Gürkan BİÇEN
Paradigmanın kendisini değil
paradigmadaki yerini sorgulayanların, razı olabilecekleri bir pozisyonun
açılmasıyla kurmayı sevdikleri bir cümledir, “Devlette devamlılık esastır.”
Türk siyasi tarihinde bir dönemin mazlumlarının iktidarı paylaşmaya
başlamalarının ardından ezbere kullandıkları bir sözdür bu, aynı zamanda.
28 Şubat süreciyle iddialarının
tamamından vazgeçmeye zorlanan Müslümanlara karşı işlenen suçların uluslararası
mahkemelerde yapılan yargılamaları Müslümanların Ak Parti ile birlikte
Ankara’nın labirentlerini merakla dolaştıkları bir döneme denk gelmişti. Dışişleri
Bakanlığı koltuğuna Yaşar Yakış layık görülmüş ve fakat bir süre sonra o, yerini
Abdullah Gül’e bırakmıştı. Abdullah Gül’ün bakanlığı döneminde –ve halen-
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde haklarını arayanlara karşı Türk
hükümetinin tutumu baskı dönemi hükümetlerininkinden farklı olmamış, haklarını
Türkiye’de alamayan mağdurların Avrupa’daki hak arama çabalarının karşısına
benzer bir tutumla çıkılmıştı. Abdullah Gül ve dışişleri personeli bu tutuma
basit bir cümle ile açıklık getiriyorlardı: Devlette devamlılık esastır.
Batı basınının “Arap Baharı”
olarak isimlendirdiği halk hareketlerinin rüzgârı Mısır’a ulaştığında ve Tahrir
Meydanı kalabalıklarla dolduğunda, Avrupalı televizyon kanalları Avrupa’nın
çeşitli kentlerine dağılmış Müslüman Kardeşler üyelerinin/ yetkililerinin
bölgesel barışa vurgu yapan röportajlarını yayımlıyordu. Biz ise, Türkiye’de,
Tahrir Meydanı’na sabitlenmiş bir – iki kameradan yansıyan kalabalığı
izliyorduk. Hüsnü Mübarek’in Tunus’un devrik diktatörü Zeynel bin Abidin gibi
iktidarı bırakmak zorunda kalması ancak Mısır’ı terk etmemesi temsili bir
yargılamanın yolunu da açmış oldu. Bu yargılamada ekranlara yansıyan sahneler
Mısır’da bir zihniyetin değil aktörlerin değişiyor olduğu izlenimini uyandırıyordu.
Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in
Tahrir Meydanı’nın adalet ve özgürlük istediğini söylemelerine rağmen
Mübarek’i, onun geçmişte muhaliflerine yaptığı gibi, mahkeme salonundaki bir
demir kafese sokuyor olmaları, Mısırlı Müslümanların da “Devlette devamlılık
esastır” ilkesini takip edeceklerini gösteriyordu. Mısır halkı buna razı olabilirdi. Nihayetinde
onlar kendi serüvenlerini yaşıyorlardı. Ne var ki, devlette devamlılık esası
mahkeme salonlarından dış politikaya uzandığında Mısır’a umut bağlamış bir
başka halkı da yakından ilgilendirir hale geliyordu.
Tunus ve Mısır’daki halk
ayaklanmalarını heyecanla izleyen Filistin halkı ve Filistinli hareketler bu
ayaklanmaların Siyonist rejimin varlığını reddeden yönetimlerin iktidara
gelmesiyle neticeleneceğini ummuşlardı. Filistinli hareketlerde, ayaklanmalar
sırasında Müslüman Kardeşler yetkililerinin Mısır’ın onuru temelinde
yükselttikleri uluslararası anlaşmalara sadakat açıklamalarını geçiş döneminde
Müslümanların aldığı bir tedbir olarak kabul etme eğilimi kendisini açıkça
belli ediyordu. Ancak İran İslam İnkılâbı’nın Filistin davasını İslam ümmetine
mal etmesine kadar geçen süreçte, Filistin meselesi öncelikle bir Arap meselesi
olarak görülmüş ve Arapların Siyonistler karşısında aldıkları yenilgilerle geri
çekilmelerinin ardından da tam anlamıyla bir “Filistinli Meselesi”ne
dönüşmüştü. Mısır’ın Siyonist varlığı bir devlet olarak tanımasının üzerinden
geçen yaklaşık 40 yılda Filistin’in özgürlüğü Mısır için itikadi bir vazife
değil, Mısır’ın onurunun kurtarılması için bir araç haline gelmiştir.
Yalnız, sırasını beklemesi gereken bir
araç…
“Devlette devamlılık esastır”,savunması,
her toplumun, kendi iradesini geçmişlerin hikâyelerine bağlamasından başkaca
bir anlama gelebilir mi? Geçmişte yapılan hatalar yeni nesilleri niçin bağlasın?
Kendi dönemini yaşayan toplumların geçmişin hatalarına “hayır”, deme hakkı yok
mudur? Bu ve benzeri sorulara zincirleri kıracak cevaplar bulamıyorsak, gelip
geçen ümmetlerin yaptıklarından sorulmayacağımızı ancak onların hatalarını
tekrar edenler olarak kendi hesabımızla muhakeme olunacağımızı göz ardı
ediyoruz demektir.
Mısır halkı, Mısır’ın gençleri
Mursi’ye sormalıdır: Enver Sedat’ın ve Hüsnü Mübarek’in tercihlerini kabul
etmek zorunda mıyız? Bunların kararlarının neticeleri devam edecekse, bize
sorulmadan alınan bu kararlar geçerliliklerini koruyacaksa, meydanları niçin
doldurduk, niçin şehitler kazandık?
Mursi’nin Türkiye’nin
muhafazakârları gibi bayındırlık işlerini tarihi kararlara öncelediği görülüyor.
Bu yolun sonunda tıpkı Türkiye’deki sağcı iktidar gibi Mısır’ın Müslüman
Kardeşleri de Batı Dünyası’na yelken çevirirse şaşırmamak gerekiyor. Bir bütün
olarak hesap edildiğinde, Filistin’in kurtarılmasını itikadi bir vazife addeden
İran İslam Cumhuriyeti’nin şeytanlaştırılmasına göz yuman ve hatta Suriye
İhvanı örneğinde olduğu gibi bu ameliyeye bizzat katılan Müslüman Kardeşler’in Filistin’i
kurtarmak bir yana, kendisine bel bağlayan HAMAS’ı da yolda bırakacağı
anlaşılıyor.
Devlette süreklilik devam ederken
ufukta HAMAS için bölünme ve direniş cephesinden çıkarılma ihtimali beliriyor.