran 2010 senesinde “Teke Tek” isimli televizyon programında tekrar eden Kaplan, gelen tepkiler üzerine olsa gerek 14 Haziran 2010 tarihli yazısının sonundaki bir not ile özür diliyordu. Bu özür açıklamasında Kaplan, sanki bu hususta daha evvel hiçbir şey yazmamış, hac dönüşü aynı gazetede kaleme aldığı izlenimlerinde bu konuya hiç değinmemiş gibi davranıyor ve şöyle diyordu: “ZORUNLU BİR AÇIKLAMA TVNET dışındaki kanallara çıkmama ezberimi bozarak geçen gün TekeTek`e çıktım... Katılımcıların, ilkel, ırkçı Arap, İran vs düşmanlıklarına daha fazla dayanamadım ve çok da iyi bilmediğim hâlde, "bu kadar hakaret ediyorsunuz ama Suud Kralı, Türkiye`nin büyük bir ekonomik krizin eşiğine sürüklenmeye çalışıldığı bir sırada Türkiye’yi bu krizden kurtaracak bir girişimde bulundu. Küfür değil; teşekkür etmeliyiz" dedim. Arap havzasına ticarî olarak açıldığımızı, Arap sermayesinin Batı`dan Türkiye`ye akmasını başardığımızı biliyorum... Ama Suudların Türkiye`ye spesifik olarak nasıl yardım ettiklerini bilmiyorum. "Kralın uçakla nakit para getirdiği" iddiasını da Türk basınından okuduğumu söyledim zaten... Özetle... Ben gazeteci-mazeteci değilim... Bu konu da kesin olarak bildiğim bir konu değil... Çok iyi bilmediğim, başkalarından okuduğum bir şeyi, yapılan hakarete dayanamadığım için gündeme ben getirmiş oldum... Yanlış zamanda, yanlış yerde, çok emin olmadığım bir şeyi gündeme getirerek, hiç istemediğim halde, absürd bir şekilde gündem oluşmasına yol açtığım için başta izleyiciler olmak üzere burada zan altında kalan bütün "taraflar"dan özür diliyorum... Açıkçası ne olduğunu çok iyi bilmediğim, bu tür saçma sapan meselelerle gündeme gelmek istemem... Dahası, gündeme gelmek gibi bir derdim filan da yok benim... Ben daha esaslı, daha derinlikli, daha kalıcı fikrî kaygıları olan bir adamım vesselam...”

Yusuf Kaplan’ın İran konusunda özür dilemekle yetinmeyip bizlere hesap vermesi gereken hususlar yukarıdaki özür metninde açıkça görülüyor. Kaplan’ın İran’a lanet okuduğu 19 Ağustos 2011 tarihli yazısının ilgili bölümlerini okuyan her aklıselim insan ona aynı soruları soracaktır. Kaplan’ın sözleri şunlardır:

“Baas rejiminin son artığı Beşşar Esed'e ve terör şebekesine de binlerce kez lanet olsun. Suriye'deki katliamın arkasındaki pers ruhlu aktör İran'a da binlerce kez lanet olsun. (…) Suriye'deki katliamın arkasında İran var. İran, durun dese, durdurulacak ve duracak katliam. (…) İran, çok tehlikeli bir oyun oynuyor. Suriye'yi karıştırarak Türkiye'yi arkadan vurmakla Türkiye'nin büyümesini, önünün açılmasını istemeyen Amerika'yla ve İsrail'le aynı yerde konuşlanmış oluyor, Persleşen, vicdansızlaşan ve yüzlerce masum Suriyelinin katledilmesini "seyreden" (?) İran. Birileri İran'ı durdurmalı artık. Suriye'yi değil, İran'ı. Suriye'yi ve bölgeyi karıştırarak, sömürgecilere bir kez daha peşkeş çekecek tehlikeli bir bölgesel savaşın tohumlarını ekiyor İran. O yüzden durdurulmalı. Bir Türkiye'nin yaptığına bakın, bir de İran'ın yaptığına: Türkiye, İran da, Suriye de vurulmasın diye göğüs göğüse çarpıştı Batılılarla; ama İran ilk ele geçirdiği fırsatta vuruyor Türkiye'yi arkadan, Suriye'den. İran'ın şu an tek derdi Türkiye'nin toparlanıp büyümemesi. Aynı dert Amerika'nın da, Avrupa'nın da, İsrail'in ve -sıkı durun- Türkiye'deki laikçi, ulusalcı, Kemalist ve Sabetaycıların da derdi değil mi?”

Tüm bu anlatılanlardan sonra Kaplan’ın şu sorulara cevap vermesini ve bizi ikna etmesini bekliyoruz:

1 – Bir sene evvel İran düşmanlarının İran düşmanlığına dayanamadığınızı söylerken, bugün açık bir İran düşmanı olmanızda kursağınızdan geçen kral parasının etkisi var mıdır?

2 - “Gazeteci mazeteci” değilseniz ve bu sebeple sizde son bulan bir bilgi akışı yok ise İran’ın Suriye’deki katliamın arkasında olduğunu, Suriye’yi karıştırdığını ve bunu Türkiye’yi arkadan vurmak için yaptığını nereden öğrendiniz? Size bu konularda bilgi taşıyan bir istihbarat teşkilatı ile bağınız/bağlantınız mı var?

3 – İran basınını yahut İranlı yetkililerin açıklamalarını takip ediyor musunuz? Onların Suriye rejimini itidale ve halkın isteklerine cevap vermeye çağıran açıklamalarından haberiniz var mı? Yoksa Türk medyasını izlemekle mi iktifa ediyorsunuz? (Yusuf Kaplan 2006 yılında Türk medyası için şunları diyordu: “Bir de köle ruhlu medyatörler var. Varlığı bu ülkeye sadece zarar veren sözüm ona Türk medyası mesela. Gladyatörleri aratmayan İsraillilerin vahşetine başkaldıran insanları hâlâ "militan, gerilla, terörist" diye sunan köle ruhlu medyatörler! Köleler, köle ruhlu varlıklar, sadece seyretmiyor; İsrail'in vahşetini, Amerika'nın barbarca planlarını meşrûlaştıracak işlere de imza atıyorlar! Yazıklar olsun!”)

4 – İran’ın Suriye’de yaşananların ardında olduğuna dair kesin bir bilginiz var ise bunu ortaya koyacak mısınız? Kesin bir bilginiz yok ise böyle bir yazıyı kaleme almakla Müslümanlara bühtan ettiğinizin bilincinde değil misiniz?

5 – İleri sürdüğünüz şeyler için daha sonra rahatlıkla “saçmalık” diyebildiğinizi dikkate alırsak sizin, kendi tabirinizle, daha esaslı, daha derinlikli, daha kalıcı fikrî kaygıları olan bir adam” olduğunuza inanmamızı umuyor musunuz?

6 – Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?

Kaplan, dilerse cevaplamaya sondan başlayabilir. Ancak nereden başlarsa başlasın Akif’in, “O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.” mısraını dilimizden sökemez.

2 Ağustos 2011 Salı

Her Duyulan Söylenir mi?

Gürkan BİÇEN

Tabiatı itibariyle her türlü etkiye açık olarak yaratılan insan, tüm bu etkilerin üzerinde bir irade gücü ve aydınlık yolu gösteren rehberler ile desteklenmiştir. Böylelikle Allah insana istikamet üzere kalmasını sağlayacak imkânları da bahşetmiştir. İnsanın kendisine biçilen rolü layıkıyla yerine getirmesini temin edecek yolda Allah’ın hitabı insan için tartışılması imkânsız “kesin bilgi”yi ifade ederken, kâinatta gerçekleşen tüm diğer olaylara ilişkin bilgiyi ancak “haber” olarak tanımlayabilmekteyiz. Bu yönüyle haber, kısaca, doğruluğu yahut yanlışlığı sonradan ortaya konulması mümkün bilgi olarak tarif edilebilir.

İnsan davranışlarını etkilemesi, onu karar verme sürecinde yönlendirmesiyle “haber” sağlıklı bir toplumun var edilebilmesi için kontrole tabi tutulması zorunlu olan bir bilgidir. Allah kesin bir bilgi ile hareket etmeyen insanın düşünce seyrinin zanna tabi olduğunu, zannın çoğunun ise insanı hataya ve zulme sürüklediğini açıkça beyan eder ve hem her bir Müslüman’a hem de Müslüman toplumun emir sahiplerine toplumu ifsad edecek bilginin yayılmaması için ağır bir sorumluluk yükler. Bu sorumluluğun iki temel üzerinde yükseldiğini söyleyebiliriz.

Birinci temel haberin kaynağına ilişkindir. Allah, Hucurat Suresi’nin 6.ayetinde; “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” buyurarak öncelikle haberin kaynağına dikkat etmemizi, kaynağın emin olmadığını açıkça bildiğimiz bir durumda haberin gerçekliğini çok daha dikkatli bir şekilde araştırmamız gerekliliğini ortaya koyar. Bu, kaynağa ilişkin bir tedbirdir. Bu şekilde Allah, Müslüman toplumun kötü niyetli kişilerin oluşturacağı menfi tesirden olabildiğince az etkilenmesini murad etmiştir.

İkinci temel ise haberin sıhhatli olması durumunda bile bu haberin topluma ulaştırılıp ulaştırılamayacağı ile ilgilidir. Bu temel, haberin kaynağına ve doğruluğuna ilişkin araştırmanın akabinde ümmetin maslahatını belirlemeyi amaçlamaktadır. Nisa Suresi’nin 83.ayetinde Allah, “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” hitabıyla haberin yayılması için sıhhat şartını sağlamasının yeterli olmadığını, Müslüman toplumun işleyişi ve ilerleyişini sekteye uğratacak, onun içinde ihtilaflara kapı aralayacak türden haberlerin erbabınca ayıklanmasını emretmektedir.

Allah Müslüman toplumu düşmanlarının habere dayalı bir kısım tuzaklarına karşı uyarmakta ve fitne çıkarmak için çabalayanları bu davranışlarına son vermeye çağırmaktadır. Nur Suresi’nin 19.ayeti bize, Müslüman toplumu ifsad etmeye, böylelikle düşmanlarının müdahalesine açık hale getirmeye çalışanların varlığını açık bir şekilde ifade eder: “Müminler arasında çirkin söylentilerin yayılmasından hoşlananları bu dünyada da, ahirette de can yakıcı bir azap beklemektedir; çünkü (her şeyin önünü sonunu) Allah biliyor, ama siz bilmiyorsunuz.”. Böyle kimseleri Allah Ahzab Suresi’nin 60.ayeti ile uyarır; “Andolsun, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler.”.

“Haber”in de mamul hale geldiği bir çağda Müslümanların çok daha dikkatli olmaları, doğrulayamadıkları habere dayalı bir faaliyete tevessül etmemeleri akla ve tedbire yakın olandır. Kitle iletişim araçlarının insanların bakış açılarını belirlediği bir zaman diliminde aynı kaynağın farklı kolları olan televizyon, radyo, gazete ve sair araçların yayımlarına dayanarak hakikat ile yalan arasındaki farkı tespit etmenin kolay olmadığı bilinmelidir. Televizyon haberciliğinin “montaj”la birebir irtibatlı ve aynı karelerden birçok farklı haber üretmenin mümkün olduğunu, kitle iletişim araçlarının kahir ekseriyetini elinde tutan Batı Dünyası’nın politikalarına göre aynı görüntülerin farklı haber metinleri, müzikler ve tercümelerle çeşitli şekillerde kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekmektedir. Her bir Müslüman bizi günün yirmi dört saati kuşatmış olan bir ağın varlığını idrak etmeli ve bundan bir an olsun gafil olmamalıdır.

İçinde Müslümanların yer aldığı yahut Müslümanlar tarafından kurulan medya organlarına ise çok daha ağır bir sorumluluk düşmektedir. Bunlar haberin sıhhatinden ayrı olarak sunumdaki bakış açısından da mesuldür. Müslümanlara ilişkin haberleri Batılı haber ajanslarının düşmanca bakış açısıyla aktaran bu tür medya organları açık bir cürümü de irtikap etmektedir

.

Kendisinin hayrını ve Müslümanların maslahatını düşünenlerin “haber” hususunda dikkatli olmaları ve Ebu Davud’un aktardığı şu hadisi hiç unutmamaları icap eder; “Her duyduğunu söylemek kişiye günah olarak yeter.”

15 Temmuz 2011 Cuma

Tahran Müslümanların Tahran’ıdır

Gürkan BİÇEN

İslam’ın politik yüzünü geçen yüzyıl terk ettiğimiz “Türk” kavramına rapteden ve Müslümanların doğal idarecilerinin Türkler olması gerektiğini varsayan İsmet Özel yıllar evvel “Tahran Müslümanların Moskova’sı mı?” başlıklı bir yazı kaleme alarak Tahran’ın yeryüzünün tüm Müslümanlarına hitabeden bir merkez olma isteğini sorgulamış ve tabii ki kendi teorisine uymamasından olsa gerek bu durumu yadırgamıştı. “Kâfirle savaşan Müslüman”ı Türk kabul eden Özel’in bu ismi emperyalist güçlerle açık bir mücadelenin içinde yer alan Tahran’dan esirgemesinin onun handikabı olduğunu varsayıyoruz. Ancak derinlerden bir ses bize, şayet Özel haklı ise, gerçekten kâfirle savaşan Müslüman’a Türk denilmesi gerekiyorsa, Direniş cephesinin kutuplarının “Türklük”ten çıkarılmasına gönlümüzün razı gelmemesini fısıldıyor.

Türkiye’nin olayların arkasından koşan ve fakat olayların sebeplerini, aktörlerini ve nihai amacını görmekten aciz bazı kalemleri “Türk” olduklarını göstermek için bir fırsat buldular ve düşmanın büyüğünü göz ardı edip küçüğüne saldırmayı tercih ettiler. Onlara göre Direniş cephesinin bu güne kadar elde ettiği başarının oluşması tamamen takdiri ilahi idi ve Allah’ın hiçbir kulunun bu başarıdan nemalanmaya kalkması yakışık almazdı. Yine, Direniş cephesinin mensupları “Türk”ün yol göstericiliğine razı olmalı ve onun hayal dünyasına intisap etmeliydi. Bu kalemlerden birisi, hükümet bülteninin hayalperest kalemşoru, kendisinin her başarının ve iyiliğin ardında koştuğunu anlatırken, Hizbullah’ın başarılarına ilk önce kendisinin sevindiğini, Suriye ile Türkiye’nin ilişkilerinin gelişmesini her zaman desteklediğini belirtiyordu. Ancak bu “Türk”ün ıskaladığı bir şey yok muydu? Direniş’in dayandığı yer!

İran İslam İnkılâbı dünya Müslümanlarına sadece moral değil, geniş imkânları ile devasa bir ülke de kazandırdı. İmam Humeyni’nin, “Biz İran’ı İslam için istiyoruz, İslam’ı İran için değil” sözü İnkılâbın şiarlarındandı. İmam Humeyni İnkılâba giden yolun tümünde bu sözü hiç çekinmeksizin söylemeye devam etti. Bugün dahi İslam İnkılâbı muhaliflerinin İmam Humeyni hakkındaki kara propagandalarının bir parçasını bu söz oluşturmaktadır. Muhalifler bu söze istinaden İmam Humeyni’yi İran’ı sevmemekle, İran’ın çıkarlarını öncelememekle itham etmeye devam etmektedirler. Emperyalist Amerika’yı “Büyük Şeytan” ve kuklası Siyonist yapıyı da “Küçük Şeytan” olarak isimlendiren İmam Humeyni’nin mirasını devralan İran yönetiminin yeryüzünün her noktasına yayılan bir mücadelede Direniş cephesinin “merkezi aklı”nı oluşturuyor olması ve sırf bu sebeple ambargoya, tecride, karalanmaya, örtülü operasyonlara maruz kalması İran’ın ödediği bedelken, Hizbullah’ın, Hamas’ın, İslami Cihad’ın Siyonistler karşısında gösterdikleri başarı bu bedele Allah’ın takdir ettiği mükâfattır. Hayalperest kalemlerin mükâfatı görüp sebebe gözlerini kapamaları kötü niyetlerine olmasa bile onların “illet”i bilmeden “hükme” varma arzularına yorulmalıdır.

Düşmanla mücadelede bir “merkezi akıl” ile hareket eden Direniş cephesinin gerçekleştirilmesi gereken öncelikli hedefi, “Amerika’nın ve Siyonist yapının bölgeden sökülmesi” olarak belirlediği açıktır. Düşmanın, mukadder anı olabildiğince erteleme gayreti de öyle. Bunu sağlayabilmek için düşman her yola başvurmakta, tüm dostlarını yardıma çağırmakta ve olayların peşinde koşanları manipüle etmeyi sürdürmektedir. Bugün Direniş cephesine ve bu cephenin liderlerine yöneltilen en acımasız eleştiriler ancak kendilerini “Türk” kabul eden kalemlerden ve onların yönlendirmesiyle koşuşanlardan gelmektedir. Bunlardan bir grubun da Suriye sınırına koşacağını okuyoruz.

Suriye sınırına koşacak olan bu grup kendisini “16 Temmuz Gençlik Hareketi” olarak isimlendiriyor. Grubun propaganda çalışmaları arasında yer alan bir videoda 16 Temmuz’da Suriye sınırında olacağını söyleyen bir genç bunun gerekçesini, “Amerika, İsrail ve onların yerli işbirlikçilerinden nefret ettiğim için” şeklinde açıklıyordu. Kuvvetle muhtemel bu genç Suriye muhalefetine destek vermek için Suriye sınırına gideceğini açıklarken, Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı ve şimdilerde Suriye muhalefeti liderlerinden birisi olarak boy gösteren Baas kökenli Abdulhalim Haddam’ın Şarkul Evsat’a verdiği demeci görmemiş, Haddam’ın Amerika’yı ve Nato’yu Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya davet ettiğini okumamıştı. Muhtemelen, Lübnan Eski Başbakanı Refik Hariri suikastının yalancı tanıklarından olan ve halen Hollanda’da yaşayan Suriyeli Binbaşı Zuheyr Sıddık’ın Safa televizyonuna yaptığı açıklamada yer alan, “Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte, Suriye'deki İran elçiliği de kapatılacak” sözlerini de işitmemişti. Öyle olsaydı, Suriye sınırına gitme gerekçesini Amerikan emperyalizmine duyduğu nefret ile açıklamaz yahut Amerikan emperyalizmine yönelik nefretini izhar ettikten sonra insanları Suriye sınırına değil Libya’yı bombalayan Nato kuvvetlerinin idare edildiği komutanlığın bulunduğu İzmir’e davet ederdi.

Türkiyeli Müslümanlar her zaman olduğu gibi bu sefer de kolay olanı seçtiler; Medyanın ve hükümetin işaret ettiği alana koşmayı. Türkiyeli Müslümanların Amerikan emperyalizmine karşıtlıkları içi boş bir iddianın ötesine geçemiyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikan işgali altındaki Afganistan’da her gün öldürülen çocukların hesabını Afganistan’da Amerika ile birlikte yer alan Türk hükümetinden sormaya cesaret edemiyorlar. Medya, hükümet ve Amerika öyle istediği için bugünlerde bir Suriyeli çocuğun kanı yirmi Afgan çocuğunkine denk geliyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikanın açtığı yaraları yetimhaneler açarak kapatabileceklerini ve böylelikle üzerlerine yüklenen vebalden kurtulmuş olacaklarını düşünüyorlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş cephesinin ödediği bedeli küçümsercesine hareket ediyorlar. Direniş cephesinin bilinen ve bilinmeyen müntesiplerinin fedakârlıklarını görmezden geliyorlar. Direniş’in sanal kahramanlar üzerinden değil kanlı canlı insanlar ile yürütüldüğünü, bu insanlara da acının, yokluğun ve ölümün dokunduğunu kabullenmekte zorlanıyorlar. İmad Mugniye’den, Mahmud Mebhuh’dan, onların hayat hikâyelerinden ancak onların şahadetinin ardından haberdar oluyorlar. Farklı gruplardan gelen insanlardan oluştuklarını söyleyen 16 Temmuz Gençlik Hareketi de bunlardan müstesna değil.

16 Temmuz Gençlik Hareketi içinde yer alan, onun sözcülüğünü yapan yahut bu harekete hararetle destek veren bazı simalar ellerindeki imkânları Müslümanların faydasına amade kılmış Direniş liderlerine akıl hocalığına soyunmuş kişiler değil mi? Bunlardan bazıları dün aynı fotoğrafta görünmek için can attıkları Baas liderlerini bugün yerden yere vuranlar ve buna bir açıklama getirme zahmetinde bulunmayan insanlar değil mi? Bu insanlara ne oluyor? Nasıl oluyor da İran ve Hizbullah’ı Siyonistlerle aynı kefeye koyanların peşi sıra koşuyorlar ve avuçlarını patlatırcasına bunları alkışlıyorlar? Türkiyeli Müslümanlar Tahran’ın tüm siyasi hareketlerin yapması gerekeni yaptığını, merkezi aklın bir plan çerçevesinde hareket ettiğini ve Tahran’ın Müslümanların Tahran’ı olduğunu bilmelidirler. Yine Türkiyeli Müslümanlar, Siyonist yapının sökülmesinin akabinde bölgedeki hiçbir rejimin eski düzeni sürdüremeyeceğini, buna Baas rejiminin de dahil olduğunu görmelidirler ve Direniş cephesinde gedik açacak, onu anlamsız bir meşakkatin içine sürükleyecek keyfi işlerden uzak durmalıdırlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş’in kendilerinin sahip olduğu imkânların çok daha fazlasına sahip olduğunu, bölgenin tümüne yayılan varlıklarıyla Türkiyeli Müslümanlardan kat be kat fazla bilgiye ulaştıklarını ve bunları çok daha ustalıkla değerlendirdiklerini anlamalıdırlar.

Türkiyeli Müslümanlar Altıncı Filo’ya taş atamıyorlar ancak taş atanlara saldırmaktan vazgeçebilirler. Unutmadan, Suriyeli masumların kanı Direniş’in değil, Baas’ın ve onları plansız, programsız, zamansız ve hazırlıksız olarak ortaya atan Amerika yanlısı muhaliflerin ve bu muhalif liderlerin yardımına gözü kapalı koşanların hesabına yazılıyor.

Paramız nereye akıyor?

Gürkan BİÇEN

Sosyalist Blok’un çözülmesine yol açan unsurlar arasında diğerleri ile birlikte Kilise’nin payını da teslim etmek gerekir. Bu, Balkanlar açısından da böyledir. Vatikan, Avrupa kiliseleri ve Dünya Kiliseler Birliği Müslüman Dünya’nın unuttuğu bir dönemde Balkanları unutmamıştı. Sosyalist rejimler istemese de, Balkan halkları Vatikan’dan ve Avrupa’dan yayım yapan radyoların sesine kulak vermekten imtina etmiyordu.

Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa ve Amerika resmi düzeyde laik kurumları dayatsa da, Kilise sosyolojik dönüşümü sağlayacak argümanları kullanmakta, Balkan Müslümanlarını yüzlerce yılda oluşan kimliklerine yabancılaştırmak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Müslüman Dünya’nın dikkati ise ancak katliamlar, sürgünler ve nihayetinde oyunun bir parçası olan “Müslüman halkı kurtarma” operasyonları ile bölgeye çevrilmektedir. Kriz dönemlerinde canla başla çalışan resmi ve sivil kurumlarımız krizlerin ardından oluşan durumu kavramaktan aciz kalmışlardır. Türkiye örneğinde olduğu gibi, ülkenin Balkan politikasına resmi ve sivil düzeyde yön veren insanlar modern toplumların dönüşüm şekillerini idrakten uzak bir halde, modernizm öncesi kullanılan yollarla Müslüman kimliği diriltebileceklerini, bu kimliği diğerleri arasında onurlu ve sağlam bir mevkie ulaştırabileceklerini düşünmektedirler. Ağırlıklı olarak tarihi Osmanlı bölgesinde yapılan bir kısım çalışmalarda öncelik verilen hususlar Türkiye’nin esasa değil, füruya talip olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin yoğun bir çalışma içinde olduğunu ortaya koymak adına konuşan Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü İbrahim Kalın, Türkiye’nin son dokuz yılda yurtdışına 5 milyar dolara yakın yardımda bulunduğunu ve bu paranın önemli bir kısmının restorasyon çalışmalarına harcandığını söylüyor. Kalın’a göre yapılan bu çalışmaları bölge halkları biliyor ancak Türk halkı haberdar değil. Başbakanlık hangi verilere dayanarak bölge halklarının Türkiye’nin çalışmalarından haberdar olduğu kanaatine ulaştı bilemiyoruz. Bildiğimiz, Balkan coğrafyasında Türkiye’nin bir iletişim, enformasyon ve medya ağının olmadığıdır. Bölgede yayım yapan televizyon, radyo ve gazetelerin kahir ekseriyeti varlıklarını, Türk ve İslam Dünyası hakkında müspet bir haber vermemeye and içmiş kişilerin yönetimine ve Batı Dünyasının ekonomik desteğine bağlamışlardır.

Bu duruma işaret eden Prof.Dr. Cemaluddin Latiç, Ayhan Demir ile yaptığı röportajında İbrahim Kalın’ın gururla anlattığı noktaya temas ediyor ve “Bazı Türk siyasetçileri, yardımlaşma çalışanları ve entelektüelleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Onlar, Bosna ve Boşnaklar için verdikleri sözleri unuttular. Bizim her devlet başkanımız, Türk siyasetçilerinin verdikleri sözlerden oluşan uzun bir listeyi size sunabilir. Ancak buna gerek yok. Çünkü o sözlerden hiçbiri gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyeceğini de artık biliyoruz. Türk eliti bunu bize niye yapıyor? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Müslüman Türk halkı, Türk elitinin bizi rencide ettiğini biliyor mu acaba? Türkiye'deki elit tabaka bizi aşağılıyor. Türk hükümeti, Bosnalı Müslümanlar yerine Osmanlı taşlarına para yatırmayı tercih ediyor. Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmasını sağlayabilirdi. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardıma ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır.” diyordu.

Balkan coğrafyası gibi Batı’nın tüm kurumlarıyla işgal ettiği bir alanda çalışma yapmanın zorluğunu baştan teslim etsek de, bu, yapılan çalışmaların mahiyetini sorgulamamıza da engel olmamalıdır. Her şeyden evvel, kanunların verdiği haklar çerçevesinde hareket edildiği halde bile Müslüman unsurun gelişimini sağlayacak imkânları seferber edebileceğimizi görmeliyiz. Bunun için bu yönde bir irademiz olup olmadığını sorgulayarak işe başlayabiliriz. Müslüman unsuru gözlerden uzak bir yerde tutma yönünde işletilen bir politika ne Balkan Müslümanlarına ne de onların kardeşi ve hamisi olan Türkiyeli Müslümanlara bir fayda sağlamamaktadır. Çalışmalarımız Müslüman halkların kimlik bilincini yeniden inşaya ve onları görünür kılmaya yönelmediği müddetçe Batı ekseninde hareket eden kişiler Müslüman halkların sözcüsü olmaya devam edeceklerdir.

Latiç, Türk Hükümetinin yürüdüğü yanlış yolu hükümet bülteni gazetelerde yazan hayalperest kalemlerin değil, ancak İslam âlimlerinin düzeltebileceğine inanıyor ve onlardan, hükümetin yaptığı büyük yanlışları düzeltmelerini bekliyor.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Srebrenica`daki Kusurumuz

Gürkan BİÇEN


Tadeusz Mazowiechi 27 Temmuz 1995`te Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Hususi Raportörlüğünden istifa ettiğinde Kızıl Haç Komitesinin ilk belirlemelerine göre Srebrenica`nın ele geçirilmesinden sonraki dört gün içinde sivil ve asker dâhil olmak üzere 7 bin 79 kişi katledilmişti.

Birleşmiş Milletlerin “güvenli bölge” olarak ilan ettiği ve bu sebeple muharip birliklerden arındırılmış kentte yaşanan katliam için Birleşmiş Milletleri suçlayan Mazowiechi, “Uluslararası topluluk ve onun liderleri bu hakları koruma cesaret ve kararlılığına sahip olmadıkları müddetçe, insan haklarından inandırıcı bir şekilde söz edilemez” diyordu. Mazowiechi uluslararası toplumun katliamdaki sorumluluğunu işaret ederken, Aliya İzzetbegoviç katliamda Srebrenica’nın siyasi ve askeri liderlerinin kusuru olup olmadığını da sorguluyor, uluslararası toplum ile birlikte onları da mercek altına alıyordu.

Srebrenica Birleşmiş Milletlerin gerçek misyonunu ortaya çıkarması açısından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en somut örnektir. Birleşmiş Milletlerin galip devletlerin güç dengesini gözeten bir aygıt olduğu, Batı Dünyası’nın yer kürenin her yanına dağılmış iktisadi ve siyasi varlığını devam ettirmenin bir aracı olarak kullanıldığı, buna rağmen zayıf halkların Birleşmiş Milletlerin vaatlerine inanmaktan ve ona güvenmekten başka çarelerinin olmadığı fikrinin derin bir yara aldığı yerdir Srebrenica.

İzzetbegoviç “Tarihe Tanıklığım” isimli kitabında Srebrenica katliamına giden süreci, katliamı ve sonrasını anlatırken Birleşmiş Milletlerin taahhüdüne güvenmek zorunda kaldıklarını ancak bununla iktifa etmediklerini söyler. O, şehrin askerden arındırılması anlaşması çerçevesinde hareket ettiklerini ve bu sebeple orada bir kolordu kurmak yerine orayı merkez karargâhı Tuzla’da bulunan İkinci Kolordunun sorumluluk alanına dâhil ettiklerini anlatır. Böylelikle Srebrenica’da var olan asker kişilerin varlığı korunmuş ve bu kişiler askeri eğitim faaliyetlerine devam edebilmişlerdir. İzzetbegoviç bununla da yetinmediklerini ve her türlü yolu kullanarak kente muhtemel bir saldırıda savunma yapmaya yetecek miktarda askeri mühimmat da ulaştırdıklarını kaydeder.

David Harland’ın sorularına verdiği cevaplarda İzzetbegoviç benzer bir şekilde Sırp kuşatmasına ve saldırısına uğrayan Goradze’nin düşmemesini kentin yüksek motivasyonu ve çabasına bağlar. Srebrenica içinse ters giden bir şeyler vardı. Oraya da sofistike savunma silahları gönderilmesine rağmen bunlar ya hiç kullanılmamış ya da küçük birlikler ile komuta dışı kişilerin kahramanca çarpışmaları sırasında çok az fayda sağlamıştı. Kentte bir tank saldırısını durdurmaya yetecek 300 kadar RPG ile düzinelerce “Red Arrow” tanksavar mermisi mevcuttu. Kentin düşmeye başlamasıyla birlikte, silah kullanabilecek kişilerin büyük çoğunluğu ne yapacağını bilemez halde Srebrenica’yı terk etmek için yola çıkmıştı. İzzetbegoviç onların bu durumunu tasvir ederken, “Gerçek şu ki, Tuzla’ya gitmeye çalışan Srebrenica savaşçıları bunu, Tuzla’dan Srebrenica’ya yollanmış olan askerlerden daha büyük bir şevkle yaptılar. Tamamen insani olan açıklamadan kaçınmak istemiyorum: Güvenliğe doğru yol alan askerlerin şevki, tehlikeye doğru yaklaşmakta olanlarınkinden daha güçlüydü.”

Saldırı öncesi Srebrenica’daki problemler, ihtilaflar Bosna Hersek Cumhuriyeti liderliği tarafından kısmen biliniyordu. Ancak bunları tam anlamıyla çözebilmek mümkün olmamıştı. Her şeyden evvel, kent Birleşmiş Milletler kararı uyarınca güvenli bölge sayılıyordu ve bu her türlü pazarlığı engelliyordu. Kenti koruyan UNPROFOR Bosna Hersek Cumhuriyeti liderliğinin taleplerine kenti korumaktan vazgeçmekle tehdit ederek karşılık veriyordu. Mevcut halde kenti riske atmak mümkün değildi. Ancak tek bir komuta altında idare ediliyor gibi görünse de UNPROFOR’da yer alan 13 ülkenin askerlerinin her birisi kendi ülkesinin yetkililerinden emir alıyordu. Bu da, Bosna ve Srebrenica üzerindeki pazarlıkların aldığı şekle göre askerlerin tavırlarının değişmesine yol açıyordu.

Zaman UNPROFOR’un kendisinin de bizzat Sırplar kadar tehlikeli bir düşman olduğunu açığa çıkaracaktı. Ancak tek problem bu değildi. İzzetbegoviç’e göre kentteki insani dramdan ayrı olarak Srebrenica kendi içinde de bölünmüş, birliğini kaybetmiş haldeydi. Tecrit edilmiş kentte cinayetlere varan ihtilaflar vardı ve bu şartlar altında İzzetbegoviç kentteki durumu rapor etmesi için Naser Oric’i Srebrenica’ya gönderiyordu. Gerçeğe ulaşmak gerekiyordu ancak Saraybosna da Srebrenica da kuşatılmış haldeydi ve gerçeğe ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Eldeki istihbaratın son derece yetersiz oluşu Sırpların niyetini anlamayı da engelliyordu. Bu tecrit altında insanların yapabildiği tek şey tahminde bulunmak ve Birleşmiş Milletlere güvenmekti. Öyle de yaptılar. Bosnalı Müslümanlar Birleşmiş Milletlere güvenmenin bedelini 9 bine yakın canla ödediler.

Bu katliam dünya halklarının vicdanında Birleşmiş Milletlerin varlığını sorgulanır hale getirse de, bu sorgulama, Birleşmiş Milletlerin insanlık ailesinin ihtiyaçlarını karşılayacak temelde yeniden yapılanmasını sağlayamadı. Birleşmiş Milletler Müslüman Dünya’nın sesinin Genel Kurul toplantılarında yapılan konuşmalar dışında duyulmadığı, Müslüman Dünya’ya yönelik ambargo ve askeri operasyonların durdurulamadığı bir örgüt olarak varlığını sürdürüyor. Bugün Güvenlik Konseyi’nde bir buçuk milyar Müslüman’ın haklarını savunacak veto yetkisini haiz Müslüman bir ülke yer almıyor. Müslümanların yeryüzündeki sayısal ağırlığı siyasal ağırlığa dönüşmüyor. Batı Dünyası Birleşmiş Milletleri yeryüzünün her yerindeki direniş hareketlerini dizginlemek, kontrol etmek, sona erdirmek ve mümkünse direnişçilerin bedenlerini de hedef alarak ortadan kaldırmak için bir araç olarak kullanmaya devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan şartlar bugün değişmiş olmasına rağmen Batı Dünyası Soğuk Savaş kurumlarının ilgasını düşünmüyor. Bunlara yeni vazifeler belirliyor. Batı, Doğu ile olan mücadelesinden muzaffer çıktığı inancıyla İslam Dünyası’nı terbiye etmeye girişiyor.

Srebrenica, Mazowiechi’nin iyi niyetli söyleminin ötesinde, Birleşmiş Milletleri kendi yüzüyle sergiledi. Müslüman liderliğin çaldığı kapılar açılmadı, açılan kapılardan ise oyalamaya yönelik, hiçbir zaman tutulmayacak sözler işitildi. Srebrenica’da Mladiç ile kadeh tokuşturan Hollandalı subay kendisinden ve ülkesinden ayrı olarak, içinde yer aldığı Birleşmiş Milletler Misyonunun da duruşunu ortaya koyuyordu. Türklerden (Müslümanlardan) intikam alan ve bu katliamı Sırp halkına hediye eden Mladiç ile müşterek bir duruşu… Yine bu, Arnavut asıllı Katolik rahip Don Anton Kcira’nın Amerika’daki bir programda Srebrenica ve Kosova Müslümanlarını “öldürülmeyi, derilerinin yüzülmesini ve sürülmeyi hak etmiş köpekler” olarak zikrettiği konuşmasındaki aynı sapkın duruştu.

İzzetbegoviç, “İçinde Srebrenica’nın gerçekleştirilebilir olduğu bir dünyanın var olmasından dolayı hepimiz suçlanmayı hak ediyoruz” diyor. Srebrenica’nın şehitlerine katılan Kosova, Afganistan, Pakistan, Irak, Filistin, Lübnan ve daha nice beldelerin şehitlerinin haberlerini “taziye ilanı” gibi okumaya alıştığımız bir dünyada, İzzetbegoviç’in suçlamasının üzerimize yapışmış olmasından hiçbir rahatsızlık duymadan yaşamaya devam ediyoruz. Gözlerimiz hala Birleşmiş Milletlerde, kulaklarımız hala “Amerika’nın Sesi”ne ayarlı. Söyleyin bana; düşmanına bel bağlamış bir ümmeti Allah niçin felaha ulaştırsın ki?

1 Temmuz 2011 Cuma

Egemenlik hakkından vazgeçmek

Gürkan BİÇEN

İnsanlık tarihi para basmanın, vergi toplamanın ve yargılamanın bir toprak üzerindeki egemenliğin vazgeçilmez unsurları arasında yer aldığına dair kanaati destekleyen kuvvetli delillere sahiptir.

İncil’e göre, Ferisiler İsa’yı (as) tuzağa düşürmek için geldiklerinde, “Söyle bize, Sezar’a vergi vermek kutsal yasaya uygun mu, değil mi?” diye sormuşlardır. İsa ise onlardan aldığı paranın üzerindeki resmin Sezar’a ait olduğunu söylemeleri üzerine, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin” diye cevap vermiştir. Böylece İsa, para basmanın ve vergi toplamanın egemenliğin unsurları arasında olduğuna işaret etmiştir. İsa’yı yargılayarak ölüme mahkûm eden Roma valisi ise yargılamanın egemenlik hakkının bir unsuru olduğunu ortaya koymuştur. Ardından gelen Kur’an da yargılama faaliyeti ve hakkına ilişkin hükümlere yer vermiş, Müslümanların ancak Allah ve Resulü’nün hükmüne gönülden razı olabileceklerini kayda bağlamıştır.

Modern devletler egemenliğin kullanım şeklini değiştirmekle beraber unsurlarında bir değişikliğe gitmemişlerdir. Bugün Kosova örneğinde olduğu gibi, Manda Yönetimi altında olmayan her devlet yargılama hakkını korumakta ısrarcıdır. Yargılama hakkının sınırları ise merkezde ülke toprakları, karasuları ve hava sahası olmak üzere ceza kanunlarında yer alan yetkilere göre bunların dışına da taşabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kendi yargı alanını Türk Ceza Kanunu ile belirlemiştir. Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü yer vermekle açık sularda Türk deniz araçlarında işlenen suçların Türkiye Cumhuriyeti’nin yargılama yetkisinde kaldığını tartışılmaz hale getirmiştir.

31 Mayıs 2010 günü Akdeniz’in açık sularında seyreden Mavi Marmara gemisine saldıran Siyonistlerin geminin sicilini, egemenlik hakkına ilişkin gerçekleri ve Türk yargısıyla yüzleşecekleri bir suçu işlediklerini bilmediklerini varsaymak mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen gemiye saldırdılar ve dokuz Türk vatandaşını şehit ettiler. Siyonistlerin bununla şiddette bir eşik oluşturmak ve muhataplarına gözdağı vermek istedikleri açıktır. İslam Konferansı Teşkilatı (Yeni adı İslam İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Geçtiğimiz yıl yaşanan olayların benzerinin yeniden yaşanması, yeni şehitlerin olması bu defa telafisi mümkün olmayan sorunlara neden olabilir. Buna hiç gerek yok. Biz Gazze’ye büyük miktarlarda insani yardımda bulunduk ve bulunmaya devam ediyoruz” şeklindeki sözleri, Siyonistlerin amaçlarına ulaştıklarını, elli yedi ülkenin üye olduğu devasa bir teşkilata madden ve manen geri adım attırdıklarını göstermiştir.

İslam ülkelerini kendi gemilerinde işlenmeyen bir suçun yargılamasının sağlanmasına icbar edecek hukuki bir durumun olmadığını kabul edebiliriz. Ancak aynı şeyi Türkiye için söylememiz mümkün değildir. Türkiye saldırı ve cinayet anından bu yana yargı yetkisini gözlerden uzak tutmanın, mümkün olduğu kadar geciktirmenin derdinde olan bir ülke portresi çizmektedir. Dışişleri Bakanımızın Siyonistlerle henüz hesaplaşılmadığı yönündeki beyanına rağmen, saldırının hemen akabinde yapılan açıklamaların sertliği yerini eski hale dönüş çabasına ve dosyanın bu suretle kapatılması ihtimaline bırakmıştır. Bunun en açık delilini saldırı sonrası “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Türkiye asla affetmeyecektir” diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın New York Times’da yayımlanan makalesinde, “Türkiye, İsrail komşularıyla barış sürecini devam ettirmeye hazır olduğu sürece, geçmişte oynadığı rolü oynamaya hazırdır” sözlerinde görüyoruz.

Türk siyasilerinin ve bürokratlarının Mavi Marmara vakasını sadece dış politikanın bir meselesi haline getiren yaklaşımının izlerini Adalet Bakanlığı’nın açıklamasında sürebiliriz. 6 Haziran 2011 tarihli basın açıklamasında Adalet Bakanlığı, “Gazze’ye insani yardım götüren ‘Mavi Marmara’ isimli geminin de arasında bulunduğu yardım filosu, 31 Mayıs 2010’da İsrail güvenlik güçleri tarafından açık denizde durdurulmuş ve gemilerin kontrolü ele geçirilmiştir. Bu müdahale esnasında vefat eden ve yaralanan vatandaşlarımız olmuştur” ifadesine yer vererek olaya yaklaşımındaki ciddiyetsizliği ortaya koymuştur. Tüm dünyanın gözleri önünde bir gemiye saldırılmış ve insanlar katledilmiştir. Adalet Bakanlığının “maktul”leri “müteveffa” olarak tanımlaması suç faillerini “katil” olarak vasıflandırmamak için olsa gerektir. Aynı açıklamanın devamında “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan bilgiye göre, mağdur sayısının çokluğu nedeniyle kesin adli tıp raporları henüz tamamlanamamıştır. Ayrıca olayda sorumluluğu bulunan şüphelilerin ve bu kişilere emir verenlerin açık kimlik ve adreslerinin tespiti ile diğer bilgi ve belgelerin toplanması çalışmalarının devam ettiği bildirilmiştir” denmektedir. Basın organları Türkiye’nin BM için hazırladığı rapora Adli Tıp Kurumu Başkanlığı tarafından tanzim edilen raporların da eklendiğini belirtir ve bu yayımlar ve bunlar Dışişleri Bakanlığı’nca tekzip edilmezken Adalet Bakanlığı’nın açıklamasının bu kısmına ne anlam vermemiz gerekir? Kaldı ki, söz konusu davanın geçici raporlar ile de açılması mümkündür. Son olarak, Adalet Bakanlığı’nın aynı açıklamasının sonuç kısmı Türkiye’nin iç hukuk kurallarını işleterek açmak zorunda olduğu ceza davasından el çektiğini ortaya koymaktadır. Bu kısımda Adalet Bakanlığı, “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesi uyarınca yabancı bir ülkede işlenen bazı suçlarla ilgili olarak yargılama yapılması Adalet Bakanlığı’nın talebine bağlıdır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın sonucunda yargılama yapılabilmesi için TCK’nın 13. maddesine göre Adalet Bakanlığı’nın talebine gerek görülmesi halinde Bakanlığımıza müracaat edilecek ve bu aşamadan sonra Bakanlığımız yargılama talebinde bulunabilecektir.

Sonuç olarak, Mavi Marmara olayı hakkında Bakanlığımızca yargılama talebinde bulunulabilmesi için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın tamamlanması gerekmektedir. Soruşturma tamamlanmadan Bakanlığımızın yargılama talebinde bulunması hukuken mümkün değildir. Bu nedenle şimdiye kadar Bakanlığımıza yargılama izniyle ilgili herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Soruşturma sonucuna göre başvuru üzerine Bakanlığımızca gerekli işlemler yapılacaktır” diyebilmiştir. Adalet Bakanlığı’nın Hukuk Müşavirleri Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’ndan bihaber değildirler. Onlar da Türk Ceza Kanunu’nun 8. maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresinin hiçbir genişletme yapılmadan anlaşılması gerektiğini bilirler. Bir başka ifadeyle, açık sularda yargı hakkını kullanmayı zorunlu kılan deniz aracında aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığının, soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerektiğinin ve bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar” hükmüne yer verildiğinin farkındadırlar.

İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını devretmediği gibi, Mavi Marmara gemisinin sahibi de değişmemiştir. Öyleyse Adalet Bakanlığı Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet Başsavcısının Adalet Bakanından izin almaksızın şüpheliler hakkında Türk Ceza Kanunu hükümleri uyarınca bir kamu davası açmakla mükellef olduğu anlamına gelmektedir.

Her şey bu kadar açık iken meseleyi dış politika çerçevesine sıkıştırmak bu işten el çekmek demektir. Hele şüphelilerin kimliklerini öğrenmek için Siyonist yapının dış işleri ile yazışmak, onlardan cevap bekleyecek olmak “ipe un serme”nin bürokratik şekle bürünmüş hali olsa gerektir.

Siyonist yapının askeri kuvvetlerinin Arapça, İngilizce, İspanyolca ve Fransızca olarak, “İsrail’in güvenliğini uluslararası topluma havale edemeyiz” şeklinde uyarıda bulunduğu haberi ajanslara düştü. Türkiye’nin egemenlik hakkından vazgeçen ve yargı hakkımızı BM koridorlarında terk edenlerin ve yine haklarını cesurca arama kudretini gösteremeyen İHH’nın bizlere vermesi gereken bir hesap yok mudur?

26 Haziran 2011 Pazar

Tarık Ramazan Çamerya’yı bilir mi?

Gürkan BİÇEN


“Olağan Şüpheliler” isimli filmde Verbal rolü ile karşımıza çıkan Kevin Spacey itaat etmesi, konuşması ve arkadaşını öldürene niçin ateş etmediğini söylemesi için kendisini zorlayan gümrük müfettişine, “Şeytanı nasıl arkadan vurabilirsin?” der ve sakat elini göstererek devam eder, “Ya isabet etmezse?”. Kıtaları işgal eden şeytani düşünceyi arkadan vurmaya çalışmak şüphesiz bundan çok daha büyük bir iddiadır. İhvanı Muslimin’in kurucusu Şehid Hasan Elbenna’nın torunu Tarık Ramazan’ın yapmaya çalıştığı şey, “Avrupalı İslam”ı var etme çabası, şeytanın arkasından atılan bir kurşuna benzemesi bakımından Verbal’ın sözünü hak eder mahiyettedir. Ramazan, Avrupa değerlerinin kullanımı konusunda kişiye bağlı tercihlerin nasıl belirdiğini İran’ın Batı Dünyası’na yönelik yayınlarıyla bilinen Press TV isimli televizyon kanalında bir program yapmayı kabul etmesiyle birlikte görmüş oldu. Avrupa, Ramazan’ın Erasmus Üniversitesinde devam eden derslerine son verdi ve Tarık Ramazan İran rejimine yakın bir isim olmamasına rağmen onu baskıcı bir rejimin yanlısı olmakla itham etti. Kurşunu isabet etmeyen Ramazan kendini bağışlatmak için olsa gerek Batı’yı memnun edecek bir açıklama yapma ihtiyacı duydu: Ermeni Soykırımı’nı tanıyorum…
4 Ocak 2010 tarihinde Panarmenian sitesinde yer alan röportajında Tarık Ramazan “Ermeni soykırımını bildiğini ve tanıdığını, bunun bizim şüphelerimizle gölgelenemeyecek bir hakikat oduğunu” ilan ediyordu. Ramazan’ın bu husustaki açıklamasını hangi verilere dayandırdığı ve böyle bir açıklamayı yapma ihtiyacını niçin duyduğu hususu kendisinin kurduğu European Muslim Network içinde tartışmalara sebep oldu ve bazı entelektüeller kendisini şiddetle kınayarak gruptan ayrıldılar. Ayrılanlara göre Ramazan kendi isminin Batı nezdinde temizlenmesi için her açıdan sorgulanması gereken bir meseleyi kullanmıştı.
Tarık Ramazan’ın sağlam delillere dayandığı müddetçe Müslüman bir coğrafyanın tarihini ilgilendiren bir meselede söz söyleme hakkına sahip olduğunu kabul etmekle beraber onun kendi tezine daha yakın bir alanı Avrupa’yı ilgilendiren meselelere yoğunlaşmasının Müslümanlar açısından çok daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Örneğin, Ermeni meselesi ile yakın tarihte yaşanan Balkan Müslümanlarının soykırıma ve tehcire tabi tutulması konusunu Avrupa gündemine getirmesini ve çok kültürlü bir Avrupa’nın sadece Yahudilere yönelik ayrımcılık günahından değil, Müslümanlara yönelik tarihi katliamların pisliğinden de arınmak zorunda olduğunu anlatmasını, böylelikle savunmuş olduğu hoşgörüye, çok kültürlülüğe dayalı Avrupa Medeniyeti’nin Müslüman Dünya ile olan ilişkisini düzeltmesinde bir fırsat yaratmasını beklemek Müslümanların da hakkı olmalıdır. Ne var ki Ramazan bu bakış açısından çok uzakta, Müslümanları eleştirmekle meşgul haldedir.
Mayıs 2011’de Arnavutluk’u ziyaret eden ve kendilerini Ermeni katili ilan eden birisini davet ettiklerinin farkında bile olmayan Türkiye destekli kuruluşların davetlisi olan Tarık Ramazan, salonu dolduran Arnavutları “Türk yahut Arap olmadıkları, Avrupalı Müslümanlar oldukları” hususunda ikna etmeye çalışırken kendisini dinleyenler arasında Avrupalı Yunanlılar tarafından aileleri katledilmiş, topraklarından sürülmüş insanların da bulunduğunu biliyor muydu acaba? Bunun ötesinde tıpkı Srebrenica katliamının sorumlularından Ratko Mladic’in bu katliamla “Türklerden intikam alındığı”nı ilan etmesi gibi, Yunanlıların da kendileriyle aynı derecede Avrupalı olması gereken Arnavutları “Türklerden intikam alma” duygusuyla ve azmiyle katlettiklerini biliyor muydu? Avrupa’nın duymak istemediği bu katliamın izlerini 1913 yılında sürebiliriz. İngiltere’nin Manastır temsilcisi C.A. Greig 11 Aralık 1913’te Londra’ya geçtiği bir telgrafta Yunan ordusunun Arnavutlara yönelik katliamlarını anlatıyor ve “Bir Arnavut genç Korça’nın iki saat kadar kuzeyindeki Plassa köyündeki bir minareden tüm cephanesi bitene kadar kahramanca savaştı. Yakalandıktan sonra tutuklamak yerine onun bedenini parçalıyor ve köpeklere atıyorlardı. Sonra tüm Plassa köyü yakılıp yıkıldı. Bu, Hıristiyan milletinin 20.yüzyılda ne yapabileceğini gösteriyordu. Aynı gece Korça’nın küçük bir köyü olan Dishnica’nın Müslüman kadınları yanlarına çocuklarını ve yaşlı insanları alarak evlerinden çıkıp yalınayak, panik içinde bizim şehrimize kaçtılar. Onlar, onların komşuları olan ve Yunanlılar tarafından ele geçirilip anlatılmaz zulümler yapılan yakın köylerle aynı kadere gittiklerini biliyorlardı. Onların evleri yağmalanıyor, birçoğu yakılıyor ve kalanı yıkılıyordu. Yukarıda anlattığım olaylar aşağıda asla yazamayacağım acılarla kıyaslandığında ehemmiyetsizdir. Kendisini Hıristiyan olarak isimlendiren dünya böyle bir barbarlık ve açgözlülüğün kendi kardeşlerinden sadır olmasından dolayı şaşırmak zorundadır. Biz Türklerden ne beklediysek ‘Hıristiyanlar’dan fazlasıyla bulduk.” diyordu.
Muhtemelen Tarık Ramazan bilmiyordur ve Balkan Müslümanlarının katliamının o dönemde kaldığını zannediyordur. Hakikat ise bambaşkadır. 27 Haziran 1944’te Yunanistan içindeki Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavutlara yönelik olarak başlayan saldırı Mart 1945’e kadar devam etmiş ve beş binden fazla Müslüman Arnavut katledilmiş, yüz elli bine yakını ise sürülmüştür. Böylelikle Avrupa değerlerinin sahibi sayılan Yunanistan aradan geçen otuz seneden sonra aynı vahşeti sergilemiştir. Savaş sonrasında da bu insanlar Yunanistan’a kabul edilmemiş, vatandaşlıktan çıkarılmış ve iki buçuk milyar dolar değerindeki mal varlıklarına el konulmuştur. Bugün Arnavutluk ile Yunanistan arasında temel bir mesele olan Çamerya bölgesi Avrupa’nın, Avrupa değerlerini savunan Müslümanların ve Avrupa ile iyi geçinmek gerektiğini düşünen kesimlerin ilgisini çekmemektedir. 65 seneden bu yana Arnavutluk’ta yaşayan ancak Çamerya ile olan bağını kesmemiş Müslüman Arnavutlar her sene Yunanistan sınırına yürümekte, tıpkı Filistinliler gibi ana vatanlarına bir gün döneceklerini ilan etmektedirler.
Gözünü Çamerya gerçeğine kapayan Tarık Ramazan, Müslüman Arnavutların Türk olmadıklarını, Avrupalı olduklarını anlatadursun, Bernard Russel’in söylediği gibi, “Türkiye’de Türk kelimesi neredeyse hiç kullanılmazken, Avrupa’da bu kelime Müslümanlıkla eşanlamlı hale gelmişti ve Müslümanlığı seçmiş bir Batılı için –ister Fas’ta ister Isfahan’da olsun- ‘Türk oldu’ ifadesinin kullanılması adettendi” Hal böyleyken Ramazan’ın yapması gereken şey Arnavutlara ne olmadıklarını anlatmak değil, Avrupalılara “Türk olan” Arnavutların arzularını iletmek olmalıdır.
Türkiyeli Müslümanlar, Orta Doğu halklarının hareketliliğinden sonra yıldızı yeniden parlatılmaya çalışılan bu düşünürün bizi götürmek istediği yeri dikkatle tahlil etmeli, kendisinin iyi niyetini sorgulamıyor olsak bile, dünyayı kuşatan bir şeytanı arkasından vurmaya çalışmanın beyhude çaba olduğunu kendisine anlatmalıdırlar. Bakışlarını şeytanın gözlerinden kaçırmayan bir “Direniş” neslinin yetişmekte olduğunu Ramazan da bilmelidir.