Translate

27 Kasım 2011 Pazar

Vatan İle İmtihan

Gürkan BİÇEN


İran Devrim Muhafızları Hava Kuvvetleri Komutanı General Emir Ali Hacizade’nin “İran’ın herhangi bir saldırıya uğraması durumunda ilk hedef alacakları yerin Türkiye’deki NATO füze kalkanı tesisi olacağı” sözleri beni Türkiyeli Müslümanların böyle bir açıklama karşısında takınacakları tavrın nasıl olabileceğini düşünmeye sevk etti. Zira birçok kez açığa çıktığı üzere Türkiyeli Müslümanlar ile Türkiye’nin sair ideolojilere sahip insanları arasında toprak, bayrak, dil ve devlet kavramları tartışılması dahi tehlikeli müşterekleri oluşturuyordu. Bir İslam ülkesi ve devleti olarak İran, İslam Nizamı’na yönelecek saldırının –pasif bir görevle bile olsa- cephe hattında yer alacak bir diğer ülkedeki askeri hedefleri yok etmeyi kaçınılmaz olarak görürken, hedef ülkedeki Müslümanların tarih ve coğrafya ile kuşatılmış zihinlerinde nasıl bir etki uyandıracağını sanırım biliyordur. İran buna benzer bir tarihi sınavı 1996’da, Taliban hareketinin iktidarı ele aldığı dönemde katlettiği on bir İranlı diplomatın ardından yüzünün akıyla vermişti. Batı Dünyası ve işbirlikçileri İran’ın Afganistan’a girmesini beklerken ve İran ordusu buna hazır haldeyken İran, Sünni ve Şii Müslümanlar arasında onulmaz yaralar açacak böylesi bir harekâttan uzak durmuş ve onların heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Ama bugün çok farklı bir durum var ve sanki 25 sene evvel Tahran’da İmam Humeyni tarafından kabul edilen Türkiyeli Müslümanlardan müteşekkil bir heyete İmam’ın söyledikleri gerçekleşme yolunda. Bu görüşmeyi yıllar önce, Eskişehir’deki yazıhanesinde ziyaret ettiğim Atasoy Müftüoğlu nakletmişti.

Türkiyeli bir grup Müslüman İmam Humeyni’yi ziyaret ederler ve İmam onlara, “Er ya da geç Amerika İran’a saldıracak. Bunun için ya doğrudan Türkiye’yi kullanacak veya Türkiye üzerinden kendisi saldıracak. Biz sizin bunu engellemeye gücünüzün olmadığını biliyoruz. Sizden istediğimiz elinizden geldiğince bunu geciktirmeye çalışmanız. Öyle ki, biz böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olabilelim.” der. İmam’ın bunları söylediği dönemin Türkiyesi ile bugünün Türkiyesi arasındaki fark sadece 25 yıl değildir. O günden bu yana Türkiye’nin Batı sistemi çevresindeki konumu değiştiği gibi, Türkiyeli Müslümanların Batı zihniyetine bakışı ve ülke içindeki siyasi pozisyonları da değişti. Bugün Türkiye, Batı sistemine büyük oranda entegre edilmiş bir ülkedir. Türkiyeli Müslümanlar ise toprak temelinde yükselen ve yer yer kavmi duygularla da beslenen, İslam’ın muamelata ve siyasi fıkha ilişkin hükümlerine yabancılaşmış grupçuklar haline dönüşmüşlerdir. İmam Humeyni ile görüşen Müslümanlar İmam’ın “Bizim vatanımız İslam’dır”, “Biz İran’ı İslam için istiyoruz, İslam’ı İran için değil” ve “Biz güçlü bir İran değil, İslami İran istiyoruz. Güçlü bir İran istiyorsanız gidin şahı geri getirin” sözlerini anlayabiliyor ve bu sözleri arı duru İslam’ın İmam’ın dudaklarından dökülen ifadeleri olarak kabul ediyorlarken, bugünün Müslümanları, “Her şey Türkiye için”, “Güçlü Türkiye güçlü ordu” ve “Merkez ülke Türkiye” sözlerinin ardında saf durur haldedirler. Tarih Türkiyeli Müslümanların ağır bir şekilde sınanacakları bir yöne doğru akıyor. “İki doğunun ve iki batının Rabbi” bizleri, O’nun adının egemen olmadığı her zerre toprağı kıymetsiz hale getiren bir kelime ile sınamak üzere: Vatan

Kendisini dünyanın her yerindeki Müslümanların kardeşi olarak tanımlayan bir Arnavut dostum için Katolik bir Arnavut, “O, Müslüman kardeşlerini ülkesine / Arnavutluk’a tercih eder” diye yazmıştı. Muhtemelen, “Türkiye’de, Müslüman kardeşlerini ülkesine tercih edecek ne kadar Müslüman var?” sorusunun cevabını alacağımız günlere geliyoruz. Doğrusu ben, “Türkiye halkı bilinçli bir halktır. Biz bu bilinçli milletin bu komployu engelleyeceğinden eminiz” diyen İranlı General Emir Ali Hacizade kadar bundan emin değilim. Ne var ki, benim de emin olduğum bir şey var: Bir İslam devletine yönelik muhtemel bir savaşta Batı’nın aparatçığı haline gelecek bir devletin safından ayrılmak asla ve kata vatana ihanet değildir.

20 Kasım 2011 Pazar

Doğu aritmetiği çok romantiktir

Gürkan BİÇEN

Birinci Dünya Savaşı’nın mütareke ile nihayete erdiği, Paris Konferansı’nın başladığı dönemde Sykes – Picot anlaşmasının hilafına Fransa’yı Suriye’den uzaklaştırma niyetinde olan İngiltere, Şam’a ilk giren ordunun Avustralya birlikleri değil, Faysal’ın, yerel kıyafetleriyle şehre sızarak onu içeriden ele geçiren Arap birlikleri olduğunu, Suriye’nin düşmandan – Osmanlı yönetiminden- kendi gücüyle kurtulduğunu, Wilson’un ileri sürdüğü prensipler uyarınca da Suriye’nin Arap yönetimi altında kalması gerektiğini ileri sürer. Lloyd George, hakikatte Faysal’ın adamlarının gerçek sayısının 3 bin 500 kadar olduğunu ve bunların da ancak Şam düştükten sonra geldiklerini bilmesine rağmen, Faysal’ın 10 bin adamının Şam’ı ele geçirmeyi başardığını söylemektedir. Sonraları Lloyd George bu hususta şöyle yazar: “Doğu aritmetiği çok romantiktir.”

Menfaatler söz konusu olduğunda Batı Dünyası her alanda “romantizm” yaratabilir. Zira Batı Dünyası tarihi kendi ekseninde okuyan, tüm diğerlerinin bu eksen etrafında dönen pervaneler olmasını murad eden bir anlayışa sahiptir. Batı için rakamlar, istatistikler durumu açıklamaya değil, “açıklama”yı gizlemeye yönelik araçlardır. Var olanın tümü Batı’nın gösterdiğidir. Geçmişte böyle olduğu gibi bu, bugün de böyledir.

Bugün Batı, Şam’ı ele geçirmek için yola çıkan modern Faysallara tabi on binler bulunduğuna ve Şam yolunda yaşanan çatışmaların tümünün yerel halkın mücadelesinin neticesi olduğuna inanmamızı istemektedir. Batı’nın anlatımına göre, bugün Şam yoluna düşmüş bir Avustralya birliği yoktur. Ne varsa hepsi Suriyeli Arapların kendi nesli, kendi gücüdür. Bu bakış açısıyla Şam’ın, Cemal Paşa idaresindeki Osmanlı yönetimine, silaha sarılmış muhaliflerin ise İngiliz yardımını uman bir yüzyıl evvelki seleflerine dönüşmesinde bir gariplik yoktur. Garip olan bizim de tüm bu yalana inanmak istememizdir.

Bir yüzyıl evvel Şam’da Arap kavmiyetçilerini asan Cemal Paşa’nın orduları Filistin cephesinde Filistin’in yerel halkı ile birlikte İngilizlere karşı çarpışırken, Osmanlı idaresine karşı İngiliz safında yer alan Faysal savaş sırasında da Paris Konferansı’nda da Filistin’i istemediğini, Filistin halkının “Arapça konuşan ancak Arap olmayan” bir halk olduğunu söylüyordu. Benzer şekilde bugün Şam yönetimine karşı Batı’nın desteğini arayanlar/alanlar Filistin’in kurtuluşu için Batı ile mücadelenin gerektiğini dikkate almıyorlar. Hatta modern Faysallar Filistin’den ziyade Golan Tepeleri’ne önem verdiklerini dile getirmekten geri durmuyorlar. Şam yönetimini Golan için bir mermi atmamakla suçluyorlar. Ancak Siyonistlerle olan mücadeleyi sürdüreceklerini de söylemiyorlar.

Şam’ın gaddar Baas yönetimi kimin sivil, kimin milis ve kimin ise Batı uzantısı muharip güç olduğu bilinmeyen bir ortamda binden ziyade insanı katletti. Ancak emri altındaki ordu ve polis kuvvetinden de bir o kadar insan öldürüldü. Tüm bunlara rağmen Esad yönetimine yönelik halk desteği kaybolmadı. Büyük kentlerin tüccarları, aşiretlerin büyük çoğunluğu, çok sayıda Sünni âlim Şam yönetiminin reformlar yoluyla ıslah edilmesi ancak Şam’ın merkezi gücü ve konumunu zayıflatacak çabalardan uzak durulması gerektiğinde hemfikir. Yine halkın büyük çoğunluğu Şam yönetiminin Filistin için gayret sarf ettiğinin de bilincinde.

Batı Dünyası’nın ve peyklerinin kontrolündeki medya ağı muhaliflerin gösterileriyle ekranları, gazete ve dergi sayfalarını doldururken bize “romantik” bir aritmetik sunuyorlar. Türkiye’nin dünyadan bihaber eski İslamcıları ise gazete kâğıtlarından yaptıkları tayyarelerle yeni bir “Osmanlı” hülyasına dalmış haldeler. Ne var ki, bunların cedlerinden bir farkları var; bunlar – o nasıl oluyorsa- laik bir Osmanlı istiyorlar.


Tek gerçek var: Doğu’nun aritmetiği de, Türkiye’nin İslamcıları da “romantizm”den ibaret.