Translate

1 Mayıs 2012 Salı

Muhafazakâr Kurnazlık

Gürkan BİÇEN


Bir konuşmanın/ iletişimin sıhhati, şüphesiz, tarafların kullandığı kelimelerin/ kavramların müşterek bir manayı ifade etmesine, bir başka deyişle, aynı kelime ile aynı anlamı kast etmelerine ve anlamalarına bağlıdır. İletişim dilinin sabitlenmediği her durumda yanlış anlama/ anlaşılma ve hatta iğfal etme/ edilme kapısı açık bırakılmış demektir. Türkiye’nin Filistin konusundaki söylemi de bundan beri değildir.

Türkiye dış politikadaki eksenini değiştirmediği, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde kurulan sistemin kabullerine itiraz etmediği, son altmış yılın getirdiği kurumlara sadakatle bağlı olduğu halde Filistin konusundaki söylemin kamuoyunda yarattığı yanılgının temel sebebi dış politikanın yönlendiricileri ile halkın aynı kelimelerden farklı şeyleri anlamaları olmalıdır. Filistin konusunu zihinlerde canlandıran “İşgal”, “Mülteci”, “Kudüs”, “Filistin Devleti”, gibi kavramlarının politik kullanımları halkın tahayyülündekinden farklı olmasına rağmen kamuoyuna yapılan açıklamalarda halk ile aynı dilin kullanıldığı izlenimi verilmekte, böylelikle Türkiye’nin temel politik tercihlerinde hiçbir değişiklik olmazken kamuoyunda yanlış anlamalara dayalı, gerçekle ilgisi olmayan ancak haz verici bir algı oluşturulmaktadır.

Fransız Bildirgesi, Balfour Deklarasyonu, Manda Yönetimi, Yahudi göçü ve İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde, 1947’de, Birleşmiş Milletler Filistin’i Araplar ve Yahudiler arasında taksim eden bir planı kabul etti. Bu plana göre Filistin topraklarının %55’i Yahudilere, %45’i ise Araplara bırakılıyor, Kudüs ise BM denetiminde bir bölge olarak belirleniyordu. Araplar bu plana itibar etmediler.  Ancak İngiltere’nin Filistin’den çıkmasının hemen ardından, 14 Mayıs 1949’da, Siyonistler İsrail’in bir devlet olarak kuruluş deklarasyonunu yayımladılar ve bu Arap ülkeleri ile bir savaşın da tetikleyicisi oldu. Bu savaşın neticesinde Siyonistler, BM taksim planında kendilerine ayrılan %55 oranındaki toprağı %80 civarına çıkarmış oldular. 1947 Taksim Planı ile Araplara ayrılan bölüme Siyonistler ve Ürdün tarafından büyük oranda el konulduğundan Filistinli Arapların sahipleneceği bir toprak da kalmamış oldu.  1948 Savaşı sırasında ve sonrasında 700 binden fazla Filistinli tehcir edildi. Türkiye Siyonist yapıyı bir devlet olarak Mart 1949’da tanıdığında durum böyleydi. Siyonistler tarafından neredeyse tamamen işgal edilmiş bir ülke, topraklarından kovulmuş bir halk…

Türkiye, Siyonistler ile Araplar arasında 1967’de yaşanan “Altı gün Savaşı”nın neticelerini kabul etmediğini ilan etti. Bu savaş ile Siyonistler Arap devletlerini kesin bir mağlubiyete uğratıp Filistin’in kalan kısmı ile Batı Kudüs’ü ele geçirmiş oldu. Yine bu savaşla 1967 Mültecileri olarak tanımlanan bir mülteci kitlesi de ortaya çıkmış oldu. Bugün ağırlıklı kesimi Filistin’i çevreleyen Arap ülkelerinde olmak üzere milyonlarca Filistinli mülteci kamplarında varlık mücadelesi vermektedir. Siyonistlerin umduğunun aksine, yaşlılar ölse de gençler topraklarını unutmuş değiller. Filistin halkı başkaca ülkelerin vatandaşlığına geçmeyi ısrarla reddetmektedir.

Bu güne kadar,  muhafazakâr hükümetler dâhil, Türkiye’nin tüm hükümetleri Filistin konusundaki açıklamalarını Türkiye’nin resmi konumunu gözeterek ve kabul edilmiş terminoloji içinde yaptılar ve fakat halkın kulağına hoş gelen kelimeleri kullandılar. Onlar “Filistin” dediklerinde “Denizden nehre kadar Filistin”i (Akdeniz’den Şeria Irmağı’na kadar olan parçalanmamış/ taksim edilmemiş topraklar) değil 1948 sınırlarını (1947 BM Taksim Planı çerçevesinde Araplara bir devlet kurmaları için bırakılan alan) kast ediyorlardı. Türkiye Siyonistlerin varlığını bir devlet olarak kabul ettiğinden BM Taksim Planı’nda Siyonistlere ayrılan alan Türkiye için meşru bir ülkenin toprağı sayılıyordu. Bu sebeple Türk hükümetleri Filistin hakkında “işgal” kelimesini kullandıklarında “denizden nehre kadar” bir ülkenin işgalini değil, en iyimser haliyle 1948 Savaşı’nda Siyonistlerce ele geçirilen toprakları ima ediyorlardı. Ancak tartışmasız olarak kullanılan “işgal” kavramı 1967 Savaşı sonrası Siyonistlerce gasp edilen toprakları ifade ediyordu. Türkiye’nin itirazı Siyonistlerin askeri, siyasi, ekonomik varlığına değil onların bu varlığı BM Taksim Planı dışına yaymalarına idi.

Türkiye’nin bu tutumu 1948 Mültecileri için de tekrarlanıyordu. Türkiye BM Taksim Planı’nda Siyonistlere ayrılan ve daha sonra bir devlet olarak ilan edilen bölgedeki Filistinlilerin kendi topraklarına dönüş hakları hususunda ikircikli bir tutum sergiliyordu. Teorik olarak bu hakkı tanıyor gibi görünse de, Siyonistlerin sayı sınırına itiraz etmiyor ve hatta yakın zaman itibariyle sembolik dönüşe de sıcak bakıyor, toprak karşılığı tazminat seçeneklerini makul buluyordu. Türkiye açısından 1948 Mültecileri artık kapanmış bir meseledir, demek yanlış olmayacaktır. Türkiye, 1967 Mültecilerinin dönüş hakkını savunuyor olsa da, bu hakkın kullanımını sağlayacak bir araç sağlamış değildir.

Türk halkının takdirle karşıladığı “Kudüs’te namaz kılmak”  sözü de, anlaşılan ile kast edilenin birbirinden farklı olduğu bir durumu oluşturuyordu. Türkiye’nin başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinden kastı 1948 sınırlarına çekilmiş, Batı Kudüs’ü elinde bulunduran bir İsrail ile Doğu Kudüs’ü başkent yapacak bir Arap devletinden ibarettir. Türkiye, Siyonistlerden arındırılmış, onların siyasi egemenliğinden eser olmayan bir Kudüs peşinde değildir. Zira Türkiye Siyonistlerin varlığını kökten reddetmemektedir.

Batı sistemi içinde yer alan Türkiye’nin 1948 sınırlarında bir Siyonist devlet ile bir Arap Devleti’nin birlikte olabileceğini savunması da mevcut halde anlamsızdır. Zira 1948 ve 1967 gasplarının ardından Batı Şeria’ya yerleştirilen 500 bin civarındaki Siyonist yerleşimci Siyonistlere ve Batı Dünyası’na kurulacak Arap Devleti’nin içişlerine müdahale imkanı verecek ve böylelikle bu devlet Bosna ve Kosova örneklerinde görüldüğü üzere yeni bir tür Manda’ya dönüşecektir. Türk dış politikasının yöneticileri kamuoyuna, bu gerçeği çok iyi bilmelerine rağmen, bölgeye barışı getirmenin anahtarı olan “denizden nehre kadar bağımsız ve egemen Filistin devleti” yerine kof bir hayali pompalamaktadırlar.

Türk dış politikasında Filistin’i araçsallaştıranlar çeşitli yollarla kamuoyunu da Siyonistlerle birlikte yaşamaya/ Siyonistlere teslim olmaya razı etme gayretindeler. Onlar, bizi, Kudüs’ün pazarlığa açık siyasi bir mesele olduğuna ikna peşindeler. Ne var ki, ne Türkiye’de ne de Filistin’de Aksa’nın çocukları onların bu çabalarına itibar ediyorlar. Elbette Filistin’in dillendirildiği her sese kulak kesiliyorlar ancak nihayetinde kalpleri tek bir şey için atıyor: Denizden nehre hür ve egemen Filistin Devleti.