Translate

29 Aralık 2015 Salı

Kürdistan da “Son Devlet”in bir şubesidir

Gürkan BİÇEN

Paradigmanın İflası isimli kitabında Fikret Başkaya evrensel bir iktisat biliminin olmadığı, bunun Batı’nın bir dayatması olduğu iddiasını koçbaşı olarak kullanır. Böylece kapıdaki adam, kapıyı nazikçe çalmamakta, kibirden ve sömürüden inşa edilen bu kalenin muhafızlarını “gelenin kim olduğunu görmek üzere” surlara koşturmaktadır. Hali hazırda kalenin avlusunda kapıyı nazikçe çaldıkları için içeri kabul edilen onlarca insan vardır ve bunlar kurallara riayet edeceklerini peşinen taahhüt etmişlerdir. İçerideki konuşmaları, gülüşmeleri ve hatta tartışmaları kalenin kurallarına riayet ölçüsünde müsamaha ile karşılanmaktadır.
Kutsalın geri plana atılmasından evvel siyasi yapılanmaların temel mantığını aynı inanç sistemini paylaşanların hâkimiyet hakkına sahip olmaları oluşturuyordu. En üstte dini aidiyet ve bunun altında yine görece etkileri ile kavim ve aşiret örgütlenmesi yer alıyordu. O dönemde siyasi yapılanma kalesinin kuralı bu idi ve Fransız ihtilali ardından gelen süreç kutsalın geri plana itilmesi ve siyasi yapılanmada dil ve kavim birliğinin öne çıkarılması sonucunu doğurdu. Bu yönüyle ihtilalciler iktisat bilimi kalesinin önündeki Fikret Başkaya mesabesinde idiler. Süreci etkileyen sair unsurlar bir yana, şahit olduğumuz üzere bu koçbaşı kale kapısını yıkmayı başardı ve hassaten son yüz elli yıllık serüvenimiz dil ve kavim birliği üzerinde inşa edilmeye çalışılan devletlerin harcını kanlarımızla karma çabamız olarak özetlenebilir hale geldi. Birçok farklı rengi, kültürü, anlayışı yüksek basınç altında tutarak elmasa çevireceğini varsayan bu bakış açısı sadece kutsala karşı durmakla kalmadı, tabiatın kanunlarına da itimat etmedi.
Müslüman coğrafya da insanlığın bu tecrübesinden uzak değildir. Balkan kavmiyetçilikleri, Arap kavmiyetçiliği, Türk/ Azeri kavmiyetçiliği, Fars kavmiyetçiliği ve bunlarla birlikte gelişen ve fakat siyasi anlamda hedefe ulaşamayan Kürt kavmiyetçiliği Anadolu’nun merkezinde ve çevresinde görülen kutsala karşı hareketlenmeler olarak telakki edilebilir. Çerçeveyi genişlettikçe yerel düzeyde birçok kavim/ aşiret temelli ayrışmayı da görebiliriz. Bu iddiaların sahiplerinin tümünün günümüz koşulları içinde ileri sürdükleri husus bir toprağa bağlı olarak yaşadıkları ve bu toprağın inkârı mümkün olmayacak şekilde uzun bir süredir meşru bir yolla kendilerinde bulunduğudur. Bu bakış açısıyla, kavim ile toprak arasındaki bu türden bir ilişki tüm diğer kavimler gibi kendilerinin de toprakları üzerinde meşru bir siyasal örgütlenme kurma hakkına sahip olmaları sonucunu doğurmaktadır. Bu iddianın sahipleri bu haklarının tanınmasını yahut en azından buna yakın bir statünün belirlenmesini talep ederler.
Toprağı iskân eden unsurun hem toprakla hem de o toprakta yarattığı medeniyetle irtibatı hilafsızdır. Ne var ki, bir bütün olarak bakıldığında insanlık tarihi tek tek kavimlerin serüveninden daha fazlasını ifade eder. Bir başka deyişle, insanlık tarihi cımbızla çekilmiş herhangi bir kavmin serüveni değil, bir bütün olarak nihai noktaya varma çabasındaki insanlığın bütüncül bir hareketidir. Bu bağlamda, kavimlerin tarihi seyir içindeki vaziyetleri nihai hedefe nispetle sübut bulmuş sayılmaz. Hal böyle olunca, insanlığı tümüyle aydınlığa çıkarmayan koşullara dayanan ve bu suretle tarihin sonunu ilan eden her iddia şüphe ile karşılanmayı hak eder.
Müslümanlar açısından insanlık tarihi mükemmel olanda başlamış ve mükemmel olanda sona erecek bir süreçtir. İslam insanın atası Adem’i (as) her bir insan için vaad edilen hedefe şahit olmuş birisi olarak tasvir eder. Yine İslam insanın/ insanlık ailesinin varacağı noktanın aydınlık olduğunu, insanın zulme meyyal yapısına rağmen nihayetinde hayrın galebe çalacağını, bu noktada gaybi alemin varlıklarının yürüttüğü tahminlerin, öne sürdükleri itirazların ilahi ilmin karşısında anlamsız olduğunu ifade eder. Bu, her bir insanın şahsi ahvalinde böyle olduğu gibi cemiyetlerin, kavimlerin ve daha büyük örgütlenmelerin seyrinde de böyledir. İnsan, işlediği tüm kötülüklere rağmen hayra doğru yürüyen, bu istidatta bir varlıktır.
Müslümanlar hem her bir insanın hem de toplumların fiillerinin meşruiyet dairesinde kalmasını isterler ve en genel anlamıyla bu meşruiyetin kaynağının Allah’ın insanlığa son mesajı olarak kabul ettikleri Kuran’dan ve bununla birlikte son peygamber telakki ettikleri Hz. Muhammed’in (as) işaret ettiği membadan kaynaklanması gerektiğini savunurlar. Böylesi bir bakış açısı şeri ahkamın siyasi boyutunu da kapsar. Peygamber ahlaki bir önder olduğu kadar aynı zamanda siyasi bir önderdir. Peygamber’in işaret ettiği kişiler de böyledir.
Müslümanlar Peygamber’in sadece Arap kavmine değil, insanlığın bütün renklerine ve bütün dillerine onları nihai hedefe götürecek bir önder olarak gönderildiğini kabul ederler. Öyle ki, Peygamber’in misyonu dünyadaki her noktayı ve her insanı kuşatacak mahiyettedir. Bu kuşatma hem insanı/ nesli hem de toprağı ilzam etmektedir. Neslin ve toprağın ilzamına dair Müslümanların öne sürdüğü teori, hâkimiyet hakkının yeryüzünün vasat/ adil ve özünde mustazaf topluluğu olarak kendilerine verildiği yönündedir. Bu noktada birleşseler de, nihai emrin kimde olacağına dair ihtilaf farklı bakış açılarının gelişmesine sebebiyet vermiştir. Müslümanlardan bir kısmı şartları sağlayan herhangi birisinin Müslüman toplumun idaresini ele alabileceğini savunurken, bir kısmı Arapların belirli bir soyunun bu işe ehil olduğunu ve bir diğer grubu da ancak Peygamber’in işaret buyurduğu kişilerin (Ehli Beyt) bu işte salahiyet sahibi olduklarını söylemişlerdir.  
Peygamber’in rıhletinden bu yana Müslümanların büyük fetihler gerçekleştirdikleri, kudretli devletler kurdukları, birçok toplumu İslamlaştırdıkları, İslamlaşan kavimlerin/ toplumların yeni dinamikler ve anlayışlarla büyük İslam ailesi içinde yer aldıkları sabittir. Buna rağmen Müslümanların İslam’ın ileri sürdüğü nihai amacı tahakkuk ettirdiklerini söylemek mümkün değildir: İlahi adalet devleti.
İlahi adalet devletinin tesisine yönelik olarak İslam kaynakları Peygamber’in ardından idareyi ele alacak meşru kişileri belirten bazı rivayetleri işaret ederler. Bu rivayetlere istinaden iki ana ekol, Sünnilik ve Şiilik, insanlık ailesini İslam’ın kuşatıcı ikliminde yaşatacak bir kişinin idaresinin gerçekleşeceğini, bu kişinin insanlık ailesi hazır olduğunda zuhur edeceğini söyler. Muhammed Mehdi (as) olarak anılan bu şahsın doğup doğmadığı, halen sağ olup olmadığı konusunda ihtilaf olsa da, Müslümanlar onun muhakkak geleceği konusunda müttefiktirler. Sünniler onun henüz doğmadığını ama muhakkak doğacağını ve gelip Müslümanları birleştireceğini, ilahi adalet devletini kuracağını söylerken, İsna  Aşeriyye  Şiileri onun 12.İmam ve halen sağ olduğunu, Allah’ın dilediği bir vakitte zuhur edip ilahi adalet devletini kuracağını ve bu devletin İslam’ın hedeflerini kamilen gerçekleştireceğini savunurlar. Şii kaynaklarda İmam Cafer Sadık’a (as) nispet edilen bir rivayet bunun “son devlet” olacağını işaret eder. Bu rivayette İmam Cafer, “Bizim devletimiz son devlettir”, demektedir. Her iki halde de, halen zulmet içinde olsa da,  aydınlık bir geleceğe yürüyen insanlık ailesinden bahsetmek mümkündür.
Müslümanlara göre İmam Mehdi önderliğinde gelecekte kurulacak olan devlet mevcut halkları/ toplumları bir sancak altında toplayacaktır. Her bir kavim İmam Mehdi’nin meşru idareci olduğunu kabul edecek ve toprağın ve neslin/ halkın idaresinde onun hakkını teslim edecektir. Bu zaviyeden yaklaştığımızda, bugün var olan halkların her birinin hem toprakları hem de bizzat kendi varlıklarıyla birlikte ilahi adalet devletinin birer şubesi olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bir başka deyişle, bu gün parçalanmış halde görülen kavimler ve topraklar aslında halen bir bütünün içinde yer almaktadırlar. Bu da gelecekteki ilahi adalet devletidir. Bu durumda, her ne suretle olursa olsun, bir toprağın doğal halkına/ kavmine yönelik tehdit veya taarruz aslında İmam Mehdi’nin meşru idare hakkını tanıyacak halka yönelik bir saldırı telakki edilecektir.
Kürdistan özelinde, Kürtlerin bu coğrafyanın tarihi ve asli unsuru olduklarını, , bu coğrafyadaki diğer halklarla birlikte varlıklarını sürdürdüklerini, kahir ekseriyetinin Müslüman olduğunu ve mensup oldukları mezhepler sebebiyle ilahi adalet devletinin kurucusu İmam Mehdi’ye inandıklarını ve onların da ilahi adalet devletinin bir şubesi olduklarını yadsımak mümkün değildir. Bu durumda, Müslüman yahut gayrı Müslim hiçbir kavmin/ gücün/ devletin İmam Mehdi’nin ilahi adalet devleti üzerindeki halklara taarruz etmesinin meşru bir gerekçesinin var olduğunu söyleyemeyiz. Bu bakış açısıyla, bu halkları temsil iddiasındaki kavmiyetçi unsurlar da, bu halklara başka bir halkın/ kavmin varsayıma dayalı haklarına binaen saldıran diğer güçler/ kavimler de haddi zatında ilahi adalet devletinin şubelerinden birisinde bir savaş yürütmektedirler. Bu savaşta verilen her kayıp İmam Mehdi’nin devletinde açılan bir yaraya tekabül etmekte ve şer’i sorumluluk doğurmaktadır.
İlahi adalet devletini insanlığın nihai noktası kabul edenler için bu noktaya kavimlerin tabii haklarının tanınması ve telifi;  barışın İslam’ın, Peygamber’in ve İmam Mehdi’nin en temel düsturu olduğunun teslim edilmesi ile gelinecektir.

Ulus devlet paradigmasına karşı çıkan herkes Kürdistan’ın da son devletin/ ilahi adalet devletinin bir parçası olduğunu ve yeryüzünde bozgunculuğun kaynağı olmayan Kürdistan’a yönelik her taarruzun İmam Mehdi’nin meşru haklarına yapılan kabul edilemez bir saldırı anlamına geldiğini yüksek sesle söylemelidir. 

27 Ağustos 2015 Perşembe

Arnavut dış politikasını yeniden değerlendirmenin vaktidir

Gürkan BİÇEN

Tarih insanı hayrete düşüren ayrıntılarla doludur. İslam öncesinde Sırplarla birlikte Osmanlı ordularına karşı savaşan Arnavutların uzun süren mücadeleden sonra Osmanlı’nın en önemli müttefiki haline gelmesi genel olarak bilinirken, 1402 Ankara Savaşı’nda Timur’un ordusuna karşı savaşan Osmanlı ordusunun en sadık askerlerinin Sırplar olduğu unutulup gitmiştir. Osmanlı Sırp ittifakı kısa sürmüş, Arnavutlar Osmanlı için, arkası kesilmeyecek Slav akışını durdurmada hayati bir rol üstlenmişlerdir. Bu tarihin bir cilvesidir.
20.yüzyılın başında sona eren Osmanlı – Arnavut ittifakı Arnavutları değişik açılımlara/ tercihlere yöneltmiş ve yüzyılın ikinci yarısında Enver Hoxha rejimi ile tanışan Arnavutlar farklı kamplarla işbirliğinin ardından yalnızlığa gömülmüşlerdir. Kartallar ülkesi olduğu kadar “bunkerler ülkesi” olarak da anabileceğimiz Arnavutluk, Soğuk Savaş döneminde kendini ideolojik olarak Batı emperyalizmine karşı konumlandırsa da, Batı emperyalizminin en iri temsilcisi Amerika yüz binlerce bunker ile korunmak istenilen ana vatanı bir kurşun dahi atmadan teslim almıştır. Arnavut halkının ve siyasi elitinin böylesi bir makas değişimi de tarihin bir başka cilvesidir.
Yaklaşık 25 yıldan bu yana Arnavut halkının siyasi eliti gerek iç ve gerekse dış politika tercihlerini Amerika ve Avrupa’nın yönlendirmelerine uygun hale getirmek için gayret sarf etmektedir. Bir zamanların NATO karşıtı siyasetçilerinin birbirlerini NATO’ya girmekte yaşanan gecikmenin sorumlusu olarak itham ettikleri bir ülkeye dönüşen Arnavutluk, bu yönelişinin doğal sonucu olarak Batı dünyasının siyasi ve askeri tercihlerini ev ödevi listesinin en başına koymuştur. Bu listenin bir kısmı dış politikaya ilişkindir.
Batı dünyası ile yan yana olduğunu göstermek için Arnavutluk, Afganistan’a muharip birlik gönderen, şu an Türkiye’de kurulu olan ve Rusya ve İran’ın karşı çıktıkları radar sistemine talip olduğunu açıklayan, Batı’nın Rusya, Çin ve İran ile yaşadığı ihtilaflarda koşulsuz bir şekilde Batı kampında yer alan bir görüntü sergilemiştir.  Hassaten Batı ile İran arasındaki problemlerde Arnavut siyasi eliti, Sali Berisha’nın “Bugün yeryüzünde bir tane Hitler biliyorum o da Ahmedinecad’tır” sözünde örneğini görebileceğimiz şekilde diplomatik teamülleri de aşan söylemlerde  bulunmuştur. Arnavut siyasi elitinin ülkenin İran ile yapılması muhtemel anlaşmalar için Amerikan elçiliğinden izin alması Wikileaks belgelerine yansımış, böylelikle Batı ile girilen ilişkinin biçiminin ortaçağ vasallığı boyutunda olduğu anlaşılmıştı.
Bugün Batı İran ile olan problemlerini çözmenin peşindedir. Batı dünyası uzun yıllar süren ambargoların ardından İran devleti ve halkına yönelik emellerine bu şekilde ulaşamayacağını anlamış ve yeni bir sürecin kapısını aralamıştır. İran ile Batı dünyası arasında nükleer meseleye yönelik varılan anlaşma önümüzdeki on yılları şekillendirme potansiyeline sahiptir. Amerikalıların ekseriyeti bu konunun böyle bir anlaşma ile kapatılmasını ve İran’ın ticari imkânlarının değerlendirilmesini istemektedir. Avrupa ise bunu büyük bir iştiha ile beklemektedir. Anlaşma yasal olarak yürürlüğe girmemiş olsa bile birçok Batılı şirketin İran pazarından pay kapmak için Tahran caddelerini aşındırdıkları sır değildir.
Anlaşma sonrası İran’ın ne yöne evirileceğine dair bir öngörüde bulunan Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump yakın zaman evvel şöyle diyordu:  “İran inanılmayacak kadar zengin ve güçlü bir millet olacak” İran’ın güçlü ve zengin bir devlet olması ondan istifade etme ümidi olan Batı dünyasını heyecanlandırırken, biz Arnavutların yeni bir durum değerlendirmesi yapması gerekmez mi?
İran her ne kadar bizimle çok sıkı tarihi bağlara sahip olmasa da, bölgenin en güçlü Müslüman devletidir. Seksen milyona yaklaşan nüfusu, petrol ve doğalgaz zengini ülkesi ile İran sadece ekonomik bir önem değil, Rusya ve Sırbistan gibi sorunlu olduğumuz devletlerle ilişkileri sebebiyle de uzak durulmaması gereken bir özellik arz ediyor. Her yıl milyonlarca İranlı turist Türkiye ve Arap ülkelerini ziyaret ederek milyarlarca dolar para bırakıyor. Bir yıl içinde Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısının bir buçuk milyon olduğunu ve bu insanların Türkiye’yi Batılı malları daha ucuza alabilecekleri bir merkez olarak gördüklerini bilenler için Arnavutluk’un yaz aylarıyla sınırlı turizm potansiyelinin değerlendirilebilmesi için bu kaynağa yönelmek anlamlı gelecektir.
Arnavut bölgesinin enerji ihtiyacının daha uygun koşullarda sağlanması, Adriyatik denizindeki petrol kaynaklarının işletilmesini sadece Batılı şirketlerin insafına bırakmak zorunda olmadığımızın gösterilmesi için de İran ile enerji sahasında ilişki kurmak faydalı olacaktır.
Yine, husumet halinde olduğumuz ülkelerle ilişkilerimizi sadece Batı’nın havuç ve sopa politikasına bağlamak yerine bu ülkelerin ilişkili olduğu İran gibi bir ülkenin onlar nezdindeki itibarını kullanmak da makul bir yoldur.
İran ile Batı’nın açıkça anlaştığı böylesi bir dönemde Arnavutların eski politikalarını sürdürmesi kraldan çok kralcı olmak anlamına gelecektir. Gerek Arnavutluk ve gerekse Kosova’nın siyasi, dini ve entelektüel çevrelerinin Arnavut dış politikasını önümüzdeki on yıllara uygun hale getirmek için gecikmeksizin istişarelere başlaması gerekiyor. Bu onların üzerindeki tarihi bir sorumluluktur.
Unutmayalım, “Shqiperia O Nana İme”, diyenler için Arnavut halkının ve vatanının iyiliği Batı’nın planlarından ve çıkarlarından önceliklidir. Bugün bu iyiliğin yolu İran’ın da farkına varmaktan geçiyor. Bunu ıskalayarak tarihin yeni bir cilvesi ile yüzleşmeyelim.



15 Temmuz 2015 Çarşamba

Yolun açık olsun İran

Gürkan BİÇEN


İran ile günümüz dünya sisteminin temel kurumlarını var eden İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer güçleri ve Avrupa’nın tartışmasız ekonomik devi Almanya arasında İran’ın nükleer çalışmalarının konu edildiği uzun soluklu görüşmeler nihayetinde bir anlaşmaya bağlandı. Merkez medyanın yıllardır kopardığı yaygaraya inananlar için Batı dünyasının her geçen gün dozunu arttırarak uyguladığı ambargolar İran’ın nükleer silah elde etmesini önlemeye matuftu. Ne var ki, akademik camia ve düşünce kuruluşları için hikâye bambaşkaydı. Zira İran’ın nükleer alandaki çalışmaları İslam İnkılâbı sonrası başlamıyordu ve İnkılab sonrasında da askeri amaçlara yöneldiğine dair somut veriler yoktu. Tarafların aslında neyi imzaladığını anlayabilmek için geçmişe bakmak gerekiyor.
Bugünün dünyasının temelinde İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi yatıyor. 19.yüzyılda sanayi mamullerinin kahir ekseriyetini imal eden İngiltere, aynı zamanda, içten yanmalı motorun geliştirilmesiyle birlikte petrolün sivil ve askeri amaçlarla kullanımının önemini fark eden ilk devlettir. İngiltere, petrol kaynaklarını kontrol ederek sadece bir sahayı/ ülkeyi değil, 20.yüzyılın ekonomisini, sanayisini ve nakil vasıtalarını da elde tutabileceğini düşünmüş ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası sistemdeki pozisyonunu Amerika Birleşik Devletlerine bırakmak zorunda kalmıştır. Siyasi açıdan böyle de olsa, bugün tüm dünyanın kullandığı teknolojik altyapı Sanayi Devrimi’nin oluşturduğu altyapıdan başkası değildir ve petrol bu altyapının ihtiyacı olan enerjinin hem kaynağı hem de binlerce mamulün hammaddesidir.  Bugün çevremizde gördüğümüz hemen her şey bu altyapı ile ilişkilidir. İkinci Dünya Savaşı ise insanlığın gündemine, günlük hayata eklemlenmesi müşkül de olsa, nükleer gücü getirmiştir.
20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşturulan dünya sistemi sadece siyasi bir bölünmenin değil, teknolojinin, üretimin ve pazarın da bölünmesini ifade eder. Bu sistemde nükleer güç olan ve sanayileşmiş Batılı ve Doğulu devletler karar verici konumdadırlar. Bunların arasında Müslümanların hakim olduğu bir devlet yoktur ve neyin, nerede, ne kadar üretileceğine ve nasıl tüketileceğine onlar karar verirler. Teknolojik altyapı mekanik-elektrik-petrol üçlüsüne dayanır. Zamanla sistem içi rekabet mamullerin maliyetini düşürmeyi ve petrol sebebiyle Müslüman coğrafyasına bağımlılığı azaltmayı gerektirir. Büyük sanayi tesislerinin ihtiyacı olan enerji nükleer santrallerden karşılanabilirse de, nakil vasıtalarının önünde hem teknoloji hem de altyapı sorunu vardır. Bir başka ifadeyle, içten yanmalı motorları devre dışı bırakacak teknolojik birikim henüz yoktur ve bu yolda çalışmalar olsa da, mevcut sistem kolayca değiştirilecek mahiyette değildir.
Soğuk Savaş döneminde Batı dünyası kendine ait olmayan petrol sahalarını kontrol ederken, Sosyalist Blok daha ziyade kendi kaynaklarını kullanır haldedir. Bu tabloda İran özellikle 1953 darbesiyle devrilen Musaddık hükümetinden sonra İngiltere ve Amerika’nın tartışmasız gayrı resmi mandası haline dönüşmüştür. Zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ile İran, Batılı şirketlerin cirolarını arttıran bir ülkedir. İngiltere ve Amerika İran’ın petrolünü pazara sunarken, İran’ı da Batılı mamullerin açık pazarı haline getirmişlerdir. Bu dönemde İran’ın bütçesinin ağırlıklı bölümü petrol ihracından oluşmaktadır.
İslam İnkılâbı ile doğal kaynaklarını Batı’nın elinden kurtaran İran, onlarca başlık altında 35 yıldır uygulanan ambargoları aşabilmek, İslam İnkılâbı’nı korumak ve İran halkının ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla neredeyse sıfıra yakın bir noktadan, çok zaman el yordamı ile sanayileşmeye çalışmış ve birçok alanda iç tüketimi karşılayacak seviyede üretim gerçekleştirebilmiştir. Bugün tüm ambargolara rağmen İran’ın yıllık bütçelerinde petrol ve gaz dışındaki gelir kalemlerinin oranı istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Bununla birlikte, petrol kullanımı açısından İran için de bir sorun vardır: Üretimin yarısının ülke içinde tüketilmesi ve petrol ihraç eden bir ülke olmasına rağmen benzin ihtiyacının yarıya yakınını dışarıdan karşılaması. İran bu handikabı aşabilmek, sanayisini diğerleriyle rekabet edebilecek şekilde geliştirmek, maliyetleri düşürmek ve üretilen petrolün ekseriyetini ihraç edebilmek için nükleer enerjiye yönelmekle kalmamış, Batı dünyasının 21.yüzyıl için öngördüğü yeni teknolojik altyapının petrol dışındaki alanlara kaydığının da farkında olmuştur. İran’ın ülke çapında kurmayı planladığı 20 adet nükleer santralin temeldeki amacı İran sanayisini fosile dayalı enerji kaynaklarından kurtarmak ve sanayinin enerji maliyetini asgariye indirmektir. Böylelikle İran 21.yüzyılda etkin bir devlet/ toplum olarak var olmayı garanti etmek istemektedir. İran bu kaygısında haksız mıdır?
Haziran 2015’de toplanan G-7 (Gelişmiş/ sanayileşmiş 7 devlet) zirvesi uzun zamandır enerji ve sanayi çevresi ile akademik camiada konuşulan bir hususun siyasilerin ağzından resmi bir söyleme dönüşmesine şahit oldu: 21.yüzyılın sonuna kadar fosile dayalı enerji kaynaklarının kullanımı yerini alternatif kaynaklara bırakacak. Bu kararı açıklamak istersek, bu yüzyılın sonunda kuvvetle muhtemel dünya petrole ihtiyaç duymayan yeni bir teknolojik altyapıya kavuşacak, diyebiliriz. Batılılar uzun bir zamandır hassaten nakil vasıtalarının petrol bağımlılığını azaltacak teknolojiler üzerinde çalışmaktalar. Denizaltılarda ve uçak gemilerinde kullanılan nükleer teknolojiyi büyük gemilere adapte etmek mümkünse de, aşılması beklenen sorun otomobiller ile diğer kara nakil vasıtaları ve daha da önemlisi uçakların petrole ihtiyacının sona erdirilmesidir. Bunun için güneş enerjisi, güçlendirilmiş yeni nesil bataryalar ile desteklenen hybrid motorlar ve nükleer enerjinin düşük boyutlarda kontrol edilebilir formlarına ulaşmak da seçenekler arasında yer alıyor. İşte bu noktada İran ile Batı arasında yürütülen pazarlık salt bir nükleer silah yapıp yapmama meselesi değil, 21.yüzyılda oluşacak teknolojik altyapıya kendi imkânları ile şimdiden hazır olma çabasıdır. Durumun farkında olan İslam İnkılâbı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei ile İran Meclisi’nin müzakere heyetine ve hükümete İran’ın nükleer araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden vazgeçmesi sonucunu doğuracak her türlü anlaşmaya imza atmasını yasaklamasının temel sebebi budur. Bugün İran hali hazırdaki sorunlarının değil önümüzdeki on yılların pazarlığını yapmış haldedir. Doğu Ergil’in ifadesiyle, Batı, İran ile askeri bir yüzleşmenin sadece teknolojik bir savaş olmayacağının, Tahmili Savaş’ta ispatlandığı üzere bir  “ruhani savaş” olacağının bilincindedir ve kendisine fayda sağlamayacak bu yoldan, temelleri atılan yeni sistemde İran’ın kendi adıyla yer almasını kabul ederek çıkmayı denemiştir.
İran’ın tüm Müslümanlar adına bir kazanım olan bir anlaşmaya imza koyması hepimizi mutlu etmelidir. Bunun yanında endişemiz İran’ın genç neslinin rehavete kapılıp bu yarıştan kopması ve süreçte İran’ın Batı’nın pazarına dönüşmesi ihtimalidir. Ümit ediyorum ki, Veliyyi fakih buna da izin vermeyecektir.


9 Haziran 2015 Salı

Yüz yıllık bir yara açılmadan davranalım

Gürkan BİÇEN

Mehmet Akif Ersoy merhum 1912’de yazdığı bir şiire dönemin maceraperest isimlerini ima ederek başlıyor ve “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor, kalk, baba, kabrinden kalk/ Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş,/ Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş”, diyordu. Akif’in ima ettiği “üç beyinsiz kafa” dönemin muhteris muktedirleri Enver, Talat ve Cemal Paşa’dan başkası değildi. İttihat ve Terakki’nin layüsel üç adamı Osmanlı’nın sadık halkı Arnavutları cehennem ateşinin ortasına itmiş ve onların İstanbul’dan manen de kopmalarına sebep olmuşlardı. Yine, 100 yıllık bir mesele olarak önümüzde duran Ermeni Tehciri’nde de bu üç ismin adı vardır. Emri veren Enver, uygulayan Talat idi. Cemal ise Suriyeli Arapları tedhiş ederek Arap milliyetçiliğini kışkırtmış, devletin zor anında Araplarla konuşmanın imkânlarını kısıtlamıştı. Bu gün Osmanlı ve paşalar yok ama “üç beyinsiz kafa” tarihi tekerrür ettirmek için yeni bedenleriyle karşımızda duruyor.
Son 12 senede Türk dış politikasına yön veren bakış, bölgesel egemenlik için “başka halklar” üzerinde ameliyat yapılmasını caiz gören bir anlayışı ifade ediyor. Bu politikanın icracısı akademisyen, Şarkiyatçılık disiplininin kibri ile malul bir isim. Tıpkı yüz yıl evvelki benzerleri gibi, ayrıcalıklı kavim telakkisi ona, bölge halklarını zorla yönlendirebileceği;  Şarkiyatçı kibri ise bu halkların yönetilmeyi, şekillendirilmeyi bekleyen nesneler olduğu iğvasını telkin ediyor. Bu şahsın açtığı kapıdan içeri adım atanlar Halep’i, Şam’ı Bağdat’ı, Beyrut’u Kahire’yi, tıpkı kendi ülkeleri gibi ulus devletler üzerinde inşa edilmiş devletlerin bu önemli şehirlerini, Türkiye’nin arka bahçesi, halklarını ise Türklerin kendilerini gelip kurtarmasını ve yönetmesini bekleyen acizler topluluğu olarak görüyor. Bu, kitaplarda kalan bir heves olsa idi, hayalperest bir akademisyenin fantezileri ve Şarkiyatçılık sahasında var olan sayısız şarlatanlık örneklerinden birisidir, diyebilir ve tebessüm ederdik. Ne var ki, böyle olmadı.
2011 yılında Suriye’de başlayan huzursuzluğu fırsata çevirmek, Şam’da Türkiye’ye ve Türkiye’nin müttefiklerine –buna İsrail de dahildir- uyumlu bir hükümet kurabilmek ve böylece Şam’ı Türkiye’nin plaka numaralarından birisi haline getirmek için bu akademisyen – siyasetçi yüz yıl önceki dedeleri ile aynı uğursuz yolu tutturdu: Müslüman halkları kışkırtmak, Müslüman halklara silah doğrulmak/ doğrultturmak… Bunun neticesinde Suriye halkı, “Şam’da namaz kılmak” hevesiyle dolu bir adamın Batılı emperyalistlerle birlikte hareket ederek Suriye ülkesini harap edişine şahit oldu. Bu şahsın Türkiye’de teorik temellerini pazarlamaya çalıştığı, ancak yaptığı atıflardan bir Batı projesi olduğu anlaşılan bu hevesi,  üst düzey siyasetçi ve bürokratların yerel ve bölgesel düzeyde planlayıp sahaya adapte etmesiyle gerçeğe dönüştürülmeye çalışıldı. Bugün biliyoruz ki, bu şahıslar Suriye ülkesini harap etmek için 2 bin tır silah ve mühimmatı yasa dışı yollarla Suriye’ye soktular ve açık sınır politikası adı altında Suriye’ye geçirdikleri on binlerce terörist eliyle Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu’ndan 68 bin askerin, on binlerce milisin ve sivilin hayatını kaybetmesine sebep oldular. Yine onlar, içine düşürdükleri bu çatışma neticesi Suriye şehirlerini de tarumar ettiler. Bu gün Suriye, Türkiye hükümetinin silah desteği verdiğini kabul ve ilan ettiği unsurlar ile halen destek verdiğini kabule yanaşmadığı unsurlar eliyle bir harabeye çevrilmiş haldedir. Suriye halkının insan kayıpları ve sosyal yaralarının yanında, onlarca yılda ancak azaltabileceği maddi zararı da söz konusudur. Türkiye’de yazacağımız tarih kitapları ve yön vereceğimiz medya ile Suriye’ye yönelik haksız ve hukuksuz tutumumuzu kendi halkımızdan gizleyebiliriz. Bu mümkün. Ne var ki, bu çatışmanın ardından Suriye halkının da hayata döneceğini, onların da kendi tarihlerini yazacağını göz ardı edebilir miyiz?
Arnavutlar yüz yıl evvel ellerindeki silahları toplayıp Sırp ve Bulgarlara satan İttihatçıların ihanetini unutmadılar. İttihatçılar yaptıkları yanlışlarla Arnavutlara yaklaşık yüz yıl süren bir acı yaşattı ve bugün bile onlar bir musibetten kurtulup bir başkasına düçar olmuş haldeler. Bugün Arnavut tarihçileri tarihlerinin bu döneminde yer alan isimleri hayırla yad etmiyorlar. Ermeniler evlerine geri dönemedikleri gibi o dönemki yasal düzenlemelere rağmen zararlarının tazmin edildiğini de görmediler. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’nin ardından kurulan Cumhuriyet açık yüreklilikle bu meseleye eğilmiş olsaydı, en azından bu insanların mali hakları temin edilseydi, Ermeni meselesi bugünkü boyutuna ulaşmazdı. Bugün sadece Ermeniler değil birçok kalem haklı veya haksız Türkleri bu konuda suçluyor. Cemal Paşa Araplara yönelik tedhişi ile maruf olmasaydı, Arap tarihçiler o dönemi karanlık bulmayabilirlerdi.
Suriye ülkesinin yerle bir edilmesinde inkâr edemeyeceğimiz bir payımız var. Suriye halkı ve devleti ile tıpkı daha öncekiler gibi onlarca yıl sürecek bir husumete kapı aralamamak için bugünden davranmamız gerekiyor. Hemen şimdi onların siyasi, sosyal ve ekonomik istikrara kavuşmaları için harekete geçmemiz, terör faaliyetine dahil olan siyasi ve bürokratik kadroyu görevlerinden uzaklaştırmamız, Suriye ülkesinin imarı için samimi bir gayreti ortaya koymamız icap ediyor. Her savaş biter ve galipler tarihi yazar. “Maceraperest Şarkiyatçı”nın ancak birkaç hafta süre verdiği Beşar Esad’ın Suriye’nin kaderine yazılı olduğu tartışmasız. Yine tartışmasız olan bir şey de, savaştan sonra filizlenecek Suriye ve Arap edebiyatında, sinemasında, şarkılarında, türkülerinde, eğitim sisteminde velhasıl birçok alanda Türkiye’nin “üç beyinsiz kafa”sının Suriye halkına yaşattıklarının anlatılacak olmasıdır. Biz, yüz yıllık bir yara açılmadan, şimdiden davranarak, en azından, Türkiye halkının bu yanlışa bir son verme arzusunu ortaya koymalıyız.


6 Haziran 2015 Cumartesi

İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası

Gürkan BİÇEN

Stephen M. Walt – John Mearsheimer, İstanbul: Zodyak Kitap, 2014, 128 s.
Tercüme: Elif Ocak

Siyonist İsrail rejiminin Orta Doğu’daki pozisyonu ve bu rejimin bütün uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmedeki “ayrıcalıklı” tabiatı onlarca yıldır tartışılmıştır. Yakın çevresindeki asgari 200 milyonluk Müslüman Arap nüfusa rağmen Siyonist rejimin kendini kayıt altına alacak hiçbir uluslararası karara itibar etmemesi ve hatta bu yönde karar alınmasını dahi engelleyebilmesi uluslararası siyaset alanında kalem oynatan akademisyenleri iki ana gruba ayırmıştır. Bunların ilki Siyonist İsrail rejiminin vekil sıfatıyla hareket etmesi sebebiyle korunduğunu düşünürken, ikinci grup Siyonist rejimi güçlü kılan şeyin bulunduğu bölgedeki imkân ve kaynaklarından ziyade dışarıda, hassaten Amerika Birleşik Devletleri’nde onun lehine lobi faaliyeti yürüten unsurlar olduğunu söylemektedir.
Chicago Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi’nden Prof. Stephen M. Walt Siyonist rejimin Amerika’daki güçlü lobicilik faaliyetleri sebebiyle uluslararası kuralları hiçe sayabildiklerini düşünenler arasında yer alıyorlar. Bu iki akademisyenin birlikte hazırladıkları “The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy”  isimli kitap Elif Ocak tarafından tercüme edilmiş ve Sakarya Üniversitesi iktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Emin Gürses’in önsözü ile Türk okuyucusuna sunulmuştur. Gürses, önsözde, kitabın Zbigniew Brezezinski tarafından övgüyle anıldığını zikrettikten sonra, müelliflerin de İsrail lobisinin baskısına maruz kaldıklarını, hatta Prof. Walt’ın bir süreliğine üniversitedeki derslerine ara verdiğini ve zorunlu izne ayrıldığını dile getirir.
Kitap iki ana bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Birinci bölümde yazarlar Amerikan dış politikasında İsrail’in ayrıcalıklı konumunu izaha çalışan açıklamalara yer vermiş ve bunların geçersizliğini ispata yönelmişken, ikinci bölümde Amerika’daki İsrail lobisinin yapısını, faaliyetlerini ve etki düzeyini incelemişlerdir.
Yazarlara göre Amerikan dış politikası temas ettiği her yerde cari olsa da, son birkaç on yıl boyunca, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan beri, Amerika’nın Orta Doğu politikasının merkezinde İsrail’le olan ilişkisi yer almaktadır. Amerika’nın kendi güvenliğini dahi tehlikeye atan böylesi bir ilişki biçiminin Amerikan siyasal tarihinde eşi benzeri yoktur. Yazarlar bu durumu, Amerikan aklının dışa yönelik algısından değil, neredeyse tamamen ABD iç politikasından, özellikle de İsrail Lobisi’nin yürüttüğü faaliyetlerden kaynaklandığını düşünürler. Öyle ki, Amerika bu lobiyi razı edebilmek adına İsrail’e İkinci Dünya Savaşı’ndan 2003 yılına kadar toplamda 140 milyar dolar doğrudan yardım sağlamıştır. Yıllık asgari 3 milyar doları bulan bu yardımlar yaklaşık olarak ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturur. Bunun da ötesinde, tüm diğer müttefiklerinden farklı olarak, kendisine ayrılan kaynağın yaklaşık olarak %25’ini kendi savunma sanayisini desteklemek için kullanabilen İsrail, ABD’den aldığı yardımı nasıl kullanacağına dair hesap vermek zorunda olmayan tek ülke olarak öne çıkar.
Washington’un Siyonist İsrail rejimine yönelik ayrıcalıklı tavrı maddi yardım ile kalmaz. ABD İsrail’e NATO müttefiklerine vermeyi reddettiği istihbaratlara erişim imkânı da verir. Yine ABD’nin göz yummasıyla İsrail nükleer silahlara sahip olmuştur.
Washington’un sağladığı ayrıcalıklı ilişki biçiminden güç alarak uluslararası kuralları ihlalden çekinmeyen İsrail için Washington yoğun bir diplomatik destek de sunar. ABD, 1982’den bu yana Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ait otuz iki kararı sırf İsrail’i eleştirmesi sebebiyle veto etmiştir. Bu, diğer tüm Güvenlik Konseyi üyelerinin kullandığı vetoların toplam sayısından daha fazla bir sayıya tekabül eder. Hatta ve hatta, Irak işgaliyle başlayan, Bush yönetiminin Orta Doğu’yu dönüştürme ihtirasının kısmen de olsa İsrail’in stratejik pozisyonunu iyileştirmek adına olduğunu ileri sürenler vardır. Tüm bunlara istinaden yazarlar, ”Amerika’nın İsrail’e sağladığı desteğin eşi benzeri yoktur.”, ifadesine yer verirler.
ABD’nin İsrail’e yönelik ayrıcılıklı tutumunun gerekçesi olarak gösterilen konuları ele alan yazarlar, bunların ilkinin “stratejik gerekçe” olduğunu ifade ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, Soğuk Savaş’ın başlangıcında kurulan Siyonist İsrail rejiminin o dönemde Amerika’ya faydalı hizmetler sunduğunu, bu cümleden olmak üzere, Mısır ve Suriye gibi Sovyet destekli ülkelere utanç verici mağlubiyetler yaşattığını, yine Sovyetler hakkında çok değerli istihbaratlar sağladığını zikre değer buluyorlar. Amerika’nın İsrail’in bu dönemdeki stratejik değerine binaen hiç de ucuz olmayan bu ilişkiyi sürdürdüğünü belirten yazarlar, buna rağmen, 1979 İran İslam İnkılâbı sonrasında olduğu gibi, petrol stoklarının güvenliğine ilişkin endişelerin baş gösterdiği zamanlarda Amerika’nın İsrail’e güvenemediğini belirtiyorlar.
Kitapta, Soğuk Savaş döneminde İsrail Amerika için stratejik bir değer ifade etse de, Birinci Körfez Savaşı’nın (1990-1991) Siyonist rejimin artık stratejik bir yüke dönüştüğünü gösteren bir dönüm noktası olduğuna işaret ediliyor. Bu dönemde ABD, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’a karşı İsrail’deki üsleri kullanmayı göze alamadığı gibi, onun Irak’a karşı kurulan ittifaka zarar vermemesi için başkaca kaynaklar ayırmak zorunda da kalmıştır. 2003 yılındaki İkinci Körfez Savaşı’nda tarih bir kez daha tekerrür ediyor. İsrail yine ittifaka zarar verici unsur olarak beliriyor.  11 Eylül saldırılarının akabinde Amerika’nın “haydut devlet” olarak ilan ettiği İran, Irak ve Beşar Esad Suriye’si gibi ülkelerin Amerika ve İsrail’in ortak düşmanı olduğu tezi ikna edici gibi gözükse de, bu, İsrail’in Amerika için bir yük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira İsrail’i hedef alan Filistin kökenli şiddet kör bir şiddet değil, İsrail’in Filistin’i kolonize etmeye yönelik uzun süreli gayretine verilen bir cevaptır, deniliyor. Siyonist İsrail rejiminin, “ABD ile İsrail’in ortak düşmanları” eşitlemesinin neden-sonuç ilişkisini tersine çevirmek anlamına geldiğine vurgu yapılarak: “ABD’nin terörizm probleminin olması İsrail’le yakın müttefik olmasından kaynaklanmaktadır, bunun aksi doğru değildir.”, ifadesine yer veriliyor. Öyle ki, Washington “haydut devlet”ler ile problemli bile olsa, nükleer silah bile edinseler yine de bunlar ABD için stratejik bir felaket teşkil etmeyecekti. Bunun da ötesinde, İsrail-ABD ilişkisinin ABD’nin bu devletlerle mücadelesine zarar verdiği öne sürülüyor. Bu iddianın ispatı sadedinde, Nisan 2004’te 52 eski İngiliz diplomatın Başbakan Tony Blair’e, gönderdiği, Bush ve Başbakan Ariel Sharon’un politikalarının ‘taraflı ve kanuna aykırı’ ve ‘Batı, Arap ve İslam dünyası arasındaki ilişkileri olumsuz bir şekilde etkilediğini’ anlatan mektuptan bahsediliyor. Tüm bunların dışında İsrail’in, ABD Genel Saymanlık’ına göre, “müttefikler arasında ABD’ye karşı en agresif casusluk operasyonları düzenleyen ülke” olması da, onun stratejik değerinin sorgulanmasını zorunlu kıldığı kanaati dile getiriliyor.
Walt ve Mearsheimer İsrail’e tanınan ayrıcalıklı konum için gösterilen bahanelerden birisinin “ahlaki yükümlülük” olduğunu vurguluyorlar. Buna göre, İsrail, genellikle düşmanca davranışlar sergileyen Arap Goliath tarafından köşeye kıstırılan, zayıf ve mahsur ‘demokratik” Yahudi Davut olarak tanıtılıyor. Ne var ki,  bunun tam tersi bir görüntü gerçeğe daha yakın. Zira günümüzde İsrail Orta Doğu’daki en büyük askeri güçtür. Klasik kuvvetleri komşularından çok daha üstündür ve bölgede nükleer silaha sahip tek devlettir. Yazarlar, eğer zorunlu gerekçe güçsüzü desteklemek olsaydı ABD, İsrail’in düşmanlarını destekliyor olmalıydı, diyorlar.
Kitaba göre, İsrail’in demokratik bir ülke olduğu tezi de inandırıcı değildir zira ‘demokratik İsrail’ sadece bir şekildir; Siyonist rejimin kontrol altında tuttuğu milyonlarca Filistinli bütün politik haklarından mahrum bırakılmıştır ve ‘ortak demokrasi’ gerekçesi de buna bağlı olarak zayıflamış, anlamsız hale gelmiştir. İsrail’deki Yahudi toplumu da rejimin yönelttiği yoldadır. İsrail Demokrasi Kurumu Mayıs 2003’te İsrail Yahudilerinin %53’ünün Araplar için tam bir eşitliğe karşı olduklarını, %77’sinin önemli siyasi kararlarda Yahudi çoğunluğun önemli olması gerektiğine inandıklarını, sadece %31’inin hükümette Arap partilerin de yer alması gerektiğini düşündüğünü ve %57’sinin Arapların göçe zorlanmaları gerektiğini söylediğini rapor etmiştir. Tüm bunlar Amerika’nın İsrail’e yönelik ayrıcalıklı desteğinde öne çıkardığı ortak değer “demokrasi” söyleminin sağlam bir temelinin olmadığını ortaya koymaktadır.
Yazarlara göre, İsrail’e verilen desteği haklı çıkarmak için kullanılan bir üçüncü bahane “geçmişteki suçların telafisi”dir. Bununla kast edilen Holokost sebebiyle Yahudilerin Hıristiyan Batı’da çektiği sıkıntılardır. Bu bir gerçek olsa da, Filistinlilerin bu suçta hiçbir payı olmadığı da gerçektir. Filistinliler kendi anavatanlarında yaşadılar ve İsrail kurulduğunda bile Yahudi nüfusu, tüm göçlere rağmen, 20.yüzyılın başındaki yüzde 5’ten yüzde 35’e ancak varabilmişti. Bu halde bile toprakların sadece yüzde 7’sine sahiptiler. Ben Gurion henüz 1941’de, zor ve şiddet olmaksızın Arapları bu topraklardan çıkarmanın imkânsız olduğunu söylüyordu ve 20.yüzyılın tamamı bu hedefe ulaşmak için Araplara uygulanan şiddet ile geçti. Bu hakikati doğrulamak üzere yazarlar, David Ben Gurion’un Dünya Yahudi Kongresi başkanı Nahum Goldmann’a söylediği “Ben bir Arap lider olsaydım, İsrail’le asla anlaşma yapmazdım. Bu çok normal: Biz onların ülkesini ellerinden aldık… İsrail’den geliyoruz, ama iki bin yıl önce. Bunun onlar için anlamı ne? Yahudi düşmanlığı, Naziler, Hitler, Auschwitz vardı fakat bütün bunlar onların hatası mıydı? Onlar sadece bir tek şeyi görüyor: Biz buraya geldik ve ülkelerini çaldık. Böyle bir şeyi neden kabul etsinler ki?” sözünün yanı sıra, Filistin’in çalınması sırasında, 1947-1948’de Yahudiler tarafından işlenen infaz, katliam ve tecavüz gibi etnik temizlik suçlarını;  1956 ve 1967 savaşlarında yüzlerce Mısırlı savaş tutsağının katledilmesini; 1967’de ise 100 bin ile 260 bin kadar Filistinliyi işgal ettiği Batı Şeria’dan ve 80 bin Suriyeliyi de Golan tepelerinden sürmesini öne çıkarıyorlar.
Yazarlara göre Amerika’nın İsrail rejimine yönelik ayrıcalıklı desteğini haklı çıkarmaya yönelik son bahane “Erdemli İsraillilere karşı kötü Araplar” iddiasıdır. Bu iddia durmaksızın tekrarlansa da, yakından bakıldığında İsraillilerin tavrının düşmanlarınınkinden farklı olmadığı görülecektir. Mesela Birinci İntifada esnasında (1987-1991), IDF,  ordularına coplar dağıtmış ve onları Filistinli protestocuların kemiklerini kırmaya teşvik etmiştir. İsviçreli ‘Çocukları Koruyalım’ organizasyonunun tahminine göre, intifadanın ilk iki yılında 23.600 ile 29.900 çocuk –ki bunlardan üçte birinin bazı kemikleri kırılmıştı- dayak yaraları nedeniyle tıbbi müdahaleye ihtiyaç duymuştur. Dövülmüş olan bu çocukların neredeyse üçte biri on veya onun altı yaşlardaydı. İkinci İntifada ise İsrail şiddeti daha da yükseldi. IDF isyanın ilk günlerinde bir milyon mermi attı ve o zamandan beri ölen her İsrailli için 3,4 Filistinli öldürüldü ve bunların çoğu olayları seyretmekte olan masum insanlardı; öldürülen Filistinli çocukların İsrailli çocuklara oranı ise daha da yüksektir; her bir İsrailli çocuğa karşılık 5,7 Filistinli çocuk. Terör faaliyetlerine katılan Siyonist liderler ise zaman içinde affedildi ve hatta aralarından,  başbakanlığa kadar yükselen ve “‘Ne Yahudi ahlakı ne de Yahudi geleneği terörizmden bir savaş aracı olarak faydalanmamıza engeldir”, diyen Yitzak Shamir gibi kişiler de çıktı.
Kitabın ikinci bölümüne yazarlar “Lobi” kavramını tanımlamakla başlıyor. Kitaptaki kullanım şekliyle “Lobi” kelimesi “ABD dış politikasına İsrail yanlısı bir yön vermek amacıyla, aktif bir şekilde çalışan birey ve örgütlerin dağınık koalisyonunun kısa bir ifadesi” anlamına geliyor. Amerikan Yahudilerinin İsrail’e duygusal bağlılığı yüksek düzeyde olmasa da, Yahudiler, en güçlü ve meşhuru AIPAC olmak üzere, ABD dış politikasını etkileyebilmek için bir dizi örgüt kurdular. Bu örgütler salt Yahudilerden oluşmuyordu. İçlerinde önemli Hıristiyan Evanjelikler de vardı. Hıristiyan Evanjelikler İsrail’in yeniden doğuşunun İncil’deki kehanetin bir parçası olduğuna inandıklarından, İsrail’in yayılmacı gündemini destekleyen ve İsrail’e baskı yapmayı Tanrı’ya karşı gelmek olarak kabul eden kişilerdir. Bu örgütler Amerika’nın bölünmüş hükümet sisteminden faydalanarak politik süreçleri etkilerler. Karşılarında güçlü bir Arap lobisi olmadığı için de etkileri yüksektir.
Yazarlara göre, Lobi, İsrail’e ABD desteği sağlamak için iki ana strateji takip etmektedir. Birincisi, İsrail’i desteklemesi için hem Meclis’e hem de Yürütme organına baskı uygulamak, ikincisi ise  İsrail’le ilgili kamusal söylemin İsrail’i olumlu bir şekilde tasvir etmesini sağlamaktır. Böylelikle Amerikan kamuoyunda, İsrail’e desteği sorgulamakla sonuçlanacak tarafsız bir tartışma yürütülmesinin önüne geçilmektedir. Lobi’nin ABD Meclis’indeki nüfuzunu açıkça görmek mümkündür. Her şeyin tartışılabildiği bu kürsüde İsrail söz konusu olduğunda bütün ateşli hatipler sessizliğe bürünürler. Bu güç, “Benim dış politikadaki birinci önceliğim İsrail’i korumaktır”, diyen Dick Armey misali Hıristiyan Siyonistler üzerinden devşirilir ama bununla da kalmaz Lobi,  İsrail yanlısı Meclis çalışanlarından da faydalanır.
Lobi’nin Meclis’teki etkisinin çekirdeğini AIPAC oluşturur. AIPAC kendi gündemini destekleyen Meclis üyelerini ve adaylarını ödüllendirip güçlü mali destek sağlarken, karşı çıkanları cezalandırabilme kudretine sahiptir. Bunun neticesi olarak, ABD’nin İsrail politikasının bütün dünya ülkeleri için önemli sonuçları olmasına rağmen, Meclis’te bu politika ile ilgili açık hukuki kavga söz konusu bile olamaz.
Lobi Demokrat başkan adaylarının seçim masraflarının yüzde 60’ını Yahudi destekçilerden temin ederek icra organına da büyük baskı uygulamaktadır. Bu yolla, yönetim belirlenirken, İsrail’i eleştiren kişilerin önemli dış politika görevlerine gelmelerini engellemeye ve İsrail yanlısı kişilerin icra organlarında önemli mevkilere gelmelerini sağlamaya çalışırlar.  Bu durumun somut karşılığı Filistin - İsrail müzakerelerinde görülür. Filistinli delegeler biri İsrail, diğeri ise Amerika bayrağı taşıyan iki İsrail heyetiyle müzakere ettiklerini görürler.
Lobi kamuoyunu İsrail lehine tutabilmek için medyaya önem verir ve bu alandaki kalemleri destekler. Gazeteci Eric Alterman’ın tespitine göre, Orta Doğu uzmanları arasında İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyeceği düşünülen 61 köşe yazarı ve yorumcuya karşılık sürekli olarak İsrail’in hareketlerini eleştiren ve Arap yanlısı bir konum alan sadece beş uzman vardır. İsrail yanlısı bu eğilim önde gelen gazetelerin başyazılarında da böyledir. İsrail’i zaman zaman eleştirenler bile tarafsız değildir. İsrail yanlısı tutumun sürekliliğini sağlayabilmek için Lobi The American Enterprise Institute, The Brooking Institution, The Center for Security Policy, The Foreign Policy Research Institute, Heritage Foundation, The Hudson Institute, The Institute for Foreign Policy Analysis ve Jewish Institute for National Security Affairs (JINSA) gibi düşünce kuruluşlarında etkin olarak yer alır. Buralardaki beyin takımı ağırlıklı olarak, İsrail yanlısı kişilerden oluşur.
Kitaba göre Lobi’nin İsrail’le ilgili tartışmaları bastırmakta en çok zorlandığı yerler üniversitelerdir.  Akademik özgürlüğe karşı çıkmak ve dokunulmazlığı bulunan profesörleri tehdit etmek ya da susturmak zor olsa da, arasında Martin Kramer ve Daniel Pipes’in yer aldığı Campus Watch internet sitesi örneğinde görüleceği üzere, Lobi onları izlemekten ve fişlemekten ve Filistinli Edward Said’i kadrosunda bulunduran Columbia Üniversitesi’ni hedef almaktan imtina etmemektedir.
Yazarlar, bu faaliyetlerini yürütürken Lobi’nin muhaliflerini “Yahudi düşmanlığı” suçlamasıyla susturduğunu vurgularlar. Buna göre, “Yahudi düşmanlığı”, İsrail’in faaliyetlerini eleştirmek ya da İsrail yanlısı grupların ABD’nin Orta Doğu politikası üzerinde önemli etkisi olduğunu söylemek, anlamına gelmektedir. Bu noktada da bir ikiyüzlülük görülür; İsrail medyası bir övünç kaynağı olarak Amerika’daki Yahudi lobisinden bahsederken, İsrail Lobisinin var olduğunu iddia eden İsrail dışındaki birisi Yahudi düşmanlığıyla suçlanabilir. Bu çok etkili bir taktiktir, çünkü Yahudi düşmanlığı iğrenç ve kimsenin suçlanmak istemediği bir şeydir. İsrail’in Filistinlilerin evlerini yıkmakta kullandığı Caterpillar marka buldozerlerin satışını eleştiren İngiltere Kilisesi dahi sırf bu eleştiri yüzünden “Yahudi düşmanı” ithamından kurtulamamıştır.
Yazarlara göre, ABD’nin Orta Doğu politikasını şekillendirme gayreti Lobi’nin ana hedefleri arasındadır. Bölgedeki savaşlar ve Amerikan müdahaleleri de bu perspektiften okunmalıdır. Yaygın kanaat Irak’a yönelik saldırının bir petrol savaşı olduğu yönünde ise de, savaşın itici gücü olan çekirdek kadro “yönetimdeki en savaş taraftarı İsrail yanlısı ses” ve “samimi bir İsrail yanlısı” olarak tanımlanan Wolfowitz gibi İsrail’deki Likud Partisi ile sıkı bağları olan kişilerden oluşuyordu. Bu kişiler İran ve Irak’ı kontrol altında tutabilmek için bölgeye Amerikan askeri yerleştirmeyi planlıyorlardı ve Bush’tan evvel Clinton’dan da bunu istemişlerdi. Bu amaçlarına ancak 11 Eylül’ün yardımıyla ulaşabildiler ve İsrail için tehdit algılamasının üst sıralarında yer alan Bağdat’ı bu suretle düşürebildiler. Bağdat’a yönelik saldırının ardından Sharon ve onun vekilleri Washington’u, Şam’ı hedef alması için sıkıştırdılar.  Sharon ABD’yi Suriye’ye ‘çok ağır’ baskı uygulamaya davet ederken,  Savunma Bakanı Shaul Mofaz Maariv’e verdiği röportajda, “Elimizde Suriye’den talep etmeyi düşündüğümüz konulardan oluşan uzun bir liste var ve bu işin Amerikalılar aracılığıyla yapılması uygundur.”, diyordu.  Washington Post İsrail’in, ABD’nin Suriye Başkanı Beşar Esad’ın faaliyetleri ile ilgili istihbarat raporlarını besleyerek Suriye’ye karşı yürütülen kampanyayı körüklediğini yazdı. Wolfowitz, Suriye’deki rejimin değişmesi gerektiğini ifade etti ve Richard Perle bir gazeteciye Orta Doğu’daki diğer rejimlere ‘iki kelimelik bir kısa mesaj’ verilebileceklerini söyledi: “Sıra sizde.” Yosi Klein Halevi, Los Angeles Times’da ‘Sıradaki Hedef Suriye’ başlıklı bir yazı yazarken, Zev Chafets New York Daily News’de “Terör Dostu Suriye’nin de Bir Değişime İhtiyacı Var” başlıklı bir yazı yayımladı. Lobi o dönemde Suriye’ye yönelik açık bir savaş başlatmayı başaramasa da, Suriye Sorumluluk Yasası’nın çıkarılmasında etkili oldu ve böylelikle Suriye ile Amerika arasındaki ilişkinin Amerikan ulusal çıkarlarından sapmasını sağladı. Irak ve Suriye’nin İsrail için yarattığı stratejik tehdit kabul edilmekle birlikte, İran İsrail için en tehlikeli düşman olarak görülüyor. Irak Savaşı’ndan bir ay evvel İsrail Savunma Bakanı Ben Eliezer, “Irak problem teşkil ediyor… Fakat bana sorarsanız İran Irak’tan da tehlikeli.”, diyerek bu durumu ortaya koyuyor. Amerika’yı buna hazırlamak ve fakat İran ile askeri bir karşılaşmanın yaratacağı risklerden de uzak durmak için Lobi İran’da bir rejim değişikliği seçeneğinde ısrarcı oldu. Walt ve Mearsheimer, Lobi olmasa bile Amerika ile İran’ın müttefik olmasının zor olacağını ve fakat ilişkilerin bu derece gergin olmayabileceği kanaatindedirler.
Yazarlar serdettikleri tüm bu delillerin nihayetinde, kitabın sonuç bölümünde, Lobi’nin gücünün engellenebileceğini, Washington’un Amerikan çıkarları ile uyumlu bir dış politika geliştirmesinin mümkün olduğunu ancak yakın zaman içinde bunun gerçekleşmesini ummayı gerektirecek nesnel şartların bulunmadığını zira Lobi’nin bir rakibinin olmadığını, bununla birlikte Lobi’nin bu tür faaliyetlerinin Amerika’yı feci sonuçları olabilecek çatışmalara sürükleyebileceğini, Lobi’nin etkisi sebebiyle Amerika’nın Filistinlilere karşı işlenen suçlara ortak olduğunu ve bunun da ahlaki sorumluluk doğurduğunu, Lobi’nin İsrail hakkındaki tartışmaları engellemesinin Amerikan demokrasisi için de tehlike oluşturduğunu, hatta ve hatta Lobi’nin faaliyetlerinin İsrail için bile kötü sonuçlar doğurduğunu, bölgede anlaşmaya dayalı bir barışın tesisini engellediğini ve bunun da İsrail toplumunun yararına olmadığını, İsrail’i bir zamanların Güney Afrika’sı gibi ırkçı bir devlete çevirdiğini,  tüm bunlara rağmen, Lobi hakkında yürütülecek açık bir tartışma ortamının sağlıklı sonuçlara ulaşmak için bir imkan oluşturabileceğini ve bunun Amerika dahil herkesin faydasına olduğunu vurguluyorlar.
Sonuç olarak, alanında yetkin iki akademisyenin imzasını taşıyan bu kitap, Amerika’nın İsrail’i Orta Doğu’da bir maşa/ sopa olarak kullandığı, asıl gücün Amerikan devletinde olduğu, Amerika’da Yahudilerin sermaye ve etkinlik açısından önemlerini kabul etmekle birlikte, bu gücün/ etkinin Amerikan halkı ve yönetimine yönelecek tepkileri önlemek/ perdelemek için abartıldığını söyleyen karşıt tezlerle birlikte okunmayı ve bu suretle değerlendirilmeyi hak ediyor. 

16 Mart 2015 Pazartesi

Bugün Arnavut’u var eden İslam’dır

Gürkan BİÇEN

Malumdur ki, tarih anlatımı, içine katılan yorumlar, ekleme ve çıkarmalarla herkesin sofrasına gelebilen bir yemeğe benzer. Bu yönüyle tarih anlatımının bir sonu yoktur. Ne var ki, bir bilim dalı olarak tarih böyle değildir. Kullandığı araçlar gereği tarih bilimi birinci derece kaynaklara müracaat etmek zorundadır. Birinci derece kaynakların olmadığı bir konuda bir birini doğrulayan ikinci derece kaynaklar da tarih biliminin dayanakları arasında yer alır. Her iki halde de, tarih bilimi açısından bir iddianın sübutu, kesinlik kazanması inkarı mümkün olmayacak belge ve bilgilere dayanmasına bağlıdır. Mesnetsiz rivayetlerle hakikatin farkı, birincisinin su döktükçe çoğalan bir hamur olmasıdır. Hele ki, size dur diyen yoksa…

Yakın zaman evvel “Media e Lire” sitesinde yayımlanan bir yazı ve bir röportaj Arnavut halkının Müslümanlığı kadar Arnavutluk’un İslamlığını da sorgulamanın kapısını bir kere daha araladı. Bunlardan ilki Alma Prifti imzasını taşıyordu ve Arnavutların Osmanlı İmparatorluğu döneminde uygulanan ekonomik politikaları aşmak için Müslüman görünmek zorunda kaldıklarını, aslında onların gizli Hıristiyanlar olduklarını ileri sürüyordu. İkincisi ise Arnavutluk Cumhuriyeti’nin Ankara elçisi Genci Mucaj ile H.Çiğdem Yorgancıoğlu’nun yaptığı röportajdı ve burada Mucaj, Arnavutların dinin Arnavutçuluk olduğunu söylüyordu.

Arnavut tarihçi Olsi Jazexhi Avrupa Üniversitesi Tarih ve Medeniyet Bölümü tarafından kabul edilen “Ottomans into Illyrians” isimli doktora tezinde yukarıda bahsettiğim her iki ismin de atıfta bulunduğu tezlerin geçersizliğini ortaya koyarken, Arnavut tarihinin son yüz elli yıllık serüvenini Arnavutların İslamlaşma sürecine de atıflar yaparak ele alıyor. Tezde yer alan yüzlerce atıf Arnavutların zorla Müslümanlaştırıldığı iddiası kadar “Arnavutların dini Arnavutçuluktur” iddiasının da sonradan icat edilmiş ve dayatılmış bir algı olduğunu işaret ediyor. Ekrem Bey Vlora’nın Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar isimli hatıratı ise bugünkü klişe lafların nasıl oluşturulduğunu ve daha sonra yeniden ve yeniden nasıl şekillendirildiğini/ yorumlandığını göstermesi açısından özel bir ilgiyi hak ediyor. Bunlar gibi birçok tarihi belge Arnavut halkının dini yaşantısına ışık tutarken, Olsi Jazexhi’nin da belirttiği üzere, geçmişin ve bugünün insanları için konumları yer değiştiren din ve kavmiyet/ milliyet ilişkisini irdeliyor.  Bu durumda, “Müslümanlık kadar Hıristiyanlık ve milliyetçilik de Arnavut halkının gerçekliği değil mi?”, denilebilir.

Şunu kabul etmemiz gerekir ki, Arnavutların İslam ile tanışması Osmanlı idaresinin Balkan coğrafyasında yerleşmesinden önceye rastlasa da, neredeyse tümüyle bir halkın İslamlaşması anlamında Arnavutların İslam’ı tercih etmesi Osmanlı dönemine ait bir gerçekliktir. Arnavut bölgesini Osmanlı idaresine açanlar Arnavut halkının geleceğinin İslam’da olduğunu düşünen Arnavutlar olmuştur. Arnavut milliyetçileri Gjergj Kastrioti’yi öne çıkarırken, amcaoğlu Hamza Bey Bursa’daki türbesinde Müslümanların duaları arasındadır. 15.yüzyılda Arnavutlar ile Osmanlılar arasında süren çatışmalar Arnavutların Osmanlı idaresinin Arnavut topraklarını bütünleştirme projesi karşısında yerel direnişlerin geri çekilmesiyle son bulmuştur. Arnavutların ekserisinin Müslüman olması ise ancak 200 yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu da göstermektedir ki, Arnavut halkı ile Osmanlı idaresi arasındaki ilişki biçimi temelde zorlamaya dayanmıyordu. Elbette Müslümanların idaresi altındaki bir devlette Müslümanların belli avantajları bulunuyordu ancak bir imparatorluk mantığıyla hareket eden Osmanlı devleti dini aidiyetine bakmaksızın bir çok Arnavut’u birçok bölgeye idareci olarak atayabiliyordu. Tıpkı “Arnavut’un dini Arnavutçuluktur” diyen Lübnan Valisi Katolik Vaso Paşa gibi…

Arnavut halkının Osmanlı tarafından zorla Müslümanlaştırıldığı ve her Arnavut’un aslında gizli bir Hıristiyan olduğu iddiası Avrupalıları Arnavutlara ılımlı davranmaya teşvik etmek için kulağa hoş gelebilir ancak bu, atalarımızı açıkça rencide edecek, onların asla kabul etmeyecekleri bir iddiadır. Böyle bir iddianın sahibi, Arnavut halkını çevresindeki halkların karşısında küçük düşürdüğünün farkında değildir. Osmanlı baskısına direnen Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ ve Hırvat halklarının karşısında zorlama ile din değiştirmiş Arnavut halkı teorisi kan, dil ve kültür bağıyla bağlandığımız tüm insanları/ halkımızı aşağılar mahiyettedir. Göğsünü Osmanlı toplarının karşısında siper etmiş kahraman Arnavut imajıyla Arnavut milliyetçiliğini yükseltmek isteyenlerin böylesi bir teze sahip çıkmaları, mesele Arnavut’un dinine geldiğinde tüm bu kahramanlıkları bir kalemde silip atmaları düşündürücüdür.

Evet, atalarımız bir zamanlar Hıristiyanlardı. Bu onların pagan yaşantılarından sonra yaptıkları doğru bir tercihti. İslam’ın kendilerine ulaşmadığı bir dönemde Arnavut halkının, aslen ilahi bir din olan ve Müslümanların da yüce bir peygamber olarak kabul ettikleri İsa’nın (as) dinine tabi olmaları onları da yücelten bir karardı. Yine atalarımız İsa’nın getirdiği ile aynı kaynaktan gelen yeni dini de aynı şekilde kabul ettiler. Bu onların kararıydı ve biz onların bu kararına saygı duymak zorundayız. Biz Arnavutlar artık Müslüman’ız ve paganlıktan Hıristiyanlığa geçtiğimiz zamanki gibi bununla gurur duyuyoruz. Kültürümüz, günlük hayatımız, dilimiz İslam dininin verdiği ruh ile yeniden şekillendi. Kavmimizin binlerce yıldır getirdiği ve bizi Arnavut yapan o kararlı söz, Besa “Kur’ansız besa olmaz” sözünde görüleceği üzere İslam temelinde yeniden yükseldi.

Müslüman Arnavut halkının içinde Hıristiyan kalanlar da vardır ve onların her birisi de saygın insanlardır. Onlar atalarımızın o tarihi dönüm noktasında İsa’nın sözüne sadakatin daha uygun olacağına kanaat getirenlerin torunlarıdır. Müslüman Arnavutlar için İsa ile Muhammed arasında bir fark yoktur. Müslüman Arnavutlar için sadece Hıristiyan Arnavutlar değil, tüm Hıristiyanlar saygıya layıktır. Bununla birlikte, Müslüman Arnavutlar Hıristiyan Arnavutlardan da aynı saygıyı görmek istemektedirler. Müslümanlar Arnavutçuluk peşinde değildir. Kendi kanından olanlara düşmanlık yapmayacakları gibi kendi inancından olanlara da düşmanlık yapmazlar. Yine Müslüman Arnavutlar kendi inancından olmayanlardan bir saldırı gelmedikçe hiçbir halka karşı dinin sınırlarını aşacak eylemlerde de bulunmazlar. Böylesi bir saldırı karşısında ise ancak dinin emrettiği adalet ve merhamet ölçüleri çerçevesinde karşılık verirler. Bu sınırları aşarken kendini İslam’a nispet eden her kim varsa onun İslam ile ancak zayıf ve çürük bir bağı olabilir. Zira Müslüman Arnavut, Alija İzzetbegovic’in “Düşmanlarımıza tek bir borcumuz var; adalet” sözünün takipçisidir.

Müslüman Arnavutlar Arnavut bölgesinin tamamında ekseriyete sahiptirler ve bunun neticesinde bu topraklarda İslam’ın yol göstericiliği altında barış ve huzur içinde yaşamak istemektedirler. Bu istek sadece Hıristiyan Arnavutlarla birlikteliği değil, bugün için bize düşmanlık çizgisinde görülen diğer halkları da kapsamaktadır. Müslüman Arnavutlar Hıristiyan halkların İsa’nın gerçek takipçileri olmalarını, her türlü milliyetçilikten arınmalarını dilemektedirler.  Başta Sırplar olmak üzere, bölge halklarının milliyetçiliklerden arınmış gerçek İseviler ve gerçek Muhammediler olarak bu iki büyük peygamberin barış çağrısına uygun bir şekilde, hiçbir büyük gücün kuklası ve aracı olmaksızın hep birlikte yaşayabilecekleri bir bölgenin özlemini çekmektedirler. Yine Müslüman Arnavutlar yeryüzünün tamamının Allah’a ait olduğuna ve Allah’ın yeryüzünü salih kullarının idaresine vereceğine, Arnavut bölgesinin de bu vaadin dışında olmadığına inanmaktadırlar. Tüm bunların gerçekleşebilmesi için Müslüman Arnavutların varlığı kadar Müslüman bir Arnavutluk’un var olması da gerekir. Hıristiyan Arnavutların ve diğerlerinin barış ve huzur içinde müreffeh bir Arnavut bölgesini kurmak üzere Müslüman Arnavutlarla birlikte hareket etmeleri, onları baskı ile din değiştirmiş insanların torunları olarak aşağılamalarından çok daha hayırlıdır.


Müslüman Arnavutları tarih biliminin kabul etmediği safsatalarla rencide edenler yanılgıdadır. Prifti de Mucaj da yanılgıdadır. Atalarımızın ekseriyetinin İslam’da karar kıldığı günden bu yana Arnavut’u var eden din İslam’dır. Müslüman bir Arnavutluk ise bölge barışının yeniden tesisinin temel şartıdır.

17 Ocak 2015 Cumartesi

İran Meşrutiyet Hareketinde Din Adamlarının Rolü

Gürkan BİÇEN


Giriş
İran, ülkesi, toplumu, ekonomisi, kültürü ve siyaseti ile ilgili akademik çalışmaların azlığı uzun süredir dile getirilmektedir. [1]  Bu eksiklik 20.yüzyıl başlarında yaşanan Meşrutiyet Hareketi’nin incelenmesi açısından da geçerlidir. Yakın tarihlerde benzer taleplerle toplumsal hareketlere şahit olan İran ve Türkiye (Osmanlı) Devleti ile ilgili olarak, bu hareketlerin karşılıklı incelenmesi açısından çok az çalışmaya sahibiz.
İran Meşrutiyet Hareketi Şii tarihinin son 500 yıllık serüveninde din adamlarının rolünü güçlü bir şekilde hissettirdiği ve neticeleri itibariyle, kendilerinin de dersler çıkardığı bir dönemi işaret eder. Öyle ki, İran Meşrutiyet Hareketi’nin 1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılâbı’nın öncüsü olduğunu söylemek de mümkündür.[2]  Bu hareket, her ne kadar neticeleri itibariyle ulemada hayal kırıklığı yaratsa da,  İran toplumunda ulemanın sadece dini değil aynı zamanda milli bir kudret olduğunu da teyit etmiştir.
1900’lü yılların başlarında nüfusu on milyonu bulan İran’da Meşrutiyet Hareketi’ni ve bu harekette ulemanın rolünü incelemek, aynı zamanda, ister istemez İran köylüsünü, esnafını, tüccarını, aydınını, bürokrasisini, askeriyesini, Saray eşrafını ve tabii ki Şah’ı irdelemek demektir.[3] Zira tüm bunlar müspet veya menfi bir şekilde hareketin içinde yer almış ve hepsi de dinin meşrulaştırıcı etkisiyle ulema çevresinde bir konum edinmek zorunda kalmışlardır.
Bu çalışma ile İran Meşrutiyet Hareketi içinde ulemanın rolüne az da olsa bir ışık tutmayı amaçlıyoruz. Bu amaca ulaşmak için hem genel olarak İran tarihini ele alan kitap, tez ve makalelerden hem de bu döneme odaklanmış eserlerden istifade edeceğiz.
Çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde İran Meşrutiyet Hareketi’ne yol açan genel şartlar ve süreç incelenecektir. İkinci bölümde Meşrutiyet Hareketi lehine faaliyet gösteren ulema ve üçüncü bölümde ise hareketin karşısında yer alan ulemaya yer verilecektir.


I. Bölüm
İran Meşrutiyet Hareketi’ne yol açan şartlar
Din ve devlet, mezhepler ve fırkalar, kavimler arası dil ve ırka dayalı ayrılıkçı düşünceler İran’ın son birkaç asırlık tarihsel gelişmelerini belirleyen temel unsurlar olmuştur.  Emirler ve halifeler, halifeler ve alimler, fakihler ve sultanlar arasındaki çatışma İran ve İslam tarihinde sürekli siyasi-fikri ayrılıkları oluşturdu.[4]  İran’da Safeviler iktidara gelmeden evvel toplumun üçte ikisi Sünni idi. Safeviler baskı ile toplumun dini kodlarını değiştirdiler ve Şiiliği toplumun yaygın mezhebi haline getirdiler.[5] Şiiliğin yaygınlaşmasıyla birlikte ulemanın gücü de artmış, dinin hükümlerini yorumlamak ve eğitim ile ilgilenmekle vazifeli olan[6] ulema sınıfı zaman içinde siyasal iktidarın meşruiyet kaynağı haline dönüşmüştür zira Şii gelenekte on ikinci imamın gaybetinde onun işlerini tedvin ile görevli ve yetkili fakih olduğundan, fakihin meşru görmediği bir kişi için dini meşruiyet oluşmamaktadır. Şah’ın kendisi bile bir mercii taklit etmek zorundadır.[7] Safeviler döneminde Şah aynı zamanda tarikatın da başında bulunan mürşid-i kâmil olduğundan ve yine Ehli Beyt’e dayanan bir şecereyi iddia ettiğinden[8] iktidarına hem dini hem de siyasi temel bulabilmekteydi. Safevilerden sonra ise durum farklılaşmıştır.
Şiiliğin Safeviler eliyle İran’da baskın mezhep haline gelmesinin ardından, zamanla gelişen dini yapılanma, Usulî ulemanın öncüsü Ayetullah Muhammed Bakır Bihbehânî’nin oluşturduğu merci-i taklîd makamı ile yeni bir hal almış[9] ve bu da halkın ulemaya daha sıkı bağlanması ile ulemanın kendi içinde bir hiyerarşi yaratmasını ve böylelikle üst düzey ulemanın diğerleri üzerinde nüfuz sahibi olmasını sağlamıştır.[10]  Şia mezhebine mensup halkın dinî ve hukukî rehberi olan büyük dinî müçtehitler, konumları itibariyle merkezi hükümetten daha bağımsız davranabilme yetkilerini zaman zaman şahların lehine kullanmışlarsa da, bu durum hep geçici olmuştur.[11]  Bundan ayrı olarak, zekât ve humusu toplamakla yetkili kabul edilen ulemanın elindeki maddi gücün artması onu siyasi iktidardan bağımsız hale getirmiştir.[12]
Safevilerden farklı olarak, Türkçe konuşan Türk ve Tatar kabilelerinin meydana getirdiği bir kabile konfederasyonu olan Kaçar hanedanı[13]  Feth Ali Şah zamanından itibaren müçtehit Mîrzâ Ebu’l Kasım Kumî tarafından ifade edilen şahların “Allah’ın yeryüzünde gölgesi” (Zillullahu fi’l arz) olduğu şeklindeki bir unvan değişikliğine rağmen[14] dini meşruiyeti Safevi hanedanı kadar önemsememiş, imamların soyundan gelme gibi bir iddiası olmamıştır.[15]  Ancak siyasi iddia taşıyan ve Şia’nın imamet-velayet ve niyabet teorisine inanan din adamları, saltanat makamına sahip olacak kimse ya peygamber ya imam veya fakih olmalı veya en azından ulemanın izni ile iktidara gelmelidir, dedikleri için Kaçar hanedanının meşruiyeti onların ellerine kalmıştır.[16] Bu dönemde İran’da Avrupa’nın artan nüfuzu başta devlet yapısını olmak üzere ekonomiyi ve geleneksel seçkinleri zayıflattığı gibi dış politikada Batılı güçlerin baskısını ortaya çıkarmıştır.[17] Ülkenin içinde bulunduğu bu şartlar dini mercileri sadece din adına konuşan insanlar olmaktan çıkarmış ve onları birer milli temsilciye/ lidere de dönüştürmüştür.[18] Bu şartlar Rus ve İngiliz baskısı sebebiyle verilen tavizler, bozulan ekonomik durum, şah ve avenesinin israfa varan harcamaları şeklinde sayılabilir.[19]  Bir cümleyle ifade etmek istersek, Kaçarların merkez veya taşradaki devlet mekanizmaları topluca göz önüne alındığında, eksik ve yetersiz yapılanmasıyla mahalli liderlere, kabile başkanlarına, din adamlarına, büyük tüccarlara ve geniş toprak sahiplerinin desteğine muhtaç[20] ve Rus çekici ile İngiliz örsü arasına sıkışarak[21] sömürgeleştirilmenin eşiğine gelmiş bu devletin[22] İran tarihinde keyfî, baskıcı, yolsuzlukların çoğaldığı, toplumun görece fakirleştiği, ülke içi ve dışı göçlerin arttığı, askerî başarısızlıkların ve siyasal hataların çokça yapıldığı bir istibdat dönemi olarak görülmesi mümkündür.[23]
Ulemanın bir dış güce ilk karşı koyuşu İkinci Rus Savaşı’ndan sonra iki Müslüman Gürcü kadının alıkonulması üzerine Rus heyetinin (37 kişi) katledilmesi olmuştur.[24] Bu olayla ulemanın milli politikaları yönlendirme gücü açığa çıkmış ve bu etki 1979 devrimine kadar artarak sürmüştür.
1872 yılında İran’ın bütün ekonomik kaynaklarının İngiliz Baron Reuter’e verilmesi ulemanın tepkisine yol açmış ve halkla birlikte yükseltilen tepkiler neticesinde bu imtiyaz iptal edilmiştir. Bu olayda ulema milletin menfaatlerini koruyan birinci güç olarak ortaya çıkmıştır.[25]
İngiliz Major Gerald Talbot’ın tütün ekimi, alım ve satımı tekelini içeren, 50 yıllığına aldığı imtiyaz Batı’ya verilen imtiyazların en sert tepki göreni oldu.[26] “1890-91 Tütün Boykotu” olarak bilinen bu olayda ulema tam bir ittifak sergilemiş,  pazar esnafı ve halkın diğer kesimleri ulemanın öne çıkmasını hem talep etmiş hem de buna razı olmuştur. 1891 yılının Kasım ayında Kerbela’daki Şiî müçtehitlerinin lideri Mîrzâ Muhammed Hasan Şirazi’nin yayımladığı meşhur fetvada, “Bugün her ne şekilde olursa olsun tütün kullanılması İmam-ı Mehdi Muntazar’a karşı şavaş yapmakla aynı anlamı taşımaktadır.”, ifadesine yer verilmesi kısa zamanda etkisini göstermiş ve Tahran ve büyük şehirlerde tütün kullanımı hızla terk edilmeye başlamıştır.[27] Bu olayla ulemanın gücünün hükümetten çok daha büyük olduğu anlaşılmıştır. Yine Batı dünyası da ulemanın gücünü ilk kez böylesine yakından hissetmiştir.[28] Nasirüddin Şah’ın iktidarını zor durumda bırakan, millî menfaatleri savunmak için halkın monarşinin gücünü sınırlayabileceğini gösteren bu ayaklanma,[29] monarşiye karşı meşrutiyetin de ilk provası niteliğindedir.[30]
Meşrutiyet’e giden süreçte Osmanlı ve Mısır örneği, Rus devrimi, Hindistan örneği, Avrupa’daki hareketler İran üzerinde belirli oranda etki bırakmıştır ancak yine de İran kendine has bir yolu izlemiştir.[31] Öyle ki, İran’daki halk hareketlerinde liderlik faktörü açısından dini liderliğin varlığı emsalsizdir ve İranlı entelektüeller dini liderlerin desteği olmaksızın başarıya ulaşamayacaklarını fark ettiklerinde onları kendi yanlarına çekmek için gayret sarf etmişlerdir.[32] Entelektüel kesim İran’ın ne on iki imamın yönetimi ne de hanedanlık ile kurtuluşa ereceğine,  İran’ın ancak despotizm, dini dogmatizm ve emperyalizmden kurtularak salah bulacağına inanmasına rağmen dini liderliğin desteğini almak için reformların İslam’a aykırı olmadığını hatta İslam’ın emri olduğunu, İslam’ın ilkeleri arasında yer aldığını savunmuştur.[33]  Bu bağlamda, Malkom Han’ın, “Ortaya koyduğunuz görüşler, Avrupa’daki temsilcilerinden geldiğinde bunun kabul edilme şansı yoktur. Aynı görüşlerin zaten İslam’ın özünde mevcut olduğu ifade edildiğinde, uyuşması bir tarafa bizzat İslam tarafından emredildiğini söylediğinizde, Şii ulemayı da yanınızda bulacaksınız.”, dediği nakledilir.[34]  Süreçte reformların gelmesiyle ilgili olarak dini otoriteye başvurmada her geçen gün eskiye göre daha da artış gözlemlenmiştir.[35] Ulema ise ülke çıkarları söz konusu olduğunda laik aydınlarla aynı safta yer almaktan imtina etmemiştir.[36] Bünyesinde milliyetçi, halkçı, laik ve inkılâpçı unsurları barındıran İran modernleşmesinde[37] Meşrutiyet Hareketi bu yolun ve ittifakın en önemli sonucudur.[38]
Batı dışı toplumlarda modernleşme tepeden inme (çoğunlukla devlet eliyle) düzenlenen bir değişim sürecidir.[39] Çoğu zaman kurumsal yenilikler yapılırken Batılı modern kurumlar aynen alınmış var olan toplumsal yapının buna nasıl tepkiler vereceği ve sonuçları hesap edilmemiştir. [40] İran’da da, Şah reform hareketlerini danışmaları ve sadrazamları yoluyla yürütmeye çalışırken, halk sadece asker ve vergi toplama sırasında temas ettiği devlet yerine halk ile iç içe yaşamış ve halkın gözünde hükümetten önce gelen ulemaya[41] sığınmış, onlardan şahı dizginlemelerini istemiştir. Ulemanın önderliğindeki halk hareketleri Batı yanlısı ve Batı’ya büyük tavizler veren bu reform çalışmalarını durdurmayı başarmıştır.[42] Bu da Şah ve avenesinin ulema ile kimi zaman dolaylı kimi zamansa açıktan bir mücadeleye girişmesine yol açmıştır. Emir Kebir ve Sipahsalar gibi Şii ulema ile doğrudan çatışmaya girmekten kaçınarak reform çalışmalarını devam ettiren kişilerin yanında ulema ile açık bir çatışmaya girenler de olmuştur. Bu mücadelenin nihai kazananı her seferinde ulema olmuş, ulema bu süreçlerden güçlenerek çıkmasını bilmiştir.
Meşrutiyet Hareketi köşe taşı sayılabilecek bazı vakaların ardından ortaya çıkmış olsa da, her toplumsal hareket gibi onu da besleyen unsurlar mevcuttur. Bir toplumdaki geleneksel kodları bir anda değiştirmek mümkün değildir. Sosyal hareketler, toplumun bakış açısını etkileyen birçok kişi ve daha az önemde birçok olayın süreç içinde var ettiği bir durumdur. Hal böyle olunca, Şah’ın mutlak iktidarını sorgulayan kişilere değinmek ve bunların meşrutiyet fikrinin neresinde yer aldıklarını, toplumu böylesi bir düşünceye ve nihayetinde Meşrutiyet Hareketi’ne ne suretle yönelttiklerini sorgulamak icap eder. Bunun için de bu sürecin içinde öne çıkan bazı isimlere değinmek ve bunu meşrutiyeti Batılı bir değer olarak telakki edenlerden başlatmak gerekir. Bu isimlerden bazılarını Mirza Melkom Han, Melik-ül Mütekellemin, Mümtaz-üs Saltane, Hüseyin Pirniya, Abd-ül Hüseyin Teymurtaş, Abdullah Müstevfi, Alihan Emin-üd Devle, Mecd-ül Mülk-i Sineki Seyit Hasan Müderris, Hasan Müstevfi, Mirza Hüseyin Han Muşir-üd Devle, Muhammet Musaddık, Emir Nizam Gerusi, Muhammet Valihan Tonkaboni, Hacbabahan Erdebili, İbrahim Hace Nuri, Hacı Mirza Hasan Han Habir-ül Mülk, Hüseyin Semiyi, Sarem-üd Devle ve Zehir-üd Devle, Meryem Umeyd, Mecd-ül-İslam Kirmani, Nazım-ül İslam Kirmani, Muhammad Tagi Bahar, Celaleddin Mirza-y Kacar, Mirza Feth Ali Ahundzade ve Mirza Abdul Hüseyin sayılabilir.[43] Bu yazarların Fransız İhtilalı’nın getirdiği kavramları eserlerinde kullandıklarını ve Meşrutiyet’ten beş on sene evvel bunları açıklamaya çalıştıklarını görmekteyiz.[44] Batılı değerlere yönelmesi sebebiyle meşrutiyet fikrini ve Meşrutiyet dönemini modernist aydınlar Asr-ı Bidari (Uyanma Çağı) olarak da anmışlardır.[45]  Böyle de olsa, modernistler ile ulemanın Batılı kavramlara verdikleri anlamlar ile bu kavramların yorumlanış ve uygulanış şeklinin aynı olduğu da söylenemez.[46]  Dönemin nabzını tutan temel eserlerden birisi olan Tarih-i Bidari-yi İran’da Nazım’ül İslâm Kirmani sayıda belge ile birçok olayı, bu arada ulema ile modernistler arasındaki yorum farkını da açıklamaya çalışmıştır.[47]
Meşrutiyete giden yolda,  İngilizce ve Fransızcadan yaptığı tercümelerle siyasi bir birikim oluşmasına katkı sağlayan,  Arap alfabesini değiştirmeyi isteyen, hâkimiyetin halkın hakkı olduğunu ve Şah’ın halka tabi olması gerektiğini söyleyen, kanunların parlamentoda yapılmasını ve Şah’ın kanun önünde sorumlu olmasını vurgulayan, İran Şah’ına karşı çıkarken Rus çarına övgüler düzen ve hatta İslam’ın demokrasiye uymadığında, İran halkının tabii dininin ise Zerdüştlük olduğunda ısrar eden kararlı bir sekülerist ve Batı medeniyetinin sadık bir savunucusu olan Feth Ali Ahundzade’nin izini görmek mümkündür.[48] Benzer şekilde Mecd ül Mülk de İran’ın durumunun ancak Büyük Meclis’in kurulması ile düzelebileceğini savunur.[49]
Dönemin bir başka öncüsü, kimi ülkelerde konsolosluk yapan ve Osmanlı reformlarına hayranlık duyan Müsteşarrüd Devle ise, Yek Kelime isimli eserinde İran’ın tek probleminin “kanun” olduğunu ileri sürmüş, İran’ın bir kanun ülkesi olması gerektiğini savunmuştur. Fransız modeline göre çıkarılacak kanunların ayrım yapılmaksızın bütün vatandaşlara uygulanması gerektiğini savunsa da, ulemanın desteğini alabilmek için meşrutiyetin “şeriat” demek olduğunu iddia etmiştir. Yine çelişkili bir biçimde hukuk ile dini alanı birbirinden ayırmak gerekir, demiştir. Alfabe reformuna ilgi duyan Müsteşarrüd Devle,  güçler ayrılığına değinirken, bunu yasama ve icra olarak tasavvur etmiştir.  Kanun önünde eşitlik ve basın hürriyetini de savunmuştur. Demokrasiyi Batı burjuvazisinin anladığı şekliyle anlamıştır.[50]
Dönemin bir diğer şahsiyeti ise,  Ahundzade’nin etkisinde kalarak aldığı dini eğitimi saçma olarak niteleyen,  İstanbul’da kaldığı süreçte buradaki İranlılarla irtibat halinde olan Kirmani’dir. İranlılar tarafından yayımlanan Ahtar isimli gazetede yazılar yazmıştır. Bir süre sonra Ahtar, Şah’ın isteği ile Osmanlı sultanı tarafından kapatılmıştır. Kirmani, Malkom’un Mason locasını kurmasına yardım ettiği gibi Afgani’ye de yardım etmiştir. Kirmani ile Malkom’un mektuplaşması bir süre devam etmiştir. Bu mektuplar ve gazeteler bir İngiliz’in yardımıyla nakledilmiştir. Malkom’a bağlı kalan Kirmani Fars ırkçılığı ve İslam düşmanlığı yapmıştır. İran’ı ancak bir devrimin kurtaracağını söylemiştir ama bundan anladığı Mazdek dini temelinde gerçekleşecek bir devrimdir. Bunun gerçekleşmesi bir hayalden ibaret olduğundan amacına yaklaşmak için dinde reform yapılması gerektiğini ileri sürmüştür.[51]
Talibov Rus etkisinde bir kişidir. Toprak reformunu savunur. Toprak köylüye dağıtılmalıdır, der. İslam’ın gelişime ayak uydurmak zorunda olduğunu söyler. Batı tipi seküler kanunların İslam’ın özünde ve onun tamamlayıcısı olduğunu iddia eder. Seküler ve laik bir devleti tavsiye eder. Vatan, millet ve devlet kavramlarını Batılı manada kullanmaya çalışır. Hükümetin gücünün milletten geldiğini söyler. Millet de ırktan ziyade yurttaşlık esaslıdır. Altı tür hürriyet tanımlar: Şahsi hürriyet, inanç hürriyeti, ifade hürriyeti, matbuat hürriyeti, oy kullanma hakkı, seçme hürriyeti. Hâkimiyet halka ait olsa da, insanlar bunu geçici olarak Şah’a emanet etmiştir. Şah buna layık olmazsa başkasına verilir. Şah yürütmenin başıdır ama ferman yayımlayarak yasamaya müdahale etmemelidir.  Siyasi rejimleri mutlakıyet, krallık, meşruti cumhuriyet olarak ayırır. İngiliz sistemine hayrandır. Batı tipi bir siyasi sistem ister.[52]
Meşrutiyet Hareketi’nin en önemli simalarından birisi olan Mirza Malkom Han Ermeni asıllıdır. Son derece pragmatisttir. Kişisel çıkarlarını önceler. Hedefe ulaşmak için her yolu mubah görür. Saray mütercimliği, konsolosluk, elçilik ve hocalık yapmıştır. Saray ile arası açıldığında keskin bir muhalefet yürütürken Saray ile arası düzeldiğinde ılımlı olmuştur. Feramuşhane isimli bir kurum kurmuştur. Adı rüşvet skandalına karışan Malkom Han bulunduğu mevkileri şahsi menfaate dönüştürmeye çalışmıştır. Şah’tan aldığı piyango imtiyazını İngilizlere satması bunun bir örneğidir. Masonlukla çok yakın ilişkisi vardır. Fermuşhane kapatılınca Ademiyat locasını kurmuştur. Şii ulemayı hedef alsa da, bunu hep inkâr etmiş, imamlara bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Oysa Batılıların gözünde o gizli bir Hıristiyan’dır. İngiliz elçisi Londra’ya gönderdiği bir kriptoda onun bir Hıristiyan olduğunu bildirmiştir. Batılılara İran’daki faaliyetlerini sanki İslam’ın emri ve görüşü imiş gibi sunmalarını tavsiye etmiştir. Eğitimin ulemanın elinden alınması gerektiğini savunmuştur ama bir yandan da ulemayı yanına çekebilmek için mecliste yüz ulemanın görev alması gerektiğini söylemiştir. Malkom’un görüşleri çelişkili ve bölük pörçük olsa da takipçileri üzerinde büyük tesir bırakmıştır.[53]
Afgani kimliği hakkında en çok tartışılan kişilerdendir. Kimisi onu bir Şii, kimisi Sünni, kimisi ise deist olarak tanımlar. O bunların hepsinden rahatsızdır. Afgani bir miktar dini eğitim almıştır ama bir molla değildir. Mollaların etkisine hiçbir zaman ulaşamamış fakat onları da etkilemek için çaba sarf etmiştir. Bazı âlimlere yolladığı mektuplar bilinmektedir. Bir kısım konuşmalarından onun felsefe ile dini kıyasladığı ve felsefeyi dinin, filozofu da peygamberin önüne koyduğu anlaşılır. Bu sebeple İstanbul’dan kovulmuş Mısır’a gitmiştir. Burada Muhammed Abduh ile Urvetul Vuskayı çıkarmıştır ve bir süre sonra Mısır’dan da kovulmuştur. İran’a gelmiş ancak burada da tutunamamıştır. Böyle de olsa, onu Batı emperyalizmine karşı İslam mücadelesinin gerçek temsilcisi sayanlar da vardır. Afgani’nin Masonik bağları açıkça bilinmektedir. Malkom’un çıkardığı Kanun gazetesinde Şah aleyhine yazılar yazmıştır. Osmanlı ile arası düzeldiğinde Şiileri Osmanlı’yı desteklemeye çağırmış ve hatta Sultan’a bütün Müslümanların halifesi demiştir. Afgani de birçok kez pragmatist bir yol izlemiştir. İslam birliğini savunmuştur ama İslam’ı dini bir sistem olarak görmemiştir. Doğrudan meşrutiyet propagandası yapmamıştır ama Şah karşıtı kampanyalara desteği ile siyasi bilince katkıda bulunmuştur. O, meşruti bir yönetim tavsiye etmez ancak despotizmi ortadan kaldırmakla uğraşır.[54]
Tüm bu şahsiyetlerin fikri ve siyasi mücadelesi sürerken, Muhammed Taki Han isimli sadrazam Belçikalı vergi bakanı Naus’un molla kıyafetli bir fotoğrafını kışkırtmak amacıyla ulemaya gönderir.[55] Bu olay Meşrutiyet’e giden sürecin tetikleyicisi olur. Esnaf kepenk kapatır ve gerginlik Tahran’ı aşıp diğer şehirlere sirayet eder. Kirman valisi Ekim 1905’te bir müçtehidi falakaya yatırınca Meşrutiyet yanlısı ulemanın iki önemli ismi, Tabatabai ve Behbehani hükümete karşı bir kampanya başlatırlar.[56] Meşrutiyet karşıtı Şeyh Fazlullah Nuri dışında birçok alim buna destek verir. Nuri ise düzenin devamının daha önemli olduğunu söyler.
Olaylar yatışmaya yüz tutmuşken Tahrandaki bir grup esnaf şeker fiyatlarını yükseltince cezalandırılırlar ve böylece meşrutiyetin halk arasındaki kıvılcımı da çakılmış olur.[57]  Halk ulemanın önderliğini istese ve ulema buna rıza gösterse de, ulemanın kendi içinde bir bütünlük sağladığını da söyleyemeyiz. Nuri meşrutiyet karşıtıyken, Tabatabai ve Behbehani çevresinde yer alanlar reform istiyordu. Tabatabai hedefi adalet evinin kurulması olarak belirledi.[58] Diğer âlimlerin amacı ise Naus’un görevden uzaklaştırılmasıydı. Başlatılan oturma eylemine Saray içindeki muhalefet de destek verdi. Süreçte saray ile ulema arasında bir anlaşmaya gidildi. Ulema adalethane talebinde ısrarcı olmadı.
1906 Temmuzunda İngiliz elçiliğine sığınan 14 bin kişi meşrutiyete giden yolda önemli ikinci adımdı.[59] Bu olayda ulema halkı sakinleştirmek istese de, sonunda Nuri dahil olmak üzere hemen hepsi halka katılmak zorunda kaldılar.[60] Bu eylem sırasında Milli bir meclisin kurulması fikri şekillenmeye başladı. Böylece adalethane fikri yerini milli meclis talebine bıraktı.[61] Ulema, emirler, toprak sahipleri ve tüccarlardan oluşacak bu Meclis İslami olmalıydı. Şah ara bir formül üretmek istese de kabul görmedi. Sonunda Meclis-i Şurayı Milli isminde bir meclis kurulmasında anlaşıldı.[62]
7 Ekim 1906 da açılan meclise resmi üye olmamalarına rağmen Tabatabai ve Behbehani de katılmıştır. Gözlemcilere göre vekillerin çoğu cahildi. Şah tarafından atanan bakanları Meclis ciddiye almayınca bakanlar Şah ile Meclis arasında kalır.[63]
Meclis tarafından yürütülen anayasa çalışmalarında Belçika anayasası model alınmıştır. Yasama ile ilgili faaliyetlerin tümü Meclis’e verilmiş, bütçe ve mali konularda Meclis onayı şart koşulmuştur. Bakanların Meclis’e gelişi izne tabi tutulmuş ve bakanlara Meclis’in istediği konulara cevap verme zorunluluğu getirilmiştir. Meclis’e bakanları görevden uzaklaştırma yetkisi verilmiştir. Yarısını halkın yarısını ise hükümetin seçeceği bir Senato oluşturulması kabul edilmiştir. Şah bu Anayasa’yı 1 Ocak 1907 de onaylamıştır. [64]
Anayasa’nın asıl taslağından ziyade ulemayı endişelendiren ilave metindi. Kanun önünde eşitlik, zorunlu eğitim, basın özgürlüğü tartışmaya yol açan hususlardı. Fazlullah Nuri Meclis’ten çıkan kanunların ulema heyeti tarafından denetlenmesi gerektiğini söyledi ve böyle bir teklif getirdi.[65] Yani kanun tasarısı İslam’a aykırı bulunursa yürürlüğe girmeden geri çekilecekti. Bu teklifte yapılan değişikliklerden sonra beş kişiden az olmamak üzere meclisin her oturumunda bulunacak bir heyet öngörüldü. Ama bu heyetin seçim hususu karışıktı.[66]
Nihayetinde,  Anayasa ve ilave metinde hâkimiyetin millet tarafından Şah’a emanet edildiği ve yönetim şeklinin meşruti krallık olup Şah ve soyuna ait olduğu kabul edilmiştir. Şah’ın görevi ülkeyi savunmak ve yönetmek ve yine Caferi mezhebini yükseltmektir. Şah sorumluluğu bakanlarla paylaşır ve bakanlar Meclis’e karşı sorumludur.[67]
İran Meclis’i meşrutiyet kurumlarını el yordamıyla yerleştirmeye çalışırken dışarıdaki gelişmeler farklı bir mecraya kaymış, İngiltere ve Rusya 1907 sonbaharında İran’ın taksimi konusunda anlaşmış, kuzey Ruslara güney ise İngiltere’ye bırakılmıştır.[68] Bu taksim planının akabinde başlayan tartışmalar Meclis’in Şah tarafından dağıtılmasına kadar varsa da, Şah daha ileri gitmemiş, Şah’ın Meclis’i desteklemesine karşılık Meclis üyelerinin Şah’a bağlılık yemini etmeleri ile tartışmaya son verilmiştir. Şah’ın Meclis’e olan boykotunu Fazlullah Nuriye danışmadan sona erdirdiği bu olay Şah’ın gerektiğinde ulemayı nasıl kullandığına dair bir delil teşkil etmiştir.[69]
Şah ile Meclis arasında böylesi bir uzlaşı olmasına rağmen 23 Haziran 1908’te Şah, Tahran ve Huy Cuma imamlarını da yanına alarak Meclis’i topa tutup İslam’ı korumak amacıyla kapattığını ilan etti.[70] Şah’ın Ruslarla birlikte hareket etmeye başlaması Necef’teki Şii ulemayı Osmanlı’nın İslam Birliği çağrısına müspet cevap vermeye sevk etti. Öyle ki, Necef uleması Osmanlı sultanına başvurup Müslümanların halifesi sıfatıyla Şah’ın zulümlerine müdahale etmesini istediler.[71]
Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi için başlatılan harekete asıl destek Tebriz’den geldi. Şehre meşrutiyet yanlıları hakim oldu ve Şah bunu bastıramadı. Bir süre sonra merkezi hükümet Tahran dışında kontrolü kaybetti.[72] Ekonomik durum kötüyken Necefli ulema devlete vergi ödenmesini yasaklayan bir fetva yayımladı.[73] 1909 Temmuzunda Bahtiyariler ve Sipahdarın güçleri Tahran’a girdiler. Şah Rus elçiliğine sığındı. Kurulan Genel Konsül Şah’ı azledip oğlunu tahta geçirdi. Meşrutiyet karşıtları yargılandı ve Fazlullah Nuri idam edildi.[74]
İkinci Meclis açılmasıyla Batı yanlıları ile eski düzenin temsilcileri karşı karşıya geldiler. Tabatabai meclisin modernistlerin eline geçtiğini görünce siyasetten çekildi. Behbehani ise uğradığı bir suikast neticesi hayatını kaybetti. Bu ölümle birlikte Şii ulemanın devrimdeki rolü sona erdi.[75]
II.Bölüm
Meşrutiyet lehine faaliyet gösteren ulema grubu
Meşrutiyetçiler tarafından 26 Temmuz 1909’da kurulan mahkemede yargılanıp ölüme mahkum edilen meşrutiyet karşıtı Şeyh Fazlullah Nuri’nin muhakeme sırasında, “Ne ben reaksiyonerim ne de Tabatabai ve Behbehani meşrutiyetçiler. Bu sadece benim onlara, onların da bana üstünlük sağlama meselesidir. Burada belirleyici olan reaksiyonerlik veya meşrutiyetin prensipleri değildir.”, dediği rivayet edilse de,[76] süreçte ulemanın bir grubunun modernistlerle birlikte meşrutiyetten yana tavır aldığı ve bir diğer grubunda –kimi zaman saf değiştirseler de- meşrutiyet karşıtı ve Şah yanlısı faaliyetlerde bulunduğu söylenebilir. Tartışmanın/ ihtilafın temelinde  “hükümet-i meşrute” kelimesinin anlamında ittifak edilmemesi yatıyordu.  Bunlardan bazısı, meşrutiyetin içeriğindeki anlam örgüsüne dayanarak halkın millî ve dinî kimliğini hesaba katmadan böyle bir hükümet kurmanın meşru olduğu düşüncesini taşıyordu. Diğer bir grup ise bu görüşe karşı çıkarak tamamen dinî kurallara bağlı bir şerî hükümet kurmanın temel hedef olduğu görüşündeydi.[77] Ulemanın halk üzerindeki etkisi sebebiyle bu tartışma halka da yansımış ve halk “meşrutiyete destek verenler” ve “bu rejimi din dışı kabul edenler” olarak ikiye ayrılmıştı.[78] Bu ayrım sosyal tabakalar arasında da kabaca geçerliydi. Tüccar ve zanaatkârlar meşrutiyet yanlısı ulemanın yanındayken, saray ve büyük toprak sahipleri meşrutiyet karşıtı ulemanın safındaydı.[79]

Meşrutiyet yanlısı ulemanın İran içindeki iki sembol ve lider ismi Tabâtabâî ve Behbehani’dir.[80] Ancak bu alanda teorik zemini hazırlayanın Naini olduğunu söyleyebiliriz.
Meşrutiyet sürecindeki varlığı siyasi değişimi seküler entelektüellerin inhisarında olmaktan kurtaran,[81] 16 Mart 1838 - Kerbela doğumlu Seyyid Muhammed Tabatabai ilk dinî eğitimini babası, Hâdî-i Necmâbâdî ve Mirzâ Ebü’l-Hasan Cilve’den aldı. Daha sonra dönemin Atebât ulemasının meşhurlarından Mîrzâ Hasan Şîrâzî’nin ders halkasına katıldı. 1311/1893’de bir âlim ve müctehit olarak Tahran’a döndü. 1903’te Sadrazam Aynüddevle’nin kendisine karşı cephe alması ve rakibi olan Meşrûtiyet karşıtı Fazlullah Nûri’nin nüfuzunu artırmaya başlaması üzerine hükümet muhalifleri arasına katılan Şiî âlim Abdullah b. İsmail Bihbehânî ile anlaştı. Bundan sonra meşrutiyet hareketi içerisindeki olayların öncüsü olarak çalıştı.[82] Tabatabi dini eğitim almış ama modernistlerin görüşlerini de öğrenmişti. Kimi zaman ulemadan ziyade modernistlere yakın durmuştur. Babası yoluyla mason teşkilatına da aşinadır.[83] Tabatabai eğitim yoluyla insanların aydınlanması ve haklarını bilmesi ve böylelikle istibdada karşı çıkması gerektiği fikrindedir. Bunun için müesseselere ihtiyaç olduğunu söyler. Adalethaneye önem verir ama bunun neticeleri hakkında çok detaylı bir fikri yoktur. Meşrutiyetin Batı’daki anlamıyla halk iradesinin tam olarak yansıdığı sistem olduğunu bilmesine rağmen İran’ın buna hazır olmadığını düşünür.[84] Gerçek yöneticinin on ikinci imam olduğunu ama Şah’ın da görevini yerine getirdiği sürece itaat edilmesi gereken birisi olduğunu söyler.[85] İran ülkesi onun için Şia’nın onurunun korunduğu topraktır.[86] Eşitlik meselesinde modernistlerin yanında yer alan tek alimdir. Tabatabai’nin görüşleri muhalifi Nuri kadar net ve açık değildir. Bunun sebebi geleneksel çizgiyi de gözetmeye çalışmış olmasıdır. Bir başka ifadeyle, iki taraftan da bir şeyler getirmeye gayret etmesidir.[87] Muhammed Ali Şah tarafından 23 Haziran 1908’de meclis binası top ateşine tutulup meşrutiyet ilga edilince Tabâtabâî işkenceye maruz kaldı ve Meşhed’e sürgüne gönderildi. Muhammed Ali Şah’ın muhalifler tarafından Temmuz 1909’da tahttan indirilmesi üzerine Tahran’a döndü. Tabâtabâî de verdiği mücadelede yeterince yorulmuş olduğundan kenara çekildi. 1915’de Kum’a göçtü ve oradan Irak’ta Kâzımeyn’e gitti. Sonra Kirmanşah’ta ikamet etti. Oğlu Muhammed Sâdık görevle İstanbul’a tayin edilince (Haziran 1916) yaşlı ve hasta olan babasını da yanında götürdü. 1918 sonbaharında tekrar döndüğü Tahran’da 10 Şubat 1921 tarihinde vefat etti.[88]
1840’da Necef’te doğan ve dinî ilimleri, Mîrzâ Hasan-ı Şîrâzî başta olmak üzere devrin ileri gelen âlimlerinden okuyan Abdullah b. İsmâîl b. Nasrillâh babasının 1878’de ölümü üzerine onun makamına ve halk üzerindeki nüfuzuna vâris oldu. 1891’de meydana gelen ve Mîrzâ Hasan-ı Şîrâzî’nin bir fetvasına dayanan meşhur tütün boykotuna katılmayı ret etti. Bunu Osmanlı elçiliğinde bir toplantıda açıkça sigara içerek gösterdi. Meşrutiyetçilerin yanında ve hükümete karşı muhalifler safında yer alması ise ancak 1903’te yeni sadrazam Aynüddevle’nin kendisine cephe alması ve rakibi Şiî âlim Şeyh Fazlullah Nûri’nin nüfuzunu artırmaya çalışması üzerine gerçekleşti. Bundan sonra meşrutiyet süreci içindeki hareketlerde ortak davranmak üzere Seyyid Muhammed Tabâtabâî ile anlaştı. Behbehânî ile Tabâtabâî Şiî literatüründe âyeteyn veya hücceteyn diye anılırlar.[89] Seyyid Abudllah Behbehani bu süreçte Tabatabai’den sonraki en önemli isimdir. Olayların akışına bakılırsa Behbehani’nin siyasi gücü Tabatabai’den fazladır. Böyle de olsa Meşrutiyet Hareketi’nin motor gücünü bu ikisinin birliği oluşturur zira bu ikisinin verdiği destek hareketin meşruiyeti için hayati önemdedir. Tabatabai’den farklı olarak Behbehani Batılı kavramların yabancısıdır. Onun pozisyonu daha çok kişisel sebeplere dayandırılır.[90]  Yine de, resmi üye olmasalar da Tabatabai ve Behbehani’nin 7 Ekim 1906’da açılan Meclis’e devam etmeleri ve buradaki tartışmalara katılmaları Meclis’in meşruiyetini perçinlemiştir.[91] Behbehani ve Tabatabai Meclis’teki toplantıları birlikte takip etseler de, bazı konularda aynı tepkiyi vermemişlerdir. Eşitlik ve adalet gibi maddelerin görüşüldüğü oturumlarda Behbehani meşrutiyet karşıtı ulema ile aynı tavrı göstermiştir.[92] 23 Haziran 1908’de meclis Şah tarafından kapatılınca Behbehânî tutuklanıp sekiz ay Bezehrûd köyünde kaldıktan sonra Necef’e sürüldü. Muhammed Ali Şah Temmuz 1909’da tahttan indirilince yeniden açılan mecliste Behbehânî tekrar faaliyet göstermeye başladı. Bu dönemde ulemaya ihtiyaç kalmadığını düşünen, temsilciliğini Sipahdar’ın yaptığı[93] aşırı laik kanadının düşmanlığını üzerine çeken Behbehânî 16 Temmuz 1910’da evinde öldürüldü.[94] Behbehani meşrutiyet yanlısı ulema içinde en fazla acı çeken ve bedelini hayatıyla ödeyen kişidir.[95]
Olaylar üzerinden aktarılan tarihi seyir içinde meşrutiyet yanlısı ulemanın sembol isimlerinden birisi de Şeyhu’l-İslâm Mîrzâ Abdurrahim Naînî’nin 1856 yılında İran’ın Nain şehrinde doğan oğlu Muhammed Hüseyin Naini’dir. 17 yaşında İsfahan’a giderek eğitimini İsfahan İslâmi ilimler merkezinde süren Naini buradan Necef’e ardından da Samerra’ya geçerek oraya yerleşti. Naînî 9 yılı boyunca Ayetullah Mîrzâ Şirazi’nin önde gelen öğrencilerinden biri oldu. Mîrzâ Şirazi’nin vefatından kısa bir süre önce Samerra’dan Kerbela şehrine hicret etti. Sonunda 1895 yılında Necef kentine giderek orada daimi ikamet etti. Burada yazdığı meşhur eseri Tenbihu’l-ummet ve tenzih’ul milleh eseri yayınlanışının ilk döneminden itibaren büyük rağbet gördü.[96]
            Meşrutiyet yanlısı blok içinde yer alsa da, Naini’nin tavrını dini motifler ve argümanlar belirlemiştir. O meşrutiyet karşıtı ulemaya muhalefet ederken dini bir vazife ifa ettiği inancındadır. Naini meşrutiyete bu yönetim biçiminin ideal olduğu inancı ile değil, ideal yönetim olan İmam Mehdi’nin (as) idaresi kurulana kadar en makulünün bu olduğu kanaatiyle destek olmuştur. O, bu sistemin din tarafından kontrol edildiği müddetçe makbul olduğu düşüncesindedir.[97]
            Naini siyasi alandaki faaliyeti ile değil teoriye yaptığı katkı ile önem kazanır. İnsan hakları, kanun yapma, meşruiyet, eşitlik gibi meselelere bakışları bu grupları birbirinden ayırmışsa da, her iki kamp arasında gerçekleşen tartışmalar Şii düşüncesinin yeni bir döneme girmesine yol açmıştır. Naini’nin meşhur eserini yazdığı dönemde meşrutiyet karşıtı ulema Necef’e onlarca mektup ve bildiri göndermiş, meşrutiyetin İslam karşıtı bir sistem olduğunu anlatmıştı. Naini onlarla aynı kaynakları kullanarak meşrutiyeti tercih edilebilir bir sistem olarak dile getirmiştir.[98] Onu benzerlerinden ayıran temel nokta fıkıh usulünü bu konuda en iyi kullanan kişi olmasıdır.[99] Yine eserinde yer alan ıstılahtan Arap siyasi literatürüne aşina olduğu da anlaşılmaktadır.[100]
            Naini’nin halkın kendisini yönetmesinden kast ettiği ilk şey yabancı hâkimiyetinden uzak yaşamaktır. Bu sağlanırken iki yönetim biçimi ortaya çıkar. Temellükiyye adını verdiği birinci yönetim istibdat iken, vilayetiyye olarak andığı ikincisi meşruti yönetimdir.[101] İstibdat rejiminde yönetimin başındaki kişi ülkeyi ve insanları kendi özel malı olarak görür. Mülkiyetin yanı sıra adalet dağıtma ve cezalandırma hakkının sadece kendisine ait olduğunu düşünür. Hatta koyduğu vergileri şahsi mülkünün kiraları gibi kabul eder.[102] Naini İslam toplumunda istibdadın Muaviye ile başladığını söyler. İlk dört halifeyi seçilmiş olmaları sebebiyle vilayetiyye içinde kabul ettiğini gösterir.[103] İstibdadın sadece siyasi değil dini de olabileceğini belirten Naini, dini liderlerin kişisel arzularına tabi olmayı da kölelik olarak niteler ve birincisinden kurtulmanın ikincisinden kurtulmaktan daha kolay olduğunu belirtir. Yine ona göre dini istibdad siyasi istibdadı din adı altında korumaya kalktığında hak ile batıl birbirine karışır.[104]
Naini meşruti yönetimi vilayetiyye sınıfında sayar ve böyle bir yönetimde yöneticilerin kanunla belirlenen sınırlar içinde halkın menfaatlerini korumakla yükümlü olduklarını, bu sınırları aşmaya hakları olmadığını, böyle bir devlette herkesin yönetici ile aynı haklara sahip olduğunu ve devlet başkanı dahil herkesin halka karşı sorumlu olduğunu söyler.[105] Bu rejimin işleyebilmesi için iki şart vardır. Bunların birincisi hiçbir şekilde İslam’la çelişmeyen bir anayasa yazmak ve ikincisi ise Milli Meclisi oluşturmaktır.[106] Ancak dikkat edilmesi gereken nokta meşrutiyet rejiminin meşruiyetidir. Meclis halkın adına iş yapıyor olsa bile, Büyük Gaybet döneminde Müslümanların işlerinden müçtehitler sorumlu olduğundan, Meclis’in kararlarına müçtehitlerin onay vermesi gerekecektir. Bir başka ifadeyle, müçtehitlerin cevaz vermediği bir Meclis kararı bir anlam ifade etmeyecektir.[107] Naini bu noktaya pratikte ulemanın ülkeyi kendisinin yönetemeyeceği kanaatinden hareketle ulaşmaktadır.[108]
Meşrutiyet Hareketi’nin modernistler tarafından çalınması ve Behbehani’nin öldürülmesi ile hayal kırıklığı yaşayan Nâînî, bundan sonra İran ve Irak yönetimlerine karşı açıkça siyasî bir faaliyet içinde bulunmadı. Hatta Rızâ Şah ve Irak kralları Faysal ve oğlu Gazî ile iyi ilişkiler kurdu. Hayatının geri kalan kısmını fıkıh ve fıkıh usulü alanında ders vererek geçirdi. Nâînî 14 Ağustos 1936 tarihinde Necef’te vefat etti.[109]

III. Bölüm
Meşrutiyet karşıtı ulema

Meşrutiyet Hareketi sürecinde lehte olduğu gibi aleyhte yer alan ulema da dini argümanları kullanıyordu. Bidat ve nifak ehli olmaktan başlayarak küfre vardırılan ithamlar artık sıradanlaşmıştı.  Batılı talep ve uygulamaları  “dinden çıkma”, “Frenk mukallitliği”, “Batılılaşma ihaneti” olarak algılayan Osmanlı ulemasına benzer bir şekilde, meşrutiyet karşıtı ulema da, bu taleplerin sözcülerini “ferengî (Frenkleşme)”, fokolî (Avrupaî giyinen İranlı; aşağılayıcı anlamda), garbzedegî (Batı hastalığı) olarak tavsif ediyordu.[110] Horasan müçtehitlerinden Seyyid Ali Sistanî’nin fetvası, bu grup din adamlarının meşrutiyete verdikleri anlamı göstermesi bakımından oldukça ilginçtir: “Meşrutiyet küfürdür, meşrutiyet isteyen kâfirdir, malı mübah kanı helaldir.” Meşhed’deki Gevherşâd Camii minberinden vaaz veren Tâlibu’l-Hak da “Kim ‘Allahım, demokratlara lanet et!’ bedduasını yüksek sesle söylerse cennet ona vacip olur” diyor, halk da yüksek sesle “Biz din-i nebi’yi istiyoruz, meşrutiyet istemiyoruz!” diye cevap veriyordu. Milli Meclis “Küfürhane” olarak isimlendiriliyordu.[111]
Başlangıçta Meşrutiyet Hareketi içinde yer alan[112] ancak süreçte bu konumunu terk ederek Meşrutiyet karşıtı hareketin sembolü haline gelen, Necef’te eğitim alan ve tütün boykotunun mimarı meşhur Mirza Hasan Şirazi’nin talebesi olan ve yine Tahran’ın en bilgili müçtehidi kabul edilen Şeyh Fazlullah Nuri,[113] bazıları tarafından kendisine atf edilen Kitâbu Tezkiretü’l-Gâfil ve İrşâdu’l-Câhil adlı eserinde meşrutiyete karşı çıkışının nedenlerini şöyle açıklamıştır:
“Onların amaçları ilahi kanunun uygulanması ve meşrutiyetin faydası da İslâm hükümlerinin korunması ise niçin eşitlik ve hürriyet esasları üzerine kurulmak istenmektedir? Bunların her ikisi de ilahi kanunun asıl rükünlerini harap edici niteliktedir. Zira İslam’ın ayakta durması bağlılık (itaat) esasına göredir, özgürlük esasına göre değil. İslam’ın hükümlerinin yerine getirilmesi muhtelif görüşlerin toplanıp yakınlaştırılmasıyla olur, eşitlik esasına göre değil. Eğer amaç İslâm’ı güçlendirmek ise İngilizlerin meşrutiyetin hamiliğini yapmalarına imkân yoktur. Eğer amaçları Kur’an’a göre iş yapmak ise halkı aldatıp küfre sığınamazlar. Küfrün İslâm’ın koruyucusu olduğunu ancak ahmaklar kabul eder.”[114]

Şeyh Fazlullah Nuri, meşrutiyeti kast ederek bu “Fitne-i Kübra”nın üç safhada meydana geldiğini söyler: 1.Söylem ve sunum (takrir ve unvan ); 2. Yazım ve ilan (tahrir ve ilan) ; 3.Eylem ve deneme (amel ve imtihan). Meşrutiyet fikri ilk safhada iyi bir yol sunduğu için âlim ve halk, herkes tarafından kabul edildi. İkinci safha anayasa yazımı ve basın özgürlüğünü içermektedir. Bu safhada özgürlük, bir kişinin dindar halka, dine ve ulemaya karşı serbestçe yazı yazmasına izin verir. Üçüncü safhada ise meşrutiyetçiler yapabildikleri her ne baskı varsa yapmaya başlarlar. Şeyh Fazlullah Nuri meşrutiyet anayasası yazılırken üç noktaya işaret etmiş ve bunların anayasada dikkate alınmasını istemiştir: a. İslâm fıkhına aykırı kanun çıkarılmaması; b. İnsanların Şerîatın emretmediği bir şeye uymaya zorlanmaması; c. Kanuna uymada kusur gösterenlerin cezalandırılması157. Pratiğe bakılınca Şeyh Fazlullah Nuri’nin uyarıları eski hanedan rejiminin ideolojik manada meşrulaştırılmasını sağlıyordu. Bu duruma göre o meşrutiyet karşıtı ve Muhammet Ali Şah’ın yanıydı. Şeyh Fazlullah Nuri'ye göre: “Toplumun ihtiyaç duyduğu kanunlar, Şah'ın iradesi veya geleneklerden kaynaklanan devlet yasaları çerçevesindedir, ya da aslında ulema tarafından ortaya konulan şerîat yasalarıdır”. Bu yüzden de hiç bir kanun (Anayasa) veya meclise (medeni kanun) gerek yoktu. Şeyh Fazlullah Nuri, meşrutiyet anayasasını “rezalet” ve “kâfirce” olarak yorumluyordu. Ona göre: “Kanunun meclis tarafından yapılmasına gerek olmadığı gibi, bunda ısrar etmek İslâm’a da karşı gelmektir. Çünkü şerîatta uzman olmayan kişiler meclise girip İslâm’a karşı yasalar üretmeye çalışırlar”. “İslâm’daki özgürlük, meşrutiyetinkinden farklıdır ve medya bu özgürlüğü art niyetle kullanmaktadır. İslâm’ın zararına konular işlenir. Bu nedenle meşrutiyetteki eşitlik İslâm’daki eşitlikten farklıdır, hatta bazen ona ters düşmektedir”. İktidar konusunda sultanın kılıcı ve ulemanın kalemi tezine inanıyordu, yani şah ulema tarafından ortaya konulan hükümleri uygulamaya koyarak adaleti yerine getirmektedir. Sonuç itibariyle Şeyh Fazlullah Nuri’nin inkılâp karşıtlığı Muhammed Ali Şah’ın kurum karşıtlığı çizgisiyle örtüşmekteydi.[115]
Şeyh Fazlullah Nuri’nin şahsında Meşrutî yönetime, egemenliğin kime ait olduğu noktasında karşı çıkan birçok din adamı anayasanın tesisinde yer alarak Şiî İslâm’a muhalif kanunların oluşumunu engellemişlerdir.[116] Bunlar ve kendilerine destek veren Meşrutiyet yanlısı ulema Meclis’ten çıkacak yasaları denetleyecek beş kişilik ulema heyeti şartını kabul ettirmeyi başarmışlardır.[117]
 Meşrutiyet karşıtı ulemanın içinde Nuri’den sonra en önemli sima Meşhed ulemasından Seyyid Muhammed Yezdi Tabatabai’dir. Genelde siyasetten uzak bir hayat süren Yezdi, Nuri’nin davetine olumlu cevap vermiştir. Meşrutiyetçileri Babi heretikler olarak tanımlayan Yezdi, oğlunu Nuri’ye destek vermek üzere göndermiş ve Meşrutiyetçilere bayrak açmıştır. Yezdi’nin kudretini aktaran Kevseri, onun arkasında hergün birkaç bin kişinin namaz kıldığını, Meşrutiyetçi Horasani’nin ise ancak otuz – kırk kişiye namaz kıldırdığını belirtir.[118]
Kazvin şeyhülislamı Mirza Mes’ud ve Reşit Hacı Hammami de Nuri’nin safında yer alan ulemadandır. Bu ve benzeri alimler Meşrutiyetçilerin yoğun baskılarına maruz kalmışlar ve kimileri uğradıkları suikastlar sonucu hayatını kaybetmiştir.[119]
            Meşrutiyet karşıtı hareketin finansmanını yeni durumdan zarar gören toplumsal tabaka ve hatta Saray karşılıyordu. Nuri ve yanındaki ulema bu kesimlerden aldıkları paralarla kendi bağlılarının ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Bu da, kitlenin dağılmasının önüne geçiyordu.[120] Ne var ki, süreçte Nuri’den de evvel Meşrutiyetçilere bayrak açan Seyyid Ali Yezdi gibi kimi alimler ve hatta Nuri’nin kendi oğlu Meşrutiyetçilerin safına katılarak Nuri’yi yalnız bıraktılar.[121] Tahran Cuma imamı örneğinde görüleceği üzere, mevcut şartlara göre sürekli saf değiştirenler de vardı.[122] Vaziyet öyle bir hal almıştı ki, Şah dahi Nuri’den muhalefetini azaltması talebinde bulundu.[123] Nuri inancı ve muhalefetindeki bu samimiyetini yargılanıp idam edilirken bildiği doğrulardan vazgeçmemesiyle ispatlamış oldu.[124]

Görüldüğü üzere, İran Meşrutiyet Hareketi’nde yer alan toplumsal sınıflar arasında en etkilisi ulema olmuştur. Ulema doğrudan kendisine ait olmayan kavramlar üzerinden geliştirilen bir siyasi tutumu dahi kabul edilebilir hale getirme gücünü bu süreçte ortaya koymuştur. Ulemanın bu rolü 1979’da çok daha güçlü ve karşı konulamaz bir şekilde yeniden cereyan etmiş ve bu sefer ulema bu gücü paylaşmaya yanaşmamıştır.

Sonuç
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, birçok bölgedeki toplumsal hareketlerin cereyanı sırasında vuku bulan İran Meşrutiyet Hareketi hem Şii siyasi düşüncesine katkıları hem de daha sonra bölgeyi etkileyen daha büyük olaylar için bir rahim olma özelliğiyle üzerinde çok daha fazla araştırma yapılmasını hak etmektedir. Hassaten Şii ulemanın iktidarın kaynağına ve kullanım hakkına dair geliştirdiği teoriler temelinde yapılacak incelemeler bugünü anlamamıza katkı sağlayacaktır.
“Aynı yüzyıl içinde hem meşruti bir meclisi hem şahlık rejimini ve hem de cumhuriyeti tecrübe eden İran örnekliği ‘Tarihin Sonu’na gelindiğinin iddia edildiği bir çağda geliştirmeye çalıştığı modelle yeni bir açılım sağlayabilir mi?”, sorusuna cevap ararken İran’ın Meşrutiyet Hareketi sürecini es geçmek hedefi şaşırmak anlamına gelecektir.



KAYNAKÇA
AHAVİ Şahruh, İran’da Din ve Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
BEŞİRİYE Hüseyin, İran’da Devlet, Toplum ve Siyaset,  Ağaç Yayınları, İstanbul, 2009
ÇELENK Mehmet, 16. ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri,  Emin Yayınları, Bursa, 2013
KARADENİZ Yılmaz, Kaçarlar Döneminde İran 1795-1925, Selenge Yayınları, İstanbul, 2013
KHANGAHİ Fatemeh Dehghan, İran’da Meşrutiyet Öncesi Aydınlar ve Düşünce Akımları, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2011
KURTULUŞ Rıza, 1906-1911 İran Meşrutiyet Hareketinde Osmanlı Etkisi, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2010

METİN Celal, Türk Modernleşmesi ve İran, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 2006
SADRİ Manizheh,  İran Yenileşme Hareketlerinde Osmanlı Etki ve Katkısı, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2012

UYAR Mazlum, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004







[1] Mehmet Çelenk, 16. ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri,  Emin Yayınları, Bursa, 2013
[2] Mazlum Uyar, İran’da Modernleşme ve Din Adamları, Emre Yayınları, İstanbul, 2008, s:35
[3] Rıza Kurtuluş, 1906-1911 İran Meşrutiyet Hareketinde Osmanlı Etkisi, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
  Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2010, s:28
[4] Hüseyin Beşiriye, İran’da Devlet, Toplum ve Siyaset,  Ağaç Yayınları, İstanbul, 2009, s:12
[5] Uyar, s:15
[6] Manizheh Sadri,  İran Yenileşme Hareketlerinde Osmanlı Etki ve Katkısı, Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Ankara
  Üniversitesi, 2012
[7] Uyar, s:21
[8] Uyar, s:14
[9] Kurtuluş, s:73
[10] Uyar, s:23
[11] Kurtuluş, s:26
[12] Uyar, s:24
[13] Kurtuluş, s:17
[14] Kurtuluş, s:24
[15] Uyar, s:21
[16] Beşiriye, s.17,
[17] Kurtuluş, s:17
[18] Uyar, s:25
[19] Uyar, ss:26-28
[20] Kurtuluş, s:23
[21] Kurtuluş, s:35
[22] Kurtuluş, s:29
[23] Kurtuluş, s:19
[24] Uyar, s:26
[25] Uyar, s:49
[26] Kurtuluş, s:38
[27] Kurtuluş, s:45
[28] Uyar, s:55
[29] Kurtuluş, s:47
[30] Kurtuluş, s:3
[31] Uyar, ss:63-69
[32] Uyar, s:39
[33] Uyar, s:74
[34] Uyar, s:108
[35] Kurtuluş, s:25
[36] Celal Metin, Türk Modernleşmesi ve İran,  Kabul Edilmiş Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara,
    2006, s:247
[37] Metin, s:29
[38] Uyar, s:74
[39] Metin, s:43
[40] Metin, s:26
[41] Yılmaz Karadeniz, Kaçarlar Döneminde İran 1795-1925, , Selenge Yayınları, İstanbul, 2013, s:167
[42] Kurtuluş, s:1
[43] Fatemeh Dehghan Khangahi, İran’da Meşrutiyet Öncesi Aydınlar ve Düşünce Akımları, Yayımlanmamış
   Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2011, s:37
[44] Kurtuluş, s:56
[45] Kurtuluş, s:4
[46] Kurtuluş, s:59
[47] Metin, s:10
[48] Uyar, ss:78-81
[49] Uyar, s:83
[50] Uyar, ss:84-89
[51] Uyar, ss:89-95
[52] Uyar, ss:96-102
[53] Uyar, ss:103-117
[54] Uyar, ss:117-135
[55] Uyar, s:140
[56] Uyar, s:141
[57] Uyar, s:142
[58] Uyar, s:143
[59] Uyar, s:149
[60] Uyar, s:150
[61] Uyar, s:152
[62] Uyar, s:154
[63] Uyar, s:156
[64] Uyar, ss:157-158
[65] Uyar, s:160
[66] Uyar, s:161
[67] Uyar, ss:171-172
[68] Uyar, s:173
[69] Uyar, s:175
[70] Uyar, s:179
[71] Uyar, ss:181-182
[72] Uyar,s:184
[73] Uyar, s:185
[74] Uyar, s:186
[75] Uyar, s:189
[76] Uyar, ss:186-187
[77] Kurtuluş, s:75
   Halis Çetin Meşruiyeti, “Meşruiyet, kavram olarak eylemlerin, ilişkilerin ve iddiaların toplumsal kabul
   görecek hukuki, rasyonel, zorunlu, ahlaki, makul, doğal gerekçelere dayandırılmasıdır. Bu, insanların temel bir
   yasaya göre düşünmeleri, hareket etmeleri ve yargılanmaları anlamına gelir. Meşruiyet, siyasal iktidarın nüfuz
   alanı olarak kabul edilir. Aynı zamanda, bir fiilin hangi ilkeye göre tasdik edileceğinin referans kaynağını
   gösterir. Bu yüzden meşruiyet, siyasal olarak eylemlerin ve inançların kabul edilebilir ölçütlerinin
   belirlenmesidir.”, şeklinde ifade eder. Bkz: Halis Çetin, “Siyasetin EvrenselSorunu İktidarın Meşruiyeti
   Meşruiyetin İktidarı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi (2003), 58/3, s. 66-67.
[78] Kurtuluş, s:77
[79] Kurtuluş, ss:78-79
[80] Kurtuluş, s:79
[81] Uyar, s:233
[82] Kurtuluş, s:79
[83] Uyar, s:234
[84] Uyar, s:235
[85] Uyar, s:240
[86] Uyar, s:242
[87] Uyar, s:242
[88] Kurtuluş, s:80
[89] Kurtuluş, s:79
[90] Uyar, s:252
[91] Uyar, s:254
[92] Uyar, ss:254-255
[93] Uyar, s:256
[94] Kurtuluş, s:79
[95] Uyar, s:256
[96] Kurtuluş, s:75
[97] Uyar, s:244
[98] Uyar, s:265
[99] Uyar, s:266
[100] Uyar, s:268
[101] Uyar, s:271
[102] Uyar, s:272
[103] Uyar, s:275
[104] Uyar, s:278
[105] Uyar, s:281
[106] Uyar, s:285
[107] Uyar, s:286
[108] Uyar, s:294
[109] Kurtuluş, s:75
[110] Metin, s:59
[111] Kurtuluş, ss:77-78
[112] Uyar, s:195
[113] Uyar, s:197
[114] Kurtuluş, ss: 80-81
[115] Kurtuluş, ss:81-82
[116] Metin, s:80
[117] Şahruh Ahavi, İran’da Din ve Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990, ss. 65-66
[118] Uyar, s:203
[119] Uyar, s:209
[120] Uyar, s:204
[121] Uyar, s:209
[122] Uyar, s:210
[123] Uyar, s:207
[124] Uyar, s:209