Gürkan BİÇEN
İran toplumunun kayda değer bir kısmını Türk kökenli halklar oluşturmasına, İran ve Anadolu Türklerinin bin yılı aşkın bir süredir etkileşim içinde bulunmasına rağmen siyasi ve dini sebeplerle her iki toplum ve devlet arasında oluşan gerilimler tarafların birbirlerine yönelik tutumlarında ön yargılar oluşturmuş ve böylelikle Türkiye’de İran ve muhtemelen de İran’da da Türkiye ile ilgili alanlarda yeterli akademik çalışma yapılamamıştır.[1] Osmanlı döneminde kurulan güç dengesi uzun süre karşılıklı gözetilen bir barışı getirmişse de, 20.yüzyılın son çeyreğinde tarih sahnesinden çekilen şahlık rejiminin Türkiye Cumhuriyeti ile bulunduğu aynı kamp içindeki rekabetçi tutumu ilişkilerin istenilen seviyeye gelmesine engel olmuştur. İran İslam İnkılâbı sonrasında ise taraflar küresel sistemde farklı kamplarda yer almışlar ve bu durum her iki taraf açısından da hem küresel dengenin gözetilmesi hem de birbirine nüfuz kabiliyeti açısından yeni koşullar oluşturmuştur. Değişen şartları doğru okuyabilmek ve böylece mevcut hali bihakkın takdir edebilmek için derinlikli akademik çalışmalara olan ihtiyaç kendini her geçen gün daha fazla hissettirmektedir.
İran toplumunun kayda değer bir kısmını Türk kökenli halklar oluşturmasına, İran ve Anadolu Türklerinin bin yılı aşkın bir süredir etkileşim içinde bulunmasına rağmen siyasi ve dini sebeplerle her iki toplum ve devlet arasında oluşan gerilimler tarafların birbirlerine yönelik tutumlarında ön yargılar oluşturmuş ve böylelikle Türkiye’de İran ve muhtemelen de İran’da da Türkiye ile ilgili alanlarda yeterli akademik çalışma yapılamamıştır.[1] Osmanlı döneminde kurulan güç dengesi uzun süre karşılıklı gözetilen bir barışı getirmişse de, 20.yüzyılın son çeyreğinde tarih sahnesinden çekilen şahlık rejiminin Türkiye Cumhuriyeti ile bulunduğu aynı kamp içindeki rekabetçi tutumu ilişkilerin istenilen seviyeye gelmesine engel olmuştur. İran İslam İnkılâbı sonrasında ise taraflar küresel sistemde farklı kamplarda yer almışlar ve bu durum her iki taraf açısından da hem küresel dengenin gözetilmesi hem de birbirine nüfuz kabiliyeti açısından yeni koşullar oluşturmuştur. Değişen şartları doğru okuyabilmek ve böylece mevcut hali bihakkın takdir edebilmek için derinlikli akademik çalışmalara olan ihtiyaç kendini her geçen gün daha fazla hissettirmektedir.
Prof.Dr.
Mazlum UYAR tarafından hazırlanan “İran’da Modernleşme ve Din Adamları –
Meşrutiyet Örneği” isimli kitap, “Bugünü anlayabilmek için düne ışık tutmak
gerekir” prensibinden hareketle İran toplumunun 20.yüzyılın başında geçirdiği
hareketli ve hararetli “1905 – 1911 Meşrutiyet Hareketi” dönemini ele alıyor.
Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere UYAR, Meşrutiyet dönemine giden yolda ve
sonrasında modernistler ile din adamlarının ilişkileri temelinde İran
toplumunun geçirdiği dönüşümü mercek altına alıyor. Eksende modernistler ve din
adamları olsa da, kitap bu iki sınıfa da etki eden tüccarlara, pazar esnafına,
toprak ağalarına ve elbette ki askeri ve siyasi gücün temerküz noktası İran
şahına da temas ediyor. İngiltere’den Japonya’ya Rusya’dan İstanbul ve
Kahire’ye uzanan bir coğrafyada gelişen fikri akımların hangi aktörler
vasıtasıyla İran’a taşındığını da göstermeye çalışan UYAR, Türkçe literatüre
kayda değer bir katkı sağlıyor.
Birinci
baskısı Emre Yayınları tarafından Ocak 2008’de yapılan kitap 320 sayfaya ilave
edilen kaynakça ve indeksten oluşuyor. Verilen bilgilerden yazarın 1964 doğumlu
olduğu, lisansını Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, Yüksek
Lisansını Manchester Üniversitesi Middle Eastren Studies Bölümü’nde ve
doktorasını da “İmamiye Şiasında
Ahbarilik” isimli çalışmasıyla Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsünde tamamladığı anlaşılıyor.
Yazar
daha önce yoğun şekilde çalışılmamış bir alanı konu edindiğinden kitabın bu
alanda yapılmış çalışmalar için öncü nitelikte olduğunu söylemek mümkünse de,
kitabın tamamlanıp baskıya verildiği tarih olan 2007 yılı itibariyle Türkçe
literatürde konuya ilişkin hazırlanmış bir kısım doktora tezine yer vermemiş/
atıfta bulunmamış olması bir eksiklik olarak kabul edilebilir. Yazarın kitabı
hazırladığı dönemde internet ortamından kaynak tarama imkânının kısıtlı olması
da bunda etki etmiş olabilir. O döneme nazaran internet ortamında kaynak tarama
imkânı büyük oranda gelişti. Bugün geriye dönük yaptığımız bir kaynak taraması
neticesinde şu doktora tezlerinin de o tarihte Yüksek Öğrenim Kurumu arşivinde
olabileceği kanaatine varıyoruz:
a) Goffer MOCTEHİDİ, İran'da yirminci yüzyılda siyasal partiler, 1990
b) Alev Erkilet BAŞER, Ortadoğu'da modernleşme ve İslami
hareketler: Türkiye, Mısır, İran, 1996
c) Mustafa Kemal MİLANİ, Anayasal devrimler: İran (1906) ve Osmanlı
İmparatorluğu (1908) karşılaştırma, 2002
d) Asghar Alam TABRİZ, Aydınların, dini liderler ve esnafın İran`ın yakın dönem toplumsal
hareketlerindeki ve devrimlerindeki rollerinin incelenmesi, 2004
e) Yılmaz KARADENİZ, Kaçar Hanedanı (1795-1925), 2004
f) Farzaneh DOULATABADİ, Ahter gazetesi çerçevesinde İran-Türkiye
fikrî ve edebî ilişkileri, 2005
g) Celal METİN, Türk modernleşmesi ve İran (1890-1936), 2006
h) Ahmet ANNABERDİYEV, İran Türkmenleri (1881-2001), 2006
Yukarıdaki listede yer alan tezlerden
Yılmaz KARADENİZ’e ait olanı 2006 yılında Bakış Kitaplığı Yayınları’ndan “İran'da
Sömürgecilik Mücadelesi ve Kaçar Hanedanı 1795- 1925” ismiyle basılmıştır.
Yine kitabın kaynakça kısmına
bakıldığında kitaba katkı sağlayan başlıca kaynakların İngilizce ve Farsça
literatürden sağlandığını, Türkçe kaynakların yok denecek kadar az
olduğunu, mevcut Türkçe kaynakların
ekserisinin yazarın kendi çalışmalarından oluştuğunu görmekteyiz.
UYAR, çalışmasını dört ana bölüm üzerine bina etmiş
halde. “Meşrutiyetin Ortaya Çıkış Sebepleri” başlığı altındaki birinci bölümde
Kaçarlar dönemindeki reform hareketlerine ve devlet ricali ile ulema arasındaki
ilişkiye yer verilirken, bu dönemde yer alan devlet ricali ile belli başlı
ulemanın reform çabalarına yönelik tepkileri ana hatlarıyla izah ediliyor. Bu cümleden olmak üzere, Abbas Mirza, Kaim Makam, Nasuriddin Şah,
Mirza Taki Han Emir Kebir, Mirza Hüseyin Han Sipahsalar isimleri çevresinde
gelişen olaylara temas ediliyor. Dönemin köşe taşı sayılabilecek kararlarına ve
bu kararların yansımalarına açıklık getirilmeye çalışılıyor.
“Meşrutiyet Hareketinin Entelektüel Kökenleri” başlığı
altında hazırlanan ikinci bölümde ise UYAR, konuyu iki alt başlıkta incelemeyi
tercih ediyor. İlk alt başlıkta Asya ve Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin
meşrutiyet hareketine etkisi söz konusu ediliyor. Burada yazar, Fransız
İhtilali’nden İngiltere tecrübesine, Rus meşrutiyet mücadelesinden Çin örneğine
uzanan bir alanda İran entelektüellerini etkileyen fikir ve siyaset
hareketlerine yer veriyor. İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiye
de dikkat çeken yazar, İstanbul ve Kahire’nin de İran’daki meşrutiyet fikrinin
gelişmesindeki etkisini vurguluyor.
İkinci bölümün ikinci alt başlığında modernist
entelektüeller ve geleneksel yapının sorgulanması konu ediliyor. Bu alt bölümde
UYAR, dönemin tanınmış modernist simalarına yer veriyor. Feth Ali Ahundzade,
Mecd’ül Mülk, Müsteşarü’d- Devle, Mirza Ağa Han Kirmani, Talibov, Mirza Malkom
Han ve Cemaleddin Afgani isimlerinin meşrutiyet için ifade ettiği anlamı bu
kişilerin faaliyetlerine dayanarak ortaya koyuyor.
Altı alt başlıktan meydana gelen üçüncü bölüm ise
“Meşrutiyet Hareketinin Ortaya Çıkışı” adını taşıyor. Bu bölümde Meclis’in
kurulmasını tetikleyen olaylar zincirine yer veren yazar, Şii ulema ile diğer
grupların ittifakına, oturma eylemine, Meşrutiyet’in içeriğinin şekillenmesine,
Meclis’teki reform çabalarına ulemanın tepkisine, karşı devrime ve Meclis’in
meşrutiyet yanlılarınca yeniden kurulmasına sebep olan olaylara ışık tutuyor.
“Meşrutiyet ve Ulemanın Kamplara Ayrılması”nı konu
edinen dördüncü bölümde vaka anlatımından çıkılarak meselenin dini ve siyasi
temellerine iniliyor. Bu bölümde Şeyh Fazlullah Nuri üzerinden meşrutiyet
karşıtlarının; Mirza Hüseyin Naini üzerinden ise meşrutiyet yanlılarının
görüşleri ve buna ilişkin delilleri aktarılıyor. Bölüm, ulemanın tümümün ortak
inancının mükemmel yönetimin ancak beklenen İmam Mehdi’nin velayetinde
kurulacağı yönünde olduğunu ancak İmam Mehdi’nin yokluğunda hangi yönetimin
daha efdal olacağına dair ihtilaf üzerine çıkan tartışmaları konu ediniyor.
Fazlullah Nuri ve takipçileri mutlak monarşinin İmam Mehdi’nin gaybetinde en
uygun yönetim olduğunu savunurken, Naini mutlak monarşinin istibdadın bir türü
olduğunu ve İmam Mehdi’nin gaybetinde ehveni şer olan yönetim modelinin halkın
işlerinin istişare temelinde yürütüldüğü meşrutiyet olduğunda ısrar ediyor.
Yukarıda verdiğimiz genel bilgilerden de anlaşılacağı
üzere UYAR, Modernleşme sürecinde İran’ın yaşadığı serüvenin fikri, itikadi ve
içtimai temellerini aydınlatmaya çalışıyor olsa da, modernleşme kavramı
üzerinde derin bir analiz çabasına yer vermiyor.
UYAR’ın bu çalışmasından sonra hazırlanan başkaca
eserlerin UYAR’ın çalışmasında ele alınan konuları bazen tekrarladıklarını,
bazen de derinleştirdiklerini görüyoruz. Bu anlamıyla, değişik kaynaklardan
yapılan okumalar UYAR’ın modernleşme sürecindeki İran’da ulemanın konumuna dair
tespit ve aktarımlarını doğrularken, bu çalışmanın eksik bıraktığı hususları da
ikmal etme imkânı sağlıyor.
Celal
METİN, Türk Modernleşmesi ve İran isimli kabul edilmiş doktora tezinde İran
Modernleşmesine eğilirken UYAR’ın temas ettiği birçok konuyu kimi zaman
müşterek, kimi zamansa farklı kaynaklara atıf yapmak suretiyle dile getirir.[2]
UYAR’dan farklı olarak METİN, “modernleşme” kelimesi üzerinde geniş bir
epistemolojik çalışma yapar ve kelimeyi bir kavrama dönüştürme çabası sergiler.
Ona göre “modernleşme” dini temeli haiz bir anlamı yüklüdür ve “geçmiş pagan
toplumlarla hâli hazırdaki Hıristiyan toplumlar arasındaki farklılığa” vurgu
yapan bir içeriğe sahiptir ancak ‘modern’ kelimesi asıl anlamını Rönesans’la
birlikte değişen dünya algılaması ile almıştır. METİN’in aktardığına göre
Black, modernleşme yerine daha çok “çağdaşlaşma” terimini kullanmakta ve
çağdaşlaşmayı “tarih boyunca gelişmiş kurumların insanın bilgisindeki
görülmemiş artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanması süreci”
olarak tanımlamaktadır. Emperyalizmi ve sömürgeciliği meşrulaştıran ve bunu da
modernleşmeye giden yolun önemli bir aşaması olarak gören Batı kaynaklı
modernleşme olgusu, Batı lehine siyasal tavra ve ekonomik çıkara hizmet edecek
bir araç hâline gelmiştir. Bu bağlamda
ele alındığında, Batılı gelişmiş ülkelerin emperyalist siyasetlerine uygun
düşen modernleşme kuramının doğasına ilişkin en vurucu kavramsallaştırmayı
Samuel HUNTINGTON yapmıştır. Ona göre modernleşme, devrimci, karmaşık,
sistematik, küresel, uzun erimli, tedricî, homojenleştirici, geri döndürülemez
ve ilerlemeci bir süreçtir.
HUNTINGTON’un
bahsettiği “geri döndürülemez ve ilerlemeci” modernleşme süreci, İran gibi, Batı
etkisine açık olmakla birlikte, emperyalist müdahaleyi doğrudan doğruya ve uzun
bir süre tecrübe etmemiş bir ülke için aynı anlamı ifade etmemektedir. Bunun
bir diğer örneği İran modernleşmesinin ilham kaynaklarından olan Osmanlı
Devleti tecrübesidir. Türkiye ve İran gibi ülkelerin modernleşmeci elitleri,
modernleşme sürecinde, büyük tarihi geçmişlerinin gücünden, dillerine
bağlılıktan, antik kültürel miras ve toplumsal bütünleşmeyi güçlendirecek ve
sürdürecek geçmiş tarihi olaylardan güç almışlardır.[3]
Tarihi
kudret bağlamında, Safevilerin iktidara gelişiyle birlikte Şiileşen İran,
farklı halkların, farklı dillerin birlikte var olduğu bir coğrafyada Şiilik
şemsiyesi altında “milli” bir yapı sağlamayı başarmıştır. İran’ın modernleşme
serüveninde sıklıkla gündeme getirilen “millilik” kan esasından ziyade aynı
coğrafyada yapılan kader birliği ve paylaşılan dini inanış olarak temayüz
etmiştir. Ne var ki, bu durum İran’ın İslam Dünyası’nda “ötekileşme”sinin de
sebebi olarak kabul edilmiştir. Konuya benzer bir perspektiften yaklaşan Çelenk’e
göre, İran’ın siyasi tarihinde devrimci grupların her zaman etkisi olmuştur.
İslam sonrası dönemde bunlar Şiilikle aynileşmeye başlamış ve siyasi erki ele
geçirdikten sonra da daha mutedil olan on iki imam Şiiliğine
dönüşmüşlerdir. Safevi Devleti
kuruluşunda bu devrimci/ aşırı unsurlara dayansa da, devletin idamesi ve
toplumun idaresi için geçmiş iktidarların yolundan giderek şehirli/ entelektüel
Farisi/ İranlı unsurlara yanaşmıştır. Bu unsurlar binlerce yıllık medeniyet
birikimini de taşıyan unsurlardır.
Şiiliğin
yaygınlaşmasıyla birlikte ulemanın gücü de artmış, dinin hükümlerini yorumlamak
ve eğitim ile ilgilenmekle vazifeli olan[4]
ulema sınıfı zaman içinde siyasal iktidarın meşruiyet kaynağı haline
dönüşmüştür zira Şii gelenekte on ikinci imamın gaybetinde onun işlerini tedvin
ile görevli ve yetkili fakih olduğundan, fakihin meşru görmediği bir kişi için
dini meşruiyet oluşmamaktadır. Bu bakış açısıyla, Şah’ın kendisi bile bir mercii
taklit etmek zorundadır. Molla Ahmed Naraki (Ö. 1829) örneğinde görüleceği üzere, ulemanın velayet
teorisi üzerindeki çalışmaları hanedanın meşruiyet zeminini de tartışılır hale
getirmiştir. Naraki, ulemanın gaip imamın otoritesini bütünüyle temsil
edebileceği düşüncesini açık bir şekilde ifade etmiştir. O, fakihin sahip
olduğu velayeti başkalarının velayetiyle mukayese etmek suretiyle bunu daha
sağlam temellere oturtmuştur. Naraki,
icmanın sınırladığı hususların dışında, peygamber ve imamların velayetinin
bütünüyle fukaha tarafından temsil edilebileceğini ispatlamaya çalışmıştır.
Naraki’ye göre fakih, kendisini peygamber ve imamlardan sonra en üstün insan
kılan özellikleri sebebiyle Müslümanlar üzerinde velayet-i ammenin sahibidir.
Fakihlerin otoritesi genel olup herhangi bir sahayla sınırlandırılamaz
haldedir.[5]
Yine
zamanla oluşan mercilik sistemi ulemanın kendi içinde bir hiyerarşi yaratmış ve
böylelikle üst düzey ulema diğerleri üzerinde nüfuz sahibi olmuştur.[6] Bundan ayrı olarak, zekât ve humusu
toplamakla yetkili kabul edilen ulemanın elindeki maddi gücün artması onu
siyasi iktidardan bağımsız hale getirmiştir. Tarihi süreç ulemayı İran’daki
sınıflar içinde iktidarı paylaşan bir konuma taşımıştır. Hatta kimi zaman Şii
ulema, imamların varisleri olma özelliğini şahla paylaşmayı kabul etmemiştir.
İşte bu hassas yapı, on dokuzuncu yüzyıl devlet ricali-ulema ilişkilerinin de belirleyicisi
olmuştur. Öyle ki, Kaçar hanedanı döneminde ülkenin içinde bulunduğu şartlar
dini mercileri sadece din adına konuşan insanlar olmaktan çıkarmış ve bunları
birer milli temsilciye/ lidere de dönüştürmüştür. İran’ın Batı ile
yüzleşmesinin geleneksel sınıfları zarara uğratan etkisi karşısında Şah’ın
politikalarına muhalif olarak öne çıkan ulema, ekonomik imtiyazlara[7] yönelik
protestolarda başı çekişinde görüleceği üzere milletin menfaatlerini koruyan
birinci güç olarak ortaya çıkmıştır. Reuters ve tütün imtiyazının örneklik
ettiği bu tür olaylar ulemanın gücünün hükümetten çok daha büyük olduğunu
gösterdiği gibi, Batı dünyasının da ulemanın gücünü yakından hissetmesine yol
açmıştır. Bu etki 1979 devrimine kadar zaman zaman ivmesini kaybetse de, artarak
sürmüştür.
İran’daki
Batı yanlısı modernist simalar ise İran’ın Batı’nın meydan okumasına cevap
veremez hale gelmesinden sonra devlet ricalinin “Ne yapmalı?”, “Nasıl yapmalı?”
sorularına cevap aradıkları bir dönemde Avrupa’ya yolladıkları kişilerin
taşıdıkları fikirlerden beslenmiş, bu anlamıyla Müslüman topluma yabancılaşmış
ancak Batı tarzı hayatın fikri altyapısını da kavrayamamış kişiler olarak Batı
toplumlarına da adapte olamamışlardır.[8]
Batı’ya verilmesi istenen cevabın bir an evvel bulunması kaygısıyla hareket
eden devlet ricalinin himayesiyle beliren bu grup ulemadan farklı olarak
dönemin modern iletişim, eğitim ve propaganda araçlarını kullanmayı
denemişlerdir. Bu cümleden olmak üzere posta teşkilatı, telgraf, gazete ve
modern eğitim kurumlarının ilk nüveleri denenmeye başlanmıştır.[9]
Topluma yön vermek arzusundaki bu kişilerin modernleşme anlayışlarında ihtilâlcı
şiddet olduğu gibi milliyetçi, halkçı temaların yanında laik ve inkılâpçı
adımlar da önemli bir yer tutmuştur.[10]
Yabancı misyonların İran’da kalıcı hale gelmesi de bu grubun desteklenmesine
imkân sağlamıştır.[11]
Meşrutiyet
fikri başlangıçta İran ulemasına yabancı olmakla birlikte, Meşrutiyet’e giden
süreçte İran’daki halk hareketlerinde liderlik faktörü açısından dini
liderliğin varlığı emsalsizdir ve İranlı entelektüeller dini liderlerin desteği
olmaksızın başarıya ulaşamayacaklarını fark ettiklerinde onları kendi yanlarına
çekmek için gayret sarf etmişlerdir. Entelektüel kesim İran’ın ne on iki imamın
yönetimi ne de hanedanlık ile kurtuluşa ereceğine, İran’ın ancak despotizm, dini dogmatizm ve
emperyalizmden kurtularak salaha erebileceğine inanmasına rağmen dini
liderliğin desteğini almak için reformların İslam’a aykırı olmadığını hatta İslam’ın
emri olduğunu, İslam’ın ilkeleri arasına yer aldığını savunmuş hatta meşrutiyetin
“şeriat” demek olduğunu iddia etmiştir. Ne var ki, METİN’e göre, İmam
Humeyni’ye gelene kadar birçok Şiî din adamı muhalif olmakla birlikte hiçbir
zaman sürekli bir siyasal eylem ve ideolojik bütünlük oluşturan siyasal talep
mekanizmasına sahip olamamışlardır. Bu tür eylemler laik/ seküler
entelektüeller çevresinde gelişen hareketler ile vücut bulmuştur. Bunda modern
eğitim kurumlarının da etkisi vardır. Osmanlı’dan öykünerek 1851 yılında
kurulan Darülfünun’da başlangıçta eğitim dili Fransızca ve hocaların birçoğu
Fransız olsa da, zaman içinde tercüme ve telif kitapların yazılıp basılmasıyla
Farsçaya dönülmüş ve tedricen kadro tamamen İranlılardan oluşmuştur. Batı
Dünyasına ait kavramların ve fikirlerin taşıyıcısı olan bu kadroların
etkilediği cenah ulema ile kıyaslandığında kifayetsiz kalmakla birlikte,
Meşrutiyet Hareketi sürecinde ulema ile kıvrak bir ittifak kurmayı başarmıştır.
Yine de, doktrinde, ulemanın Meşrutiyet Hareketi’ndeki liderliğinin sebebine
dair kesin bir yargıya varmanın mümkün olmadığına dair kanaat vardır.
KARADENİZ, İran ulemasının başlangıçta mevcut siyasi idarenin ve ekonominin
ıslahını istemekten başka bir amacı olmadığını, Batı tarzı bir Meşrutiyet’in
pek düşünülmediğini ancak sömürgeciliği hedefe koyan Meşrutiyet Hareketi’nin
milli olduğu kadar dini içerikli olması sebebiyle ulemanın bundan ari
kalamadığını, zaten başlangıçta İran halkının da “siyasal demokrasi” değil,
“adalet” isteği olduğunu ileri sürer.[12]
Modernleşme hareketinin ivme kazandığı dönemde dikkat
edilmesi gereken bir husus da İran toplumunun demografik ve sınıfsal yapısıdır.
Bu konunun modernistlerin kitlelere ulaşmasındaki engellerin bir kısmını fark
edilmesi ve ulema ile ittifaka niçin zorunlu olduklarının anlaşılması için
aydınlatılması elzemdir. Darülfünun’da modern eğitimin verilmeye başlandığı
1850’li yıllarda İran’da yaklaşık 10 milyon kişinin yaşamaktaydı ve bunların
kabaca %64’ünü Fars kökenliler, %29’unu Türkçe konuşan topluluklar, %4’ünü
Araplar ve geriye kalan %3’ünü de gayrimüslimler oluşturuyordu. Bu nüfusun
%55’inin köylü, %20’den daha az bir oranının kentli, geriye kalan %25’inin ise
göçebe olduğunu, gezginlerin izlenimlerinden, Britanya Dışişleri’nde derlenen
raporlardan anlayabiliyoruz.[13]
Modernleşmenin kent esaslı bir hareket olduğunu göz önünde tuttuğumuzda
modernistlerin halkın %80’ine hitap etme imkânının çok zayıf olduğunu fark
ederiz. Bunun karşısında halkı dini ve sosyal olarak eğiten, her türlü
dertlerine çare arayan, yabancı saldırısı ve iç karışıklıklar dönemlerinde
zulme uğrayan halkın koruyan ulema halkın bütün kesimlerine hitap edip destek
bulabilmiş, halk da ulemanın sözüne tabi olmuştur.[14]
Tüm bu sebeplerle modernistler ile ulema arasında kurulan bu
ittifakın meyvesi Meşrutiyet Hareketi’nin başarıya ulaşmasıyla alınmış, 1905-1911
Meşrutiyet mücadelesinde muhalefetin hem koruyucusu ve hem de sözcüsü olan dinî
ulema meşrutiyet meclislerinde çoğunluğu oluşturmuş, anayasanın tesisinde ve Şiî İslâm’a muhalif
kanunların oluşumunu engellemede nispeten etkili olmuşsa da, İslami bir anayasa
beklerken, özellikle ek tasarı ile ummadığı bir şekilde İslam’a aykırı unsurlarla
yüzleşmek zorunda kalmıştır. Kanun önünde eşitlik, sınırsız basın hürriyeti
gibi ulemanın kabul etmeyeceği bazı hususların anayasada yer alması bu ittifakın
çatırdamasına sebep olmuştur. Bu süreçte ulema, Kaçar Hanedanı’nın modernleşme
süreçlerinde devletin ürettiği ve onunla özdeşleşen elit burjuvazinin öne çıkardığı
bu türden taleplere karşı koymuş, Batılı talep ve uygulamaları “dinden çıkma”, “Frenk mukallitliği”,
“Batılılaşma ihaneti” olarak algılayan Osmanlı ulemasına benzer bir şekilde, bu
taleplerin sözcülerini “ferengî (Frenkleşme)”, fokolî (Avrupaî
giyinen İranlı; aşağılayıcı anlamda), garbzedegî (Batı hastalığı) olarak
tavsif etmiş[15] ve Meşruti Anayasa’nın 1.maddesine İmami Şiiliğin
devletin mezhebi olması ve Meclis’ten çıkacak yasaları denetleyecek beş kişilik
ulema heyeti şartını dercetmeyi başarmıştır.[16] Kararlı
bir sekülarist ve Batı medeniyetinin sadık bir savunucusu olan ve İngilizce ve Fransızca’dan yaptığı
tercümelerle siyasi bir birikim oluşmasına katkı sağlayan Feth Ali Ahundzade’nin
ve onu takip edenlerin Arap alfabesini kaldırma/ değiştirme isteği ile İran
halkının tabii dininin Zerdüştlük olduğu yönündeki söylemleri örneğinde
görüleceği üzere, ulema modernistlerin bu fikirlerinin Batı’nın İslam
toplumlarını sömürmesinin bir aracı olduğunda ısrarcı olmuş, Malkom, Kirmani, Afgani gibi Farmason
teşkilatın üyeleri olan kişilerin kimi zaman Fars ırkçılığı ve İslam düşmanlığı
düzeyine varan sözleri sebebiyle
Batı’nın gizli ajandasının takipçileri olduklarını ileri sürmüş, bu ise
modernleşme yanlıları ile ulema arasındaki makasın açılmasını hızlandırmıştır.[17]
Tüm bunlara rağmen, modernistler, halkın içinde bulunan, halkla iç içe yaşayan
ulemanın etkisine hiçbir zaman ulaşamamışlardır.
METİN’e göre modernistlerin ulemanın gücüne
ulaşamamasının temelinde sebep olarak, modernleşme sürecinde geleneksel
kurumları modern yapılara dönüştürme kudretini haiz toplumsal yapının olmaması
ve Batı dışı toplumların modernleşme öncülerinin, kendi toplumlarının Batı
karşısında geriliğinin farkında olan, daha çok yönetici elitlerden oluşan, çoğunlukla
seküler eğitim alan ve gelenekselle bağları zayıf olan kişiler arasından
çıkması gerçeği yatmaktadır. Modernliğin ilk ortaya çıktığı Batı Avrupa
toplumları geleneksel kurumlarını modern işlevlere uyarlayarak
gerçekleştirmişlerdir. Yine kurumsal yenilikler yapılırken Batılı modern
kurumlar aynen alınarak var olan toplumsal yapının buna nasıl tepki vereceği ve
bunun sonuçlarının hesap edilmemesi de menfi bir faktör olarak yer almıştır.[18] Örneğin,
Abbas Mirza ve Kaim Makam’ın reform çalışmalarının sekteye uğramasının
temelinde bu reformları yerine getirecek ve sürdürebilecek ekonomik ve idari ve
askeri kaynaklardan yoksun olmalarıyla birlikte, toprak sahipleri, pazar esnafı
ve ulemadan oluşan yerleşik düzenin bu reform çalışmalarına gösterdiği güçlü
tepkiyi görürüz.
Çalışması boyunca UYAR, Meşrutiyet
Hareketi’nin öncü isimleri üzerinden Batı mefkuresinin ve buna karşı koyan
ulemanın sistematiğini de karşılaştırır. UYAR’ın vermiş olduğu örneklerin pek
çoğunda modernistlerin Batılı kavramların künhüne varamamış kişiler oldukları,
sistemli bir ideolojiden ziyade pratik sonuçlara yöneldikleri anlaşılır. Malkom
Han örneğinde olduğu üzere farklı zamanlarda farklı açıklamalar yapan modernistlerin
varlığı o dönem için garip karşılanmaz. Yine Batılı kavramları Rus
ihtilalcilerinin bakış açısıyla yorumlayan Talibov gibi modernistlerin Afgani
gibi aidiyeti halen tartışılan ancak genel olarak İslamcı bilinen kişilerle
aynı potada erimesi yadırganmaz. Bunda dönemin henüz oturmamış fikri ve siyasi
şartlarının olduğu kadar aslında tüm bu insanların temel çabasının ülkelerinin
Batı karşısında bağımsız ve kendine yeter kalabilmesini sağlama kaygısı içinde
olmalarının da büyük etkisi vardır.
UYAR,
modernistlerin içine düştüğü karmaşanın ulema açısından daha zayıf bir düzeyde
yaşandığını, ulemanın geleneksel fıkhı yeniden yorumlamak suretiyle bir çıkış
kapısı araladığını, meşrutiyet yanlısı ve karşıtı ulemanın her ikisinin de
klasik fıkha atıfla bu fikre/ siyasi sisteme müspet yahut menfi açıklama
getirdikleri gerçeğini Şeyh Fazlullah Nuri ile onun karşısında yer alan, Tenbihül
Ümme ve Tenzihül Mille’nin müellifi Naini üzerinden verdiği örneklerle
açıklar.
UYAR,
çalışmasının sonuç bölümünde tarihi serüvenin köşe taşlarına yeniden işaret
ederek ulemanın bu süreçten ders çıkardığını ve İmam Humeyni’nin önderliğindeki
halk hareketinin zaferden sonra gücü modernistlerin ele geçirmesine izin
vermediğini zikreder. Vakıa, yukarıda da değindiğimiz üzere, ulema ekseriyetle
modernistleri desteklemiş olsa da, 1905-1911 Meşrutiyet Hareketi’nde
aralarındaki ittifak modernistlerin ulemaya sırt çevirmesi, onları ancak bir
araç olarak kullanma arzuları sebebiyle son bulmuş ve ulema ile modernistlerin
Şah rejimine muhalefeti farklı kanallarda akmıştır. Bu akış 1979’da ulemanın
siyasi sistemi tümüyle ele almasıyla başka bir boyuta taşınmıştır. Bugünün
İran’ını anlamak için Safevi hanedanı ile ulema arasında kurulan ilişki
biçiminin tarihi seyrini takip etmekten bir zarurettir.
UYAR’ın
bu çalışması Türkçe literatür açısından önemlidir zira Türk akademik
çevrelerinde İran ile ilgili bu yöndeki çalışmalar Batı ile kıyaslanamayacak
kadar azdır. Ne var ki, çalışmanın mükemmel olduğunu da ileri süremeyiz. Her
çalışmada olduğu gibi UYAR’ın çalışmasında da bir kısım eksiklikler vardır. Bu
cümleden olmak üzere, UYAR’ın müracaat ettiği kaynakların ekserisi Batı
mahreçlidir. UYAR’ın Farsça bildiği de dikkate alındığında, İran
üniversitelerinin de yardımıyla, Farsça kaynaklara ağırlık veren, çalışmada
izlediği vaka anlatımı yolu itibariyle dönemin matbuatına daha fazla yer açan
bir çalışmanın imkan dahilinde olduğunu düşünüyoruz.
UYAR’ın
çalışmasında yer alan bir diğer eksiklik/ hata ise yazarın kimi konularda şahsi
kanaatine dair hüküm cümleleri kurmuş olmasıdır. Öncü kimliklerin mücadele
metodu ile açıklayamamasına rağmen, Şii ulemanın sınıf menfaati peşinde
koştuğuna dair kanaatini sıklıkla dillendirmesi çalışmada bir kusur olarak
belirmiştir.
Bu
çalışmada işaret edilen bazı noktalar ise yeni çalışma alanları doğmasına imkân
verecek niteliktedir. İran’daki fikri ve siyasi hareketler ile Batılı
misyonların ilişkileri, 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında Mason
teşkilatlarının Müslüman entelektüel ve âlimler arasındaki algılanış şekli,
Sünni ve Şii mezheplerinin ulemanın yönetim hakkına dair yaklaşımı, İslam
Birliği temelinde Sünni ve Şii ulemanın Osmanlı iktidarına bakışı, Safevilerden
modern İran’a Şahlık rejiminin meşruiyet alanı ve dayanakları ve nihayet İran
Meşrutiyet Hareketi ile İran İslam İnkılâbı arasındaki ilişkinin mahiyeti
çalışılabilecek sahalar olarak belirmektedir.
Bu
kitabın yazarın İran hakkındaki diğer çalışmaları ile birlikte okunmasının
bütünlüğü yakalamak açısından önemli olduğu kanaatindeyiz zira yazar kullandığı
kaynaklar arasında kendi çalışmalarına da yer vermiş, bu alanda başkaca
çalışmaları olduğunu böylece ortaya koymuştur.
Bu durumda, yazarın diğer çalışmalarının tetkikiyle, inceleme konusu
yaptığımız “İran’da Modernleşme ve Din Adamları” isimli çalışmasının daha iyi
anlaşılabileceği ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekir.
Kaynakça
ÇELENK
Mehmet, 16. ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri, Emin Yayınları, Bursa, 2013
METİN
Celal, Türk Modernleşmesi ve İran, Kabul Edilmiş Doktora Tezi,
Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 2006
SADRİ Manizheh, İran Yenileşme Hareketlerinde Osmanlı Etki ve
Katkısı, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2012
UYAR Mazlum, Şii Ulemanın Otoritesinin
Temelleri, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004
KURTULUŞ
Rıza, 1906-1911 İran Meşrutiyet Hareketinde Osmanlı
Etkisi, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2010
KARADENİZ Yılmaz, Kaçar Hanedanı, Kabul Edilmiş
Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi,
Malatya, 2004
GÜRAKAR
Tolga, Devrimci Dinamikler Açısından
Osmanlı ve İran Çağdaşlaşması, Kabul Edilmiş Yüksek Lisans Tezi, Yeditepe
Üniversitesi, İstanbul, 2011
AHAVİ Şahruh,
İran’da Din ve Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
[2]
METİN Celal, Türk Modernleşmesi ve
İran, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 2006
[3]
METİN Celal, Türk Modernleşmesi ve
İran
[4]
SADRİ Manizheh, İran Yenileşme Hareketlerinde Osmanlı Etki ve
Katkısı, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2012
[5]
UYAR Mazlum, Şii Ulemanın
Otoritesinin Temelleri, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004
[6]
KURTULUŞ Rıza, 1906-1911 İran Meşrutiyet Hareketinde Osmanlı
Etkisi, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2010
[7]
KARADENİZ Yılmaz, Kaçar Hanedanı, Kabul
Edilmiş Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi,
Malatya, 2004
[8]
a.g.e
[9]
KURTULUŞ Rıza, 1906-1911 İran Meşrutiyet Hareketinde Osmanlı
Etkisi
[10]
METİN Celal, Türk Modernleşmesi ve
İran
[11]
KARADENİZ Yılmaz, Kaçar Hanedanı
[12]
a.g.e.
[13]
GÜRAKAR Tolga, Devrimci Dinamikler Açısından Osmanlı ve İran
Çağdaşlaşması, Kabul Edilmiş Yüksek Lisans Tezi, Yeditepe Üniversitesi,
İstanbul, 2011
[14]
KARADENİZ Yılmaz, Kaçar Hanedanı
[15]
METİN Celal, Türk Modernleşmesi ve
İran
[16]
AHAVİ Şahruh, İran’da Din ve
Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
[17]
KARADENİZ Yılmaz, Kaçar Hanedanı
[18]
a.g.e