Translate

8 Aralık 2009 Salı

Revaklar Yemen'e Kurulsun

Yemen devleti ile Zeydi Müslümanlar arasında katliama dönüşmeyen bir sürtüşme boyutunda kalmış olsaydı son bir ayda yaşananlar için, “Bunlar Yemen’in iç işleridir ve Yemenliler bu meseleyi kendi aralarında halledebilir”, diyebilirdik. Ancak meselenin salt Yemen devleti ile uyrukları arasında bir mesele olmadığı, ümmetin bir bölümünün katliama tabi tutulması (1) yoluyla mezhebi çatışmaların önünün açılmak istendiği, egemen bir devlet olarak kabul edilen Yemen’e Suudi Arabistan’ın taarruz etmesi (2) ve buna Yemen’in rıza göstermesi ile açığa çıkmış haldedir. (3)Suudi Arabistan’ın Yemen topraklarına yönelik saldırısının gerekçesi Husilerin silahlı unsurlarının Suudi Arabistan sınırını geçmiş olmaları olarak gösterilmiş ve Husilerin Yemen içlerine sürüldüğü açıklanmıştı. Egemen bir devletin, sınırları hakkında tartışma bile olsa, kendi toprakları olarak ilan ettiği bölgeyi askeri olarak savunmasının hakkı olduğunu kabul etsek dahi, askeri müdahalenin sınırının tecavüzün önlendiği nokta olduğunu da söylemek zorundayız. Bir başka ifadeyle, Suudi Arabistan kuvvetleri Husilerin silahlı unsurlarını Suudi Arabistan topraklarından çıkardığında bu operasyon bitirmeli ve Yemen içindeki çatışmayı Yemen’in iç işi olarak görmeliydi.Suudi Arabistan ve Yemen, Yemen halkının bir kısmı üzerinde ortaklaşa bir askeri operasyon yürütme hususunda fiilen anlaşmış olduklarına göre artık mesele, Müslümanlar açısından, Yemen’in bir iç meselesi olmaktan çıkmış ve diğer Müslümanların da söz söyleme hakkının doğduğu bir hale dönüşmüştür. Kaynağını Kuran’dan (4) alan bu hak, ümmetin akil adamlarına ve akabinde güç sahiplerine Müslümanlar arasındaki çatışmalara son vermek için faaliyete geçme yetkisini de vermektedir. Bu yetkiye sahip olanlardan bazıları açıktan seslerini yükselttiler ve çatışmaların durdurulmasını, Suudi Arabistan’ın kendi sınırlarına dönmesini istediler. (5) Mısır’dan, Suriye’den, Lübnan’dan, İran’dan yükselen sesler arasına, maalesef, Türkiye’den duymak istediğimiz ses halen –gerektiği düzeyde- (6) katılmış değil: Saadet Partisi.Türkiye’nin dümenini Saadet Partisi’nin tutmadığının bilincinde olduğumuz kadar, Türkiyeli Müslümanların ümmet bazında siyasi temsilini sağlayan hareketin Saadet Partisi olduğunun da bilincindeyiz. Bu temsil, bütün değerlerimizin Batılı anlayış karşısında savrulma noktasına geldiği bir dönemde Numan Kurtulmuş’un yeniden yükseltmeye çalıştığı “İslam Medeniyeti” projesi ile her zamankinden daha önemli bir konuma yükselmiştir. Hal böyle olunca, her ne kadar Türkiye kamuoyu Yemen’de olanlar hakkında bilinçli bir sansüre tabi tutulsa da, Türkiyeli Müslümanların bu husustaki siyasi sesi olma vazifesi de Saadet Partisi’ne düşer haldedir.Milli Görüş hareketinin Suudi Arabistan ile olan geçmişe dayalı sıcak ilişkisi, hareketin lideri Erbakan Hoca’nın Kral nezdindeki itibarı Müslümanlar arasında büyümeye meyyal bir fitnenin söndürülmesinde etkili olabilir. Milli Görüş’ten ve Saadet Partisi’nden beklenen bir tarafta yer alması değildir. Ümmetin onlardan beklentisi barışa yönelik bir sesi yükseltmeleri, bunun için harekete geçmeleridir. Bu, siyasi temsil gücüne sahip olmaları sebebiyle Türkiyeli Müslümanlar açısından haklı bir beklentidir. Numan Kurtulmuş bu beklentiye cevap vermeli, tarafları ateşkese ve sulha davet etmelidir. Doğrusu, öyle yapacağını da umuyorum.Saadet Partisi bu vazifeyi ifadan geri duracaksa, Osmanlı Barışı’na yapılan atıfların bir kara mizaha dönüşmesi için, Kabe’nin revaklarının Ankara’ya değil (7) Yemen’e kurulmasını teklif ediyorum.


http://www.kudustv.com/medyaizle.php?haber_id=2305http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=11139http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=7261Nisa Suresi 54.ayet, Tevbe Suresi 71.ayet, Hucurat Suresi 9.ayethttp://www.israhaber.com/index.php?haber_id=7233&dil=trhttp://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=54661http://www.velfecr.com/saadet-partisi-nden-suud-katliamlarina-tepki-video-1081-haberi.htmlhttp://www.dunyabulteni.net/news_detail.php?id=97813

19 Ekim 2009 Pazartesi

KU ESHTE VOTA İME



Gürkan BİÇEN


Tiran’daki Amerikan elçiliğinin yakınlarındaki bir caddede şu afişi gördüm: “Ku eshte vota ime ?”[1]. Anlaşılan birileri kaybetmişti ve hayretle karışık bir merak içerisinde soruyordu; “Benim oyum nerede ?”.

İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerine yakın bir zamanda Arnavutluk’ta da milletvekili seçimleri yapıldı. Birçok partinin dört ana seçim ittifakı ile katıldığı bu seçimlerde iktidara aday olanların sloganları bile aynıydı. Her biri Arnavut halkını Avrupa-Atlantik kurumlarına en iyi kendilerinin entegre edebileceğini ileri sürüyor[2], Avrupa idealinin Arnavut halkının vazgeçilmezi olduğunu söylüyordu[3]. İlginçtir, uzun yıllar Nato karşıtlığı yapan insanlar, bir süredir, Sali Berisha’nın lideri olduğu Partia Demokratike’yi Nato sürecini iyi yönetememek ve Nato’ya girişi geciktirmiş olmakla suçluyorlardı[4]. Onların bir diğer suçlaması da Berisha’nın Müslümanlığına yönelikti ki, Berisha’ya ‘Müslüman Berisha’ diye yükleniyorlardı. Edi Rama’nın liderliğindeki Partia Socialist’in Arnavutluk şartlarında büyük sayılabilecek bir bütçe ile yürüttüğü, Soros destekli kampanyanın başarısı Berisha’nın seçimlerden az evvel hizmete açtığı, Arnavutluk ile Kosova’yı birbirine bağlayan, Arnavutların yüzyıllık rüyası olarak anılan tünelin coşkusuna takılıyordu. Yine de bu seçimin kıran kırana geçtiğini, iktidar partisinin başkentte geriye düştüğünü, PD’nin değiştirilen seçim sistemi sebebiyle temsil kabiliyetlerini yitiren küçük partilerin oylarıyla sonuca ulaştığını söyleyebiliriz. Tüm bunlar Arnavutluk siyaseti ile ilgilenenlerin konuşması gereken hususlar. Küresel sermayenin ekonomik gücü politik güce çevirmesi ise madalyonun diğer yüzü.

Komünist Blok’un çözülmeye başladığı 1989’dan sonra Balkanlar hızlı bir değişim sürecine girdi. Romanya’daki kanlı iktidar değişimi Arnavutluk için bir uyarıydı ve Arnavutluk komünistleri bu işareti almakta gecikmediler. Ülke kısa bir süre sonra çok partili hayata adım attı. Bu, çok uzun yıllardır halk hareketlerinin görülmediği Arnavutluk’ta kitlesel protesto gösterilerinin de gündeme gelmesi demekti. İlk nasip sosyalistlerin oldu ve seçimi kazanan Sosyalist Parti seçimleri yenilemek zorunda kaldı. İşte artık Berisha iktidardaydı; 1992… 1997’de ise Berisha iç savaşa dönmek üzere olan gösteri ve çatışmalar arasında terk ediyordu iktidarı. Sosyalistlerin hâkim olduğu sekiz yılın sonunda Berisha yine döndü ama bu sefer terbiye edilmiş olarak. Tüm bunların ardında ise Amerika’nın resmi ve gayrı resmi operasyonları ile Soros’un parmak izleri görülüyordu[5].

Son yirmi yıl göstermiştir ki, eğitim, finans ve medya araçlarını ellerinde tutanlar halkı sevk etmede çok zaman iktidarlardan daha fazla başarıya ulaşabilmektedirler. Batı Dünyasının İslam Dünyasına ve dünyanın kalan kısmına yönelik saldırısının temel araçlarından birisi ülkeleri her açıdan işgal eden bu tür organizasyonlar olmuştur. Soros’un “Open Society Foundation”u bunların en meşhurudur diyebiliriz. Arnavutluk’u da bir ahtapot gibi saran Soros organizasyonu ülkenin siyasetine yön vermede ve Arnavutluk’u Batı ekseninde tutmada en etkili kuruluşlardan birisidir.[6]

Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatının ve Rockfeller Vakfının desteği ile kamuoyunu yönlendirmeye çalışan MJAFT ise Arnavutluk’taki bir başka Batı destekli organizasyon olarak dikkat çekmektedir.[7] Bir diğerini ise USAID olarak gösterebiliriz.[8] Gerek Soros’un gerekse MJAFT’ın kamuoyunu yönlendirmek için kullandıkları araçlar ise varlığını bir sermaye grubuna dayandırmadan sürdüremeyecek olan medya organlarıdır. Bunların önemli bir kısmı bahsi geçen kaynaklardan beslenmektedir. Görevleri Batı’nın menfaatlerini Arnavut halkının menfaatleri olarak kabul ettirmekten ibarettir. Bu amaçla her gün onlarca program yayımlanır ve bunlarda eşcinsellerin haklarından Müslümanların bağnazlığına kadar birçok konu tartışılır ve Batı’nın perspektifi zihinlere nakşedilir. Anahtar kelimeler hep aynıdır: Özgürlük, adalet, eşitlik, kalkınma, insan hakları, Avrupa, medeniyet…[9]

2000’li yılların başlarında Türkiye’de gerçekleştirilmeye başlanan bir kısım tarım reformlarını takip ederken, bunların benzerlerinin aynı anda Yeni Zelanda’da da gerçekleştirildiğini, benzer tepkilerin orada da olduğunu Yeni Zelanda’da yaşayan tanıdıklarımdan öğrenmiştim. O dönemde bunların ancak çok küçük bir kısmı Türkiye’ye yansımıştı. Biz ancak kendi derdimizi biliyorduk. Küresel düzeyde hareket eden birileriyse aynı anda benzer operasyonları yönetiyordu. Tiran caddelerinde dolaşırken birbirinden ayrı gibi duran İran ve Arnavutluk seçimlerini yan yana koyma ihtiyacı hissettim. Zira her ikisinde de kaybeden taraf aynı yolu izlemiş, benzer açıklamaları yapmış ve hatta Tiran’dakiler Berisha’yı “hırsız Ahmedinejat”a benzetmişlerdi. Halkı meydana toplarken kullandıkları sloganlar da, bu meydanda yaptıkları konuşmalar da aynıydı. Edi Rama’nın sözlerinde seçim mağlubu İranlı bir lideri bulmamak imkânsızdı.[10]

Arnavutluk siyasetinin Soros sermayesine müptela olduğunu biliyorum. İranlı seçim mağlupları ise Soros sermayesinin kullanıldığına dair iddiayı kesin bir dil ile reddettiler.[11] Keşke, diyorum; “Benim oyum nerede ?” sloganında buluşmasalardı da Soros’un sırıtan suratı silinip gitseydi zihnimden.
[1] http://www.noa.al/index.php/politike/87-politike/8800-permbledhje-ku-eshte-vota-ime-si-kryeqyteti-u-mbush-me-te-majtet-e-rretheve
[2] http://www.pd.al/arritjet/integrimi-euro-atlantik/
[3] http://www.muslumanarnavutluk.com/default.asp?pg=news&i=7571&lng=1
[4] http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/newsbriefs/setimes/newsbriefs/2008/04/01/nb-08
[5] http://www.muslumanarnavutluk.com/default.asp?id=27120&lng=1
[6] http://www.soros.al/en/index.htm
[7] http://www.mjaft.org/en/index1.php
[8] http://albania.usaid.gov/
[9] Since its establishment, through its popular leftist programs, Top channel has proven to be a window of propaganda for Albanian citizens on addressing the mayor's reputation, social and economic problems. In the past years it has also sought partnership with international development agencies such as UNDP, UNICEF, IOM, OSCE, USAID, Albanian and French Red Cross, and many others, and sustains partnership with international private companies such as Vodafone. In addition, Top Channel has seen growing partnership with international news agencies such as Reuters in exchanging news coverage. http://en.wikipedia.org/wiki/Top_Channel
[10] http://www.top-channel.tv/video.php?id=9116
[11] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=7067
http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=7070

26 Temmuz 2009 Pazar

Ziya Paşa'dan Eliaçık'a Haber Var

Gürkan BİÇEN

Ziya Paşa’yı rüyamda gördüm(!). Paşam, dedim kendisine; İhsan Eliaçık kulunuzun yazılarını da ara sıra okuyorum, ne buyurursunuz? Paşa bir öfke ile çekti elimdeki şiir antolojisini ve hızla çevirdiği sayfaların birinde durdu. Sayfanın başındaki yazıya bakıverdim göz ucuyla; Terkib-i Bent. Parmağı ile işaret ettiği yere yaklaşıp yüksek sesle okudum:

“Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz
Divanelerin hemdemi divane gerektir.”
(1)

Aman Paşam, dedim, ne diyorsunuz? “Ah benim naif evladım, bak seninle zamanın ve mekanın hükmünün neredeyse hiçe indiği bir yerde, rüyada konuşuyorum. Bilmelisin ki, benim evvelimde ve ahirimde nice değerler, nice alimler var ufkunu aydınlatacak” deyince paşa, hani biraz da kendi aklımı savunma, nadanlığını ima ettiği birisini okuyor olmama gayretiyle lafa daldım:

-Ama Paşam, İhsan Bey zaten geçmişteki ulemayı, neredeyse hiç ayrım yapmaksızın, tenkit ediyor, onlara ‘saray uleması’ ve senden sonrakilere, benim zamanımdakilere de, ‘din baronu’ (2) diyor. Hoş bu ‘din baronu’ lafını Mehmet Şevket Eygi’den emanet aldığını zannediyorum ama olsun, nihayetinde, İhsan Bey’in hedefinde kudema var.

-Oğlum, “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür, rütbe-i aklı eserinde.”, bunu unutma sakın. Senin bu İhsan Bey’in nedir eseri, bir tarif et bakalım.

-Paşam, bir çok makalesi var, Kuran’ı Kerim’i tercüme etmiş, çağımızın haberleşme araçlarından olan internette onlarca site onun yazıları ile dolup taşıyor. Yüzlerce hayranı avuçları patlayana kadar ayakta alkış tutuyor –tabii bilemiyorum ilk kim oturacak diye bakıyorlar mı?- Hani deriz ya, tuttuğunu koparıyor, vurduğundan ses getiriyor. İşte böyledir İhsan Bey.

Paşa’nın yüz ifadesinden canının sıkıldığını hissettim. Belki böyle bir üslup ile yanlış yola girmiş, kantarın topuzunu kaçırmıştım. Paşa’nın gürleyen bir gök gibi haykırıp fırtına gibi eseceğini ve sonunda sağanak bir yağmur gibi boşalacağını düşündüm bu suskunluk anında. Lakin böyle olmadı.

“Çok güzel” diye lafa başladı Paşa. “İnsanın yazması, çizmesi, aklını ve fikrini kağıda dökmesi, mürekkep yalaması çok güzel. Ama bilmelisin ki, şu İhsan Bey’in tenkit ettiğini söylediğin kudema da yazıp çiziyordu. Şu kütüphanelerinizde duran binlerce el yazmasını onlar kaleme aldılar.. (3) Siz mazursunuz, İhsan Bey de öyle, hem eski kaynakları asıllarından okumaya vakti yoktur hem de anlattığın bunca yazı çizi işi içinde buna yönelik bir isteği. Oğlum, sen hiç Akif okumadın mı? Hiç mi duymadın Akif’in ‘Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.’ dediğini. Kuran’ı Kerim’i tercüme etmiş diyorsun, hiç mi rastlamamış, ‘hem helâk olan beyyineden helâk olsun, hem de yaşıyan beyyineden yaşasın.’ (4) kavli ilahisine? Gelenin keyfi için hiçbir ciddi delil göstermeden, sırf ben böyle düşünüyorum diyerek geçmişe sövmek ne anlama gelir?”

Paşa soluklanırken araya girmek için fırsat doğmuştu. Ben de bu fırsatı kaçırmadım. “Öyle diyorsunuz da Paşam, şunu izah etmeme müsaade edin; İhsan Bey modern literatürü de takip ediyor. Misal, eski yazıtlara, taşlara, anıtlara ilişkin beş cilt kitap okumuş, dile kolay, beş cilt… Böylelikle bugüne kadar kimsenin anlam veremediği Kuran kıssalarına gerçek anlamlarını vermeyi başarmış birisi kendisi. Yine bin küsur senedir halledilemeyen fıkhi meseleleri bir yazısı ile karara bağlamayı becermiştir. Diyorum size, bakın takipçilerine, nasıl alkışlıyorlar?”

Paşa, hasbinallah, deyiverdi. “Belli, sen Akif’i hiç mi hiç okumamışsın”.

- Utandırıyorsunuz efendim, İstiklal Marşı’nı on kıta ezber bilirim.

- Başka?
- Başka şiirlerine de göz attım ama ezberimde değil

- Şu sizin meseleye uyar mı bir bak hele;

Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.

Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!

Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak

-Yaşasın

-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
Şak! Şak! Şak!”
(…)
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan...
Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan.

Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,

Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.

Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine
Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine.
(5)
Bu rüyanın sonu hayra çıkar mı bilemem, diye düşünmeye başlamışken Paşa sustu. Eskilerin hikayelerini anlatmayı bırakması iyi olmuştu. Zira Akif’n külliyatından cımbızla çekip önüme attığı bu şiirler bizim devrimizi değil onların devrini anlatıyordu. Tüm bunların bizimle ne ilgisi olabilirdi. Biz bu devrin insanıydık, onlar ise kendi devirlerinin insanı…

Oğul, oğul, diye gürleyen bir sesle irkildim. Unutma, diyordu Paşa, rüyadayız ve sen söylemesen de ben düşündüğünü biliyorum. Oğul, “Pek rengine aldanma felek eski felektir / Zira feleğin meşreb-i nasazı dönektir”. Paşa devam etti; Bu günler Adem’den beri dönüp duruyor. Mevlana’ya sorarsan, “Güneşin altında söylenmemiş söz kalmamıştır”. Senin İhsan Bey de kuvvetle muhtemel söz kabızlığı içinde saldırıyordur kudemaya.

- Paşam, sizinle bir münazara ne haddime. Ne var ki, insanların fikirlerini söylemelerine engel olmak despotluk değil midir? Deminden beri Akif’ten dem vuruyorsunuz. Peki, Akif istibdada karşı değil miydi? Efkarın hürriyetine iman etmemiş miydi?

- El hak, öyleydi. Ama Akif densiz de değildi. Sözünü esirgemezdi ama sözün hakkını verirdi. Önünü ardını bilirdi. Usul erkan adamıydı. Adamdı… Oğlum, malayaniyi bırak, faydasız ilimden, diline kalemine sahip olamayandan koru kendini. Dinle;

Nasihatım sana:’herzeyle iştigali bırak!
Adamlığın yolu neredeyse, bul da girmeye bak!
Adam mısın: ebediyyen cihanda hürsün gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün semere
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere. (6)

Paşa haklıydı. Para denince aklına ‘vahşi kapitalizm’ gelen (7) köle/cariye denilince bin üç yüz yıllık fıkhı ırz düşmanı ‘saray uleması’nın fetvalarına indirgeyen (8), Ali’yi, Ebu Zer’i ismen duyan ama onların bu çağdaki temsilcileri olan İmam Humeyni’ye, Hamanei’ye Muaviye ve Yezid gözüyle bakan (9), tüm bir dünyanın adaletine şahitlik ettiği insanları zalimlikle suçlayan, yüzlerce ciltlik literatürden beş cilt okumayla allame-i cihan olduğunu sanıp Sultanahmet Meydanı’nda gördüğü taşlardaki yazıtlarla Kuran’ı tefsir yoluna giden (10) , dilinin, kaleminin ayarı olmayan, alkışlandıkça coşan ve coştukça ölçüyü kaçıran bu yeni çağ mollasını kendi kulvarında –bu kulvar için pire yarışı/bit yarışı/it dalaşı diyenlerin var olduğu söyleniyor- bırakmak en makulü idi.

Paşa, “Oğlum, hepinizin rüyasına tek tek girip ikaz edemem. Bir kere, sıkılırım bundan. Zira ben sözümü çok zaman evvel söyledim, gittim.” diyerek bir bardak soğuk su savurdu yüzüme. Uyanırken Paşa’nın boşlukta yankılanan sözlerini duyuyordum:

“Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz
Divanelerin hemdemi divane gerektir.”

[1] Ziya Paşa, Terkib-i Bend
[2] http://www.derindusunce.org/2008/11/22/din-istismari-yesil-sermaye-muslumanlar-din-uzerinden-servet-yigabilir-mi/
[3] http://www.mk.gov.tr/menu/102
[4] Enfal Suresi 42.ayet
[5] Mehmet Akif Ersoy, Süleymaniye Kürsüsü’nden
[6] Mehmet Akif Ersoy, Asım
[7] http://www.haber10.com/makale/15104/
[8] http://www.haber10.com/makale/7182/
[9] http://www.haber10.com/makale/16295
[10] http://www.haber10.com/makale/8564/

3 Haziran 2009 Çarşamba

COCA COLA SOĞUK İÇİN

Gürkan BİÇEN
“Her şey vatan için” sloganı eşliğinde içtima alanından ayrılan bölüğümüzün çavuşuna kantinde Coca Cola’dan başka kolalı içecek olmadığını bu sebeple bizim “Coca Cola soğuk için” sloganını da kullanmamız gerektiğini anlattığım dönemde Cola Turka’nın piyasada olup olmadığını hatırlamıyorum.

İHH’nın 22 – 23 Mayıs 2009 tarihleri arasında düzenlediği Filistin Konferansının sonuç bildirgesini okuduğumda Müslümanlara teklif edilen boykot şeklinin bizi sonuca ulaştırmaktan uzak olduğunu düşünmeden edemedim. Habere göre, “Filistin Sivil Dayanışma Konferansı’nın sonuç bildirgesinde İsrail ve Amerikan mallarına etkin boykot kararı” çıkmıştı. “7 Haziran 2009 tarihinden itibaren ‘Hepimiz Filistinliyiz’ adlı bir kampanya başlatılacağı, İsrail mallarının ve İsrail’e destek veren ülke mallarının etkin bir şekilde boykot edileceği” açıklanmıştı. Haberin satır aralarında yer alan, “İsrail ürünlerinin yanı sıra İsrail’e yardım eden ülkelerin malları da etkin bir şekilde boykot edilecek. Boykot edilecek ürünlerin listesi hazırlanacak. Şimdiye kadar zayıf kalan boykot bundan sonra daha etkin olacak. Bu malların neden boykot edilmesi gerektiği herkese anlatılacak.” ifadesinden de anlaşılacağı üzere boykot fikri/seçeneği bu konferans ile ortaya atılmış bir husus değildi ve bugüne kadar ciddi anlamda bir işe de yaramamıştı. Sonuç bildirgesinde açıklanan yolun izlenmesi halinde, ki zaten şu ana kadar izlenen bu yoldur, boykot seçeneğinin işe yaramasının mümkün olmadığını düşünüyorum.

Her şeyden evvel, boykotun temelini, İsrail hariç, ürünlerin üretim yerleri olarak belirleyen bir kampanya, birçok tüketim maddesini ithal eden veya patent hakkı ödeyerek üreten Türkiye gibi bir ülke için tüketici tercihlerinin yönlendirilmesinde başarısız olmayı baştan kabul etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Zira Filistin’e yönelik saldırının gayrı resmi bir Nato saldırısı olduğu gerçeği karşısında konferansın sonuç bildirgesini hazırlayanların hemen orada cep telefonlarını, dolma kalemlerini, dizüstü bilgisayarlarını, sigara paketlerini bırakmaları gerekiyordu. Buna 7 hazirandan sonra da şahit olmayacağız…

Nasıl bir boykot?

Batı Dünyası’nın tahkir edici dilinin sembollerine karşı yürütülecek bir boykot bizim için ilk adım olmalıdır. Emperyalist simgelerle mücadele ile başlamayan, tüm ürünlere yönelecek bir boykot kendisine makul bir düşünce ve vicdan alanı bulamayacağından başarılı olamayacaktır. Halbuki, mücahedenin her an önümüze çıkan az sayıda sembolik ürün ile başlatılması, bu ürünlerin kullanılmamasının emperyalizm ile mücadele eden tüm direniş hareketlerinin / hatlarının Batı Dünyası’na vereceği doğrudan bir cevap olacağının anlatılması, bunun için dini ve siyasi argümanların oluşturulması daha kısa sürede daha ciddi sonuçlar sağlayacaktır. Çok geniş bir cephede, tüketici tercihlerinin karşı karşıya kaldığı onlarca faktör ile baş etmeye çalışarak bir boykot yürütmek, insanlara mazeret alanları açmak demektir.

Soru basittir: Emperyalist simgeler hangileridir? Komünist blok çözüldüğünde Batı medyası gururla ilan etmişti; “Coca Cola Moskova’da”, “Mc Donalds Pekin’de”, “Marllboro Berlin’de”. Komünist bloğun emperyalizme karşı yürüttüğünü varsaydığımız mücadelenin yenilgi ile sonuçlanması, bizim ise emperyalist simgeleri başından beri kullanıyor oluşumuz, direnişin boykot ile tecessüm edecek yüzünü de bu ürünlere çevirmemizi zorunlu kılmaktadır.
Bunlar, muadili olan ve keyif tüketimi olarak telakki edebileceğimiz sınıftan ürünler olması hasebiyle boykota en elverişli ürünlerdir. İnsanlardan onlarca kalem malı almamalarını değil, bu ürünler pazar paylarını kaybedene, marketlerden, bayilerden, lokantalardan tercih edilmemeleri sebebiyle kaldırılana kadar, birkaç kalem malı almamalarını istemeliyiz.

Boykotun meşruiyeti

Her fiilimizde olduğu gibi boykota ilişkin kararımızda da boykotun fıkhi temelini söz sahibi ulemaya sormalı ve bu hususta alınacak fetvayı yaygınlaştırmalıyız. “Müslüman ülkelerin kaynaklarını haksız yere kullanan ve Filistin konusunda işgalcinin yanında yer alan gayrı Müslim ülkelerin simge haline gelmiş mallarını kullanmamak Müslümanların dayanışmasını sergilemek ve haksızlık yapanları ekonomik olarak zayıflatmak için farz ve bu mamulleri kullanmak haram mıdır ?” şeklinde formüle edilebilecek bir soru ülkemizde söz sahibi olan ulemaya yöneltilmelidir. Onlar da bu husustaki sorumluluklarına sahip çıkmaya davet edilmeli, takipçileri üzerindeki nüfuzlarını kullanmaları sağlanmalıdır.

Bu mücahedenin ne kadar zaman alacağının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan sınırlı sayıda ürüne ilişkin de olsa, uygulanabilir bir boykotun varlığıdır ve bu gerçekleştirilmesi mümkün bir yoldur.

Ümit ediyorum ki, kışlalarımızda “Her şey vatan için” sloganı atılırken aklına, “Coca Cola soğuk için” demek düşen kimsenin kalmayacağı günler de gelecektir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

KURTULUŞ İDEOLOJİSİ ve NUMAN KURTULMUŞ

Gürkan BİÇEN






“O dönem ne olmuştu?” sorusunun cevabını aradığımız bir toplantı için Milli Görüş’ün teorisyenlerinden Bahri Zengin’ ile bir otelin toplantı salonunda buluştuğumuzda ‘28 Şubat’ın üzerinden birkaç yıl geçmişti. Zengin, o süreçte kendileri tarafından icra edilmeyen birçok fiilin kendilerine hamledildiğini ve kendilerinin hakikati izharda yetersiz kaldıklarını zira her şeyin aleyhlerine konumlandığını anlattığı konuşmasının sonunda hazır bulunanlara varsa soruları da cevaplamak istediğini söyleyince, kendisine; “Geçen geçti. Dünü bugüne çevirmek mümkün değil ancak bir siyasi hareket olarak Milli Görüş kendisini temelde nasıl tanımlıyor? Milli Görüş dini siyaset mi yapıyor yoksa dinin siyasetini mi?” diye sormuştum. Zengin, soruya cevap vermek yerine bu muzır sorunun sahibinin kim olduğu ile ilgilenmeyi seçmişti.

Recai Kutan’ın artık genel başkanlıktan affını istediğini, Numan Kurtulmuş’un ise bu göreve layık olan eşitler arasında birinci sırayı aldığını duyduğumuz bir dönemde Numan Kurtulmuş’un Türkiye ve güncel meseleler üzerine yapacağı bir sunumu izlememiz için yapılan davete icabet etmiş, yine bir otelde, geniş bir yelpazede yer alan misafirlerin arasına dahil olmuştum. Sunumun akabinde daha evvel Bahri Zengin’e yönelttiğim soruyu bu sefer Numan Kurtulmuş’a yönelttim. Her şeyden evvel sorunun sahibinin kim olduğu ile ilgilenmiyor oluşu önemliydi. Kendisine içinde bulunduğu hareketin temeline ilişkin bir soru yöneltiyordum ve bu soru en nihayetinde iki partilerinin kapatılmasına gerekçe gösterilen hususa ilişkindi. Böyle bir durumda soru sahibinde art niyet araması, tuzak bir soru ile zor durumda bırakılmak istendiğini düşünmesi de olağandı. Bunu yapmadı. Sorumu, kendinden emin bir şekilde, hareket noktalarının İslam Medeniyeti kavramı olduğunu, politikalarını İslam Medeniyeti içerisindeki çözüm yollarına nispet ettiklerini, bu toprakların ve bu ümmetin bünyesinde olmayan hiçbir çözüme itibar etmedikleri gibi bunları gözetmeyen hiçbir projeyi de desteklemeyeceklerini, İslam Medeniyeti kavramının bir çatışma alanı anlamına gelmediğini, gündelik kaygıların ötesinde uzun soluklu bir mücadele yürütmek ve bu ülkenin imkanlarını bu ülkenin halkına ve ümmetin esenliğine seferber etmek istediklerini son derece makul bir şekilde cevapladı.

Bu soru cevap ilişkisi benim aradığıma büyük oranda karşılıyordu, diyebilirim. Evvela muhatabın kimliğinden endişe etmeyecek derecede kendine güven arıyordum. Bunu bir lider için en temel hasletlerden sayıyorum. Muhatabınız düşmanınız bile olsa, her durumda, onu kuşatacak bir özgüveniniz olmalı. Biliyordum ki, Numan Kurtulmuş’un sunumunu izlemeye gelmiş olanlar muhtelif dünya görüşlerine sahip insanlardı. Bunlardan kimisi muarız, kimisi dost ve kimisi de bekle gör taifesinden idi. Bu şartlarda kendine güven duyduğunu hissettirmesi önemliydi ve bunu başarmıştı. Yine benim için liderin sözlerinin ideolojik bir alt yapıya sahip olması da önemliydi. Birebir aynı yerde durmasak da, asgari müştereklerimizin ayrılıklarımızdan çok olduğunu ve daha önemlisi, İslam Medeniyeti kavramının birleşme noktamız olduğunu ortaya koymayı da başarmıştı. Bu sözlerini kısa vadeli bir menfaat için değil uzun soluklu bir mücadele için yeni bir zemin oluşturma gayreti içinde sarf ettiğini belirtmesi de mevcut durumu görmesi açısından hayalperest olmadığını ortaya koyuyordu.

Numan Kurtulmuş ile üçüncü karşılaşmamız da böylesi bir toplantıda oldu. Müsiad’ın davetlisiydi. Burada kendisine yazılı olarak gönderdiğim ve Müsiad’ın kazançta helalliği ararken harcamada buna riayet etmeyen hayat anlayışına ilişkin tutumunu öğrenmeye yönelik soruma bir cevap vermeden bitirdi programı. Bunun sebebini bilemiyorum. Belki benim genelleme yapılamayacak kadar az bir örneğe istinat ettiğimi düşündüğünden bu konuya girmemiştir. Ancak yakın zamanda Bekaroğlu’nun açmış olduğu ‘türban – cip’ tartışmasında simgesel alana gösterdiği hassasiyeti deklare etmesi ümit vericiydi. Numan Kurtulmuş’un salt laik, Batıcı sermayeye değil, muhafazakar, Anadolulu sermayeye de ‘kazanç’ta olduğu gibi ‘harcama’da da helallik anlayışının esas olduğunu alenen söylemesini bekliyorum. Zira toplumu ifsad eden sadece Batıcı anlayış değil, bunun bizim içimize sinmiş görüntüleridir aynı zamanda.

Numan Kurtulmuş’u takdir ettiğim son vaka ise Çağlayan Meydanı’nda düzenlenen Gazze ile Dayanışma Mitinginde binlerce kişinin ‘Başbakan Numan’ sloganı atmaya başladığı bir anda onları susturmayı tercih etmesiydi. Coşkulu kalabalığa açıkça bu sloganın yerinin burası olmadığını, o sloganın da atılacağı zamanın geleceğini ama Filistin’in tüm siyasi hesapların üzerinde olduğunu söyleyebilmişti.

Tüm bunlar Numan Kurtulmuş hakkında ulaştığım olumlu kanaatin temelini oluşturan vakalardı. Milli Görüş hareketi açısından Numan Kurtulmuş doğru insan, diyorum. Ne var ki, Milli Görüş çizgisinin yapılanması için daha önce ileri sürdüğüm itirazları tekrarlamak zorunluluğunu da hissediyorum.

Hareketin merkezini tutan ‘saltanatçı’ anlayış; öz eleştiriden hoşlanmayan, siyasi özrün ne olduğu hakkında bir fikri olmayan yetersiz insanların genel merkezde ağırlık bulması; Milli Görüş’ün meşruiyet temellerinin, iktidarın kaynağına ve itaat yükümlülüğünün sınırlarına yönelik ilmi ve itikadi temellerin atılmamış olması; teşkilatlarda ‘muhalefet’ anlayışının karalama şeklinde görülmesi; on yıl evvel iktidara gelen Refah-Yol hükümeti dönemindeki şartların tamamen değişmiş olmasına rağmen ortaya yeni bir proje konulmayarak eskinin hatırasına sarılınması; hareketin önderinin ‘efsane’ye dönüştürülerek siyasi alandan, gerçeklik alanından tard edilmesi ve daha birçok şey bu harekete yönelttiğim eleştiriler arasında yer alıyor.

Tüm bunlara rağmen ben Numan Kurtulmuş’a destek verilmesi gerektiğine inanıyorum. Zira ‘28 Şubat’ta kaybettiğimiz bir şeyi alenen söyleme cesaretini gösteriyor: İslam Medeniyeti…

Size ancak şunu söyleyebilirim: İslam Medeniyeti söyleminin içeriğini biz dolduracağız; hep beraber…

12 Ocak 2009 Pazartesi

GAZZE’DE ÇÖKEN TÜRK DIŞ POLİTİKASIDIR

Gürkan BİÇEN




Uri Avnery, “Kim Korkar İran Bombasından” başlıklı yazısında, “Lübnan’da iflas eden askeri yöneticiler büyük bir çaba ile yeni bir korku yaratmaya çalışıyorlar: Gazze Şeridi’ndeki Hamas. Şimdi, burada biz doğrudan doğruya ve korkunç bir tehlikeye sahibiz. Tonlarca nizami patlayıcı tünellerden geliyor. Her saniye Hamas modern anti tank silahlarıyla ve yine uçaksavar silahlarıyla techizatlanacak. Hamas yer altı istihkamları yapıyor. Bu korkunç değil midir? Medyadaki askeri ve politik papağanlar tümüyle harekete geçiriliyor. Bütün medya papağanlığı kan dondurucu mesajı tekrarlıyor sabah, öğlen ve akşam: Gazze ikinci Güney Lübnan oluyor! Bazı şeyler bitmek zorunda! Bekleyemeyiz! Ordu Gazze Şeridi’ne girmek, işgal etmek zorunda, en azından bir kısmını! Ama halk bunu ciddiye almıyor. Düşman geri püskürtmeye muktedir olmadığında korku yaratmak zordur. Bizim uçaklarımız, tanklarımız ve cesur gençlerimiz orada engelsiz öldürüyor. Öyle ise oradaki korku nedir?” diyordu[1], yaklaşık iki yıl evvel.

Filistin Direnişi’nin Hizbullah benzeri bir başarıyı gösteriyor olması Temmuz 2006’daki Hizbullah – İsrail Savaşı’nın Uri Avnery’nin tahminin ötesinde bir değişime yol açtığını ortaya koyuyor. Siyonistlerin uçakları siviller üzerine hala ölüm kusabilse de Siyonist askerlerin cesareti İsrailli kadınların gözyaşları arasında yok oluyor. Askeri güçler arasındaki kıyas kabul etmez farka rağmen acı her ikisine de dokunuyor.

Filistin Direnişi’nin hesapları alt üst eden sebatı ve hazırlığı karşısında askeri ve siyasi hedeflerini açıkça ortaya koyamayan ve açıklananları da halen gerçekleştiremeyen İsrail’in –yaygın kullanımın aksine o bir devlet değildir- bunca katliama rağmen kendini rahat hissetmesinin tek sebebi Batı Dünyası’nın açık ve örtülü desteğini almış olması değildir, elbette. İsrail’i katliamlarında böylesine özgür kılan şey Müslüman Dünya’nın kendine bakış açısıyla da ilgilidir. Türkiye örneğinden ilerleyecek olursak, Müslüman Dünya’nın ‘ben merkez’li bir eksende hareket ettiğini, tüm tanımlamaların bu merkeze göre şekillendirildiğini söyleyebiliriz.[2]

Ak Parti hükümeti ile dış politikada gözle görülür bir açılım yapma yoluna giren Türkiye, hayaller ile gerçekler arasındaki çizginin belirleyicisinin de kendisi olduğu zehabına kapılmıştır.[3] Ne var ki, Türkiye’nin bunu doğrulayacak bir donanıma sahip olmadığı son derece açıktır. Türkiye, her alanda Batı’ya olan bağımlılığı, ülkesi içinde çözüme kavuşturamadığı birçok meselesi, tüketime dayalı büyüme endeksi ile şişirilmiş ekonomisi, genç ve fakat eğitimsiz nüfusu, somut bir ideal etrafında kenetlenmemiş halkı ile her açıdan ilginç bir tablo çiziyor.[4] Türkiye’nin bu resmi, gönül öyle olmasını istese de, onu bölgesel bir karar merkezi olarak takdim etmemizi şüpheli kılıyor.

Türkiye, üst düzey yöneticilerinin, küreselleşmenin ‘ideolojiler çağının sonu’[5] olduğunu ilan edişinin sıcaklığı soğumadan, ‘Jewish State’in[6] ‘saygısızlığı’[7] ile yüzleşiyor. Hâlbuki Türkiye, İsrail’in bu tavrından çok daha evvel, ideolojiler çağının sona ermediği, bölgemizdeki ülkelerin de, dünyanın birçok ülkesinin de ideolojik yapılanmalarla ayakta durduğu gerçeğiyle yüzleşmeliydi. Kuvvetle muhtemel iç politikaya yönelik bir söylemin genelleştirilmesi ile ulaşılan bu nokta Türkiye’nin ‘kazan – kazan’ şeklinde özetlenen köylü kurnazlığının bir neticesi olmalı.[8]

Türkiye, halkın meydanlara yansıyan öfkesinin sonuçsuz çabalara dönüştürülmesine ve böylelikle, gerçek anlamda yapılması gerekenler yapılmadan, çözümün imkânsızlaştırılmasına yol açacak bir dönemi yaşıyor. Siyasal erkin idarecilerinin kişisel samimiyetlerini tartışmadan diyebiliriz ki, meydanlarda görülen halk iradesinin ‘insani yardım’[9] ve ‘ekonomik boykot’[10] seçenekleri arasına sıkıştırılması, Filistin halkının en önemli ihtiyacı olan ‘siyasi destek’in gündeme alınmaması yapılanları anlamsız kılıyor.[11]

Türkiye, varoluş felsefesinin temeline Kudüs gerçekliğini koyan politikasının sonuna 1908’de gelmişti.[12] Abdulhamit’in hallinden bu yana ülke, müsebbipleri ayrı bir konu olmak üzere, tüm siyasi kararlarını ‘ben merkezli’ bir tercihler silsilesine dönüştürmüş ve bu merkezin –çok zaman kısa vadeli- menfaatlerine göre bir halklar tablosu çizmiştir. Türkiye’deki hükümetlerin değişmesine bağlı olmaksızın bu politika devam eder haldedir. Ak Parti hükümeti de bu temel politikanın dışında değildir.

‘Kazan – kazan’ politikasının takipçileri, Filistin halkının istediği siyasi desteği sunmaksızın, bu uğurda bir bedel ödemeye yanaşmaksızın, direnenlerin ödedikleri bedel üzerinden bir kazanca ulaşacaklarını sanıyorlarsa yanılıyordurlar. Zira böyle bir dünya yok. Kendini merkezde sananlar içi boş laflarla, diplomatik turlarla, mekik diplomasisiyle –her ne demekse- insanları gerçekten merkezde olduklarına inandıracaklarını düşünüyorlarsa bu da boş bir hayaldir. Hayır, diyorsanız, Şallah’ı dinleyin ve Filistin Direnişi’nin nereyi merkeze koyduğunu anlayın:

“İmam Hamenei’ye söz veriyoruz, tıpkı Lübnan Direnişi gibi biz de Gazze’de zafer kazanacağız.”[13]



[1] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=1769

[2] http://yenisafak.com.tr/Roportaj/?t=14.04.2008&i=111294
http://www.asam.org.tr/temp/temp815.pdf
http://www.ntvmsnbc.com/news/377068.asp

[3] http://www.dunyabulteni.net/author_article_detail.php?id=8493
http://www.dunyabulteni.net/author_article_detail.php?id=8529
http://www.dunyabulteni.net/author_article_detail.php?id=6740

[4] http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/aralik/13/ykaplan.html
http://www.turksolu.org/33/manisali33.htm

[5] http://www.yenibursa.com/Erdogan_Dunyada_ideolojiler_bitti_323.html
http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/ocak/30/p02.html

[6] http://tercumeler.blogspot.com/2008/05/washingtonun-israilin-douu-hakkndaki.html

[7] http://yenisafak.com.tr/Dunya/?t=28.12.2008&i=158927

[8] http://www.tobb.org.tr/haber_arsiv2.php?haberid=1658

[9] http://ihh.org.tr/Haber_Manset_Ayrintilar.160+M548e3762c4b.0.html
http://www.kizilay.org.tr/kurumsal/haber.php?t=-Haberler-Filistin.Buyukelcisi.Maruf.tan.Turkiye.ye.ve.Kizilay.a.Tesekkur

[10] http://www.tuketiciler.org/?com=news.read&ID=2542

[11] http://turkish.irib.ir/index.php?option=com_content&task=view&id=32918&Itemid=79

[12] http://arsiv.zaman.com.tr/2002/04/16/yazarlar/mustafaarmagan.htm

[13] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=6013
http://turkish.irib.ir/index.php?option=com_content&task=view&id=32509&Itemid=79