Translate

26 Haziran 2011 Pazar

Tarık Ramazan Çamerya’yı bilir mi?

Gürkan BİÇEN


“Olağan Şüpheliler” isimli filmde Verbal rolü ile karşımıza çıkan Kevin Spacey itaat etmesi, konuşması ve arkadaşını öldürene niçin ateş etmediğini söylemesi için kendisini zorlayan gümrük müfettişine, “Şeytanı nasıl arkadan vurabilirsin?” der ve sakat elini göstererek devam eder, “Ya isabet etmezse?”. Kıtaları işgal eden şeytani düşünceyi arkadan vurmaya çalışmak şüphesiz bundan çok daha büyük bir iddiadır. İhvanı Muslimin’in kurucusu Şehid Hasan Elbenna’nın torunu Tarık Ramazan’ın yapmaya çalıştığı şey, “Avrupalı İslam”ı var etme çabası, şeytanın arkasından atılan bir kurşuna benzemesi bakımından Verbal’ın sözünü hak eder mahiyettedir. Ramazan, Avrupa değerlerinin kullanımı konusunda kişiye bağlı tercihlerin nasıl belirdiğini İran’ın Batı Dünyası’na yönelik yayınlarıyla bilinen Press TV isimli televizyon kanalında bir program yapmayı kabul etmesiyle birlikte görmüş oldu. Avrupa, Ramazan’ın Erasmus Üniversitesinde devam eden derslerine son verdi ve Tarık Ramazan İran rejimine yakın bir isim olmamasına rağmen onu baskıcı bir rejimin yanlısı olmakla itham etti. Kurşunu isabet etmeyen Ramazan kendini bağışlatmak için olsa gerek Batı’yı memnun edecek bir açıklama yapma ihtiyacı duydu: Ermeni Soykırımı’nı tanıyorum…
4 Ocak 2010 tarihinde Panarmenian sitesinde yer alan röportajında Tarık Ramazan “Ermeni soykırımını bildiğini ve tanıdığını, bunun bizim şüphelerimizle gölgelenemeyecek bir hakikat oduğunu” ilan ediyordu. Ramazan’ın bu husustaki açıklamasını hangi verilere dayandırdığı ve böyle bir açıklamayı yapma ihtiyacını niçin duyduğu hususu kendisinin kurduğu European Muslim Network içinde tartışmalara sebep oldu ve bazı entelektüeller kendisini şiddetle kınayarak gruptan ayrıldılar. Ayrılanlara göre Ramazan kendi isminin Batı nezdinde temizlenmesi için her açıdan sorgulanması gereken bir meseleyi kullanmıştı.
Tarık Ramazan’ın sağlam delillere dayandığı müddetçe Müslüman bir coğrafyanın tarihini ilgilendiren bir meselede söz söyleme hakkına sahip olduğunu kabul etmekle beraber onun kendi tezine daha yakın bir alanı Avrupa’yı ilgilendiren meselelere yoğunlaşmasının Müslümanlar açısından çok daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Örneğin, Ermeni meselesi ile yakın tarihte yaşanan Balkan Müslümanlarının soykırıma ve tehcire tabi tutulması konusunu Avrupa gündemine getirmesini ve çok kültürlü bir Avrupa’nın sadece Yahudilere yönelik ayrımcılık günahından değil, Müslümanlara yönelik tarihi katliamların pisliğinden de arınmak zorunda olduğunu anlatmasını, böylelikle savunmuş olduğu hoşgörüye, çok kültürlülüğe dayalı Avrupa Medeniyeti’nin Müslüman Dünya ile olan ilişkisini düzeltmesinde bir fırsat yaratmasını beklemek Müslümanların da hakkı olmalıdır. Ne var ki Ramazan bu bakış açısından çok uzakta, Müslümanları eleştirmekle meşgul haldedir.
Mayıs 2011’de Arnavutluk’u ziyaret eden ve kendilerini Ermeni katili ilan eden birisini davet ettiklerinin farkında bile olmayan Türkiye destekli kuruluşların davetlisi olan Tarık Ramazan, salonu dolduran Arnavutları “Türk yahut Arap olmadıkları, Avrupalı Müslümanlar oldukları” hususunda ikna etmeye çalışırken kendisini dinleyenler arasında Avrupalı Yunanlılar tarafından aileleri katledilmiş, topraklarından sürülmüş insanların da bulunduğunu biliyor muydu acaba? Bunun ötesinde tıpkı Srebrenica katliamının sorumlularından Ratko Mladic’in bu katliamla “Türklerden intikam alındığı”nı ilan etmesi gibi, Yunanlıların da kendileriyle aynı derecede Avrupalı olması gereken Arnavutları “Türklerden intikam alma” duygusuyla ve azmiyle katlettiklerini biliyor muydu? Avrupa’nın duymak istemediği bu katliamın izlerini 1913 yılında sürebiliriz. İngiltere’nin Manastır temsilcisi C.A. Greig 11 Aralık 1913’te Londra’ya geçtiği bir telgrafta Yunan ordusunun Arnavutlara yönelik katliamlarını anlatıyor ve “Bir Arnavut genç Korça’nın iki saat kadar kuzeyindeki Plassa köyündeki bir minareden tüm cephanesi bitene kadar kahramanca savaştı. Yakalandıktan sonra tutuklamak yerine onun bedenini parçalıyor ve köpeklere atıyorlardı. Sonra tüm Plassa köyü yakılıp yıkıldı. Bu, Hıristiyan milletinin 20.yüzyılda ne yapabileceğini gösteriyordu. Aynı gece Korça’nın küçük bir köyü olan Dishnica’nın Müslüman kadınları yanlarına çocuklarını ve yaşlı insanları alarak evlerinden çıkıp yalınayak, panik içinde bizim şehrimize kaçtılar. Onlar, onların komşuları olan ve Yunanlılar tarafından ele geçirilip anlatılmaz zulümler yapılan yakın köylerle aynı kadere gittiklerini biliyorlardı. Onların evleri yağmalanıyor, birçoğu yakılıyor ve kalanı yıkılıyordu. Yukarıda anlattığım olaylar aşağıda asla yazamayacağım acılarla kıyaslandığında ehemmiyetsizdir. Kendisini Hıristiyan olarak isimlendiren dünya böyle bir barbarlık ve açgözlülüğün kendi kardeşlerinden sadır olmasından dolayı şaşırmak zorundadır. Biz Türklerden ne beklediysek ‘Hıristiyanlar’dan fazlasıyla bulduk.” diyordu.
Muhtemelen Tarık Ramazan bilmiyordur ve Balkan Müslümanlarının katliamının o dönemde kaldığını zannediyordur. Hakikat ise bambaşkadır. 27 Haziran 1944’te Yunanistan içindeki Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavutlara yönelik olarak başlayan saldırı Mart 1945’e kadar devam etmiş ve beş binden fazla Müslüman Arnavut katledilmiş, yüz elli bine yakını ise sürülmüştür. Böylelikle Avrupa değerlerinin sahibi sayılan Yunanistan aradan geçen otuz seneden sonra aynı vahşeti sergilemiştir. Savaş sonrasında da bu insanlar Yunanistan’a kabul edilmemiş, vatandaşlıktan çıkarılmış ve iki buçuk milyar dolar değerindeki mal varlıklarına el konulmuştur. Bugün Arnavutluk ile Yunanistan arasında temel bir mesele olan Çamerya bölgesi Avrupa’nın, Avrupa değerlerini savunan Müslümanların ve Avrupa ile iyi geçinmek gerektiğini düşünen kesimlerin ilgisini çekmemektedir. 65 seneden bu yana Arnavutluk’ta yaşayan ancak Çamerya ile olan bağını kesmemiş Müslüman Arnavutlar her sene Yunanistan sınırına yürümekte, tıpkı Filistinliler gibi ana vatanlarına bir gün döneceklerini ilan etmektedirler.
Gözünü Çamerya gerçeğine kapayan Tarık Ramazan, Müslüman Arnavutların Türk olmadıklarını, Avrupalı olduklarını anlatadursun, Bernard Russel’in söylediği gibi, “Türkiye’de Türk kelimesi neredeyse hiç kullanılmazken, Avrupa’da bu kelime Müslümanlıkla eşanlamlı hale gelmişti ve Müslümanlığı seçmiş bir Batılı için –ister Fas’ta ister Isfahan’da olsun- ‘Türk oldu’ ifadesinin kullanılması adettendi” Hal böyleyken Ramazan’ın yapması gereken şey Arnavutlara ne olmadıklarını anlatmak değil, Avrupalılara “Türk olan” Arnavutların arzularını iletmek olmalıdır.
Türkiyeli Müslümanlar, Orta Doğu halklarının hareketliliğinden sonra yıldızı yeniden parlatılmaya çalışılan bu düşünürün bizi götürmek istediği yeri dikkatle tahlil etmeli, kendisinin iyi niyetini sorgulamıyor olsak bile, dünyayı kuşatan bir şeytanı arkasından vurmaya çalışmanın beyhude çaba olduğunu kendisine anlatmalıdırlar. Bakışlarını şeytanın gözlerinden kaçırmayan bir “Direniş” neslinin yetişmekte olduğunu Ramazan da bilmelidir.

23 Haziran 2011 Perşembe

Fareli köyün kavalcısı

Gürkan BİÇEN

Wolfgang B. Sperlich, Noam Chomsky`in biyografisini konu alan kitabında &`;Dünya`nın iki büyük problemi, Platon`un problemiyle Orwell`in problemidir” der ve devam eder:

“Platon’un problemi, kullanabileceğimiz kanıtlar bu kadar azken, nasıl bu kadar çok şey bilebildiğimizi açıklamaktır. Orwell’in problemi ise kullanabileceğimiz kanıtlar bu kadar çokken, neden bu kadar az şey bildiğimizi ve anladığımızı açıklamaktır.”

Ortadoğu halklarının yükselen sesi bizi her iki problemle aynı anda yüzleşmek zorunda bıraktı. Tahrir Meydanı Mübarek’in gitmesini isteyen halk tarafından doldurulurken, Türkiye’nin entelektüel çevreleri, dış haberler sayfalarının kalemşorları Mısır, Mısır rejimi, Mısır halkı, Mısır muhalefeti hakkında açıklamalarda bulundular. Ortadoğu hakkında sarf edilen sözlerin güncelliğini sorgulayan Oğuz Eser, “Türkiye’de Mısır, Hüsnü Mübarek ve İslami Hareketler üzerine yayımlanmış en son kitaplar yirmi yıl öncesine ait” diyordu. Batılı medya ağının kuşattığı toplumların durmaksızın akan görselliği kanıt olarak telakki etmesi ve fakat aynı oranda hakikatin uzağına düşmesi ise meselenin diğer yanını oluşturuyor.

Ortadoğu’daki halk hareketleri Türkiyeli entelektüel çevrenin gündem oluşturabilen bir güç değil verili gündemi konuşan bir topluluktan ibaret olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Batı dünyasının eğlendirirken uyuşturan ve uyuştururken dönüştüren silahı sinemanın mermilerinden birisinin Suriyeli sığınmacılar sebebiyle Türkiye’yi ziyareti üzerine yazılanlar entelektüellerimizin emperyalist sistemin araçları ve bunların kullanımı hususunda temelsiz fikirlere ve naif bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermiştir. Birçok Müslüman yazara göre, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği İyi Niyet Elçisi olarak ilan edilen Hollywood yıldızının Suriyeli sığınmacılara ilgisi onun insani hassasiyetlerinin bir sonucudur ve takdirle karşılanıp yüceltilmelidir. Öyle ki, onun hassasiyetini paylaşmayanlar gün yüzüne çıkarılmalı ve kınanmalıdır.

Halkların hak ve özgürlüklerinin tanınması ve korunması için kurulduğu söylenen ancak emperyalist ülkelerin güç dengesine dayanan Birleşmiş Milletlerin adı altında yürütülen bu gösterinin hedefi açıktır: Amerika’nın görülmesini istediğini göstermek… Chomsky Karşı Devrim Şiddeti: Gerçekte ve Propagandada Kan Gölleri isimli kitabında şiddete yönelik Amerikan seçiciliğini şöyle ifade eder; “Yakın tarih üzerine yapılmış üstün körü bir araştırma bile, iş şiddet ve kan dökme konusunda kaygılanmaya gelince Washington’un son derece seçici davrandığını gösterir. Bazı kan gölleri ‘zararsız’ ve hatta olumlu ve yapıcı görülür; çok azı basında yer bulur, ‘hunharca’ diye nitelendirilir ve kınanmayı hak eder.” Hal böyle olunca, medya tekelinin işaret ettiği yer, o karede kim yer alırsa alsın, bizim hakkında kanaat edinmemiz gereken yere dönüşür. Amerika’nın Afganistan’da katlettiği siviller, egemen bir ülke olarak kabul edilen Pakistan’da insansız uçaklarla yaptığı saldırılar ve tüm bu dehşetin yerlerinden ettiği yüz binler görünmez / bilinmez / konuşulmaz hale gelir ve Baas rejiminin şiddeti sebebiyle evlerini terk edenler konuşmamız gereken tek gündeme dönüşür.

Baas rejiminin Hama’da 1982’de gerçekleştirdiği katliamın izlerini Amerikan basınında arayanlar, Müslüman Kardeşler’i tıpkı uluslararası terörizme destek verdiğini iddia ettikleri Suriye rejimi kadar tehlikeli gördüklerini, kökten dinci Müslüman Kardeşler’e yönelik şiddete tepki vermediklerini fark edeceklerdir. Anlaşılan odur ki, Amerika öncelikle Siyonist yapı çevresinde oluşan güvenlik meseleleri ile ilgilenmekte, müttefik yahut düşman rejimlerin halklarına yönelik şiddet eylemlerini bu eksende değerlendirmektedir. Siyonistlerle barış anlaşması imzalamayan Suriye Amerika’nın “terörü destekleyen ülkeler” listesinin değişmez isimleri arasında uzun süre yer almış ve rüşvet kabilinden yapılan jestlere rağmen Siyonistlerle anlaşıp Batı ittifakına dâhil olmamıştır. Batı’nın gözünde Suriye halkının kanının gerçekte bir değeri yoktur. Bu kanı bugün için değerli kılan şey mukadder sona adım adım yaklaşan Siyonist yapıya zaman kazandıracak gelişmeleri var edebilmek için Suriye’nin Direniş cephesinden koparılması gerekliliğidir.

Türkiyeli Müslümanların güncel meselelerinin çözümü için Ak Parti hükümetine istediği sürenin verilmesini savunan kalemşorların Suriye’de başlayan reform çalışmalarının neticesini görmek için Suriye rejimine süre tanımak istemeyip parlatılmış bir imaja hayran kalmaları Hollywood yıldızının buraya bir “iyi niyet elçisi” olarak değil, “fareli köyün kavalcısı” sıfatıyla geldiğini ve bunda da başarılı olduğunu gösteriyor. Başkasını değil…

15 Haziran 2011 Çarşamba

Türkiye’nin çifte standardı

Gürkan BİÇEN

Bir kişinin aklına tabi olan onun zanlarına da tabi olur. Türk dış politikasını ideal “sıfır sorun” ekseninde tanımlarken Türkiye, farkında olsun veya olmasın, bu politikanın mimarının bu politikayı fırtınalı bir denizde dalgaların insafına bırakılmış bir gemiye çeviren esaslı bir hatasına da teslim olmuştur: Siyonist yapının mahiyetini kavrayamamak.

Siyonist yapı bölge halklarının rızasına binaen varlık bulmadığı gibi, BM çatısı altında olması da ona tek başına meşruiyet sağlamaz. Zira Siyonist yapı Müslüman Dünya’yı kontrol edebilmek adına “Düşman Arap denizinde küçük sadık Yahudi platosu” olarak dizayn edilmiş ve Noam Chomsky’nin deyimiyle “Amerika’nın askeri üssü” olan devasa bir örgütten ibarettir. Siyonist yapıyı yeryüzünün diğer devletleri ile bir tutmak, ondan bir toprağın kendi halkının siyasal örgütlenmesi neticesi varlık alanı bulan tabii bir devletin hareket tarzını icra etmesini beklemek hiçbir temele dayanmayan bir iyimserliktir. Türk dış politikası bu yolda “yenilenin doymadığı” bir oyunun tarafı olmuştur ve her seferinde yeni bir şans daha istemektedir.

Türkiye, Suriye ile Siyonist yapı arasında bir barış sağlayabileceğini düşünmüş, buna inanmış ve bunun için gayret sarf etmiştir. Filistin Yönetimi ile Siyonistlerin anlaşmalarını istemiş ve bu uğurda daha evvel hiçbir iktidarın yapmaya cüret etmediği bir şeyi yapmış, tescilli bir katil olan Şimon Peres’in Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden hitap etmesine imkân tanımıştır. Dış politikanın mimarı Türkiye’nin bir “ağabey” gibi hareket ettiğini düşünse de, Siyonist yapı Türkiye’nin bu sanrısına bir an olsun itibar etmemiştir. Siyonist yapı Türkiye’nin çabalarına önce Türk hava sahasını kullanıp Suriye topraklarına saldırarak ve ardından da Gazze’ye yönelik kirli savaşı başlatarak teşekkür etmiştir. Türkiye’nin “ağabey” vasfının Siyonistler tarafından dikkate alınmaması Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı sinirlendirmiş ve Siyonistlerin yaptığının Türkiye’ye hakaret anlamına geldiğini söylemesine sebep olmuştur.

Türkiye hakarete alışık bir ülkedir. Zira Türkiye kendi ekseninde dönen ve kendi politik kurgusunu var eden bir ülke değildir. Öyle olsa idi kısa bir süre evvel kendisine hakaret ettiğini ileri sürdüğü Siyonist yapının uluslararası kurumlar nezdinde meşru kabul edilmesine imkân sağlamazdı. Örneğin, Siyonist yapıya OECD üyeliğinin yolunu açmazdı. Siyonist yapıya bu yolu açarken Türkiye, OECD üyeliğiyle Siyonist yapının “insan haklarına saygılı ve daha şeffaf olmak” zorunda kalacağını ilan etti. Bu tarihten 20 gün sonra, 31 Mayıs 2010’da Siyonist yapı insan hakları ve şeffaflıktan ne anladığını Mavi Marmara isimli Türk gemisine saldırıp 9 Türk vatandaşını katlederek (şehit ederek) gösterdi.

Dışişleri Bakanımıza göre Mavi Marmara’nın hesabı henüz sorulmadı. Türkiye’nin elini bağlayanın ne olduğunu ne bakanımız ne de başkaca bir yetkili açıklamak niyetinde. Ancak, Mavi Marmara’nın hesabını soramayanların her biri bugün bükemedikleri Siyonist bileğin yerine Suriye’nin bileğini bükmenin ve Türkiye’nin “ağabey” rolünü Siyonist yapının istekleri doğrultusunda oynamasına razı olacak bir Suriye’yi var etmenin peşine düşmüş haldedir. Suriye rejiminin Vandallığı sabit olsa da, bu durum Türkiye’ye Siyonist yapıya karşı konumlanmış bir rejimin yıkılmasını açıktan isteme hakkı vermez. Topraklarını Amerikan istihbaratına, askerine ve parasına sınırsız bir şekilde açmış bir Türkiye’nin Nato kapsamında bulunduğu Afganistan’da kendi halkına işkence eden ve insanları keyfe keder bir şekilde öldüren Afgan polisini ve askerini eğittiği bir dönemde ve bu eğitim faaliyetine halen devam ederken, Siyonist yapı ile savaşın bir unsuru olan bir başka ülkeye yönelik tutumu iki yüzlülük olarak değerlendirilebilir.

Türkiye’nin çağrılarının bir anlam kazanması onun Nato’dan ayrılmasına, askeri üslerini Amerikan’ın kullanımına kapamasına, Amerikan istihbaratına Türkiye’de hayat hakkı tanımamasına bağlıdır. Böylelikle Türkiye Amerikan gerçeğiyle yüzleşebilir ve yanımıza toplanan kâfirlerin Suriye’dekilerden daha hayırlı olmadıklarını anlayabilir.

5 Haziran 2011 Pazar

Gazze’nin yüz yılı

Gürkan BİÇEN

Balkan Savaşlarını ve Arnavut meselesini anlattığı bir şiirinde Mehmet Akif, “Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk / Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba kabrinden kalk” diyordu. Mehmet Akif’in “üç beyinsiz kafa” olarak vasfettiği kişiler İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri olan Talat, Enver ve Cemal Paşalardı. Balkan Savaşları’nın tek neticesi İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarını tümden yitirmesi olmamış, Osmanlı ordusunun hem donanım hem de kurmaylık açısından sıkıntıda olduğu da açığa çıkmıştır. Bu sıkıntı, kurmaylık açısından, İmparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olduğu günlerin hemen başında yaşanan Sarıkamış Harekâtı (faciası) ve Süveyş Kanalı Harekâtı ile somutlaşmış ve yine bu harekâtlarda eksik donanım, eğitimsiz asker ve gücün nakli hususlarındaki problemlerin geçici olmadığı anlaşılmıştır. Enver Paşa Sarıkamış’ta binlerce askerin hayatını kaybetmesine sebep olurken, Cemal Paşa Süveyş Kanalı Harekâtında yenilgiden ayrı olarak Osmanlı Ordusunu alay konusuna da dönüştürmüştür. David Fromkin’e göre Enver Paşa’nın müttefiki Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğuna gönderdiği Ordu Danışmanı Liman von Sanders, tek başına çalışan bir serüvencinin özelliklerini taşıyan Enver Paşa’yı askeri konularda bir soytarı olarak görüyordu. Cemal Paşa ise Enver’i kıskanan kişi olarak kayıtlardaki yerini alıyordu.

Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı güçlerinin Süveyş Kanalı’nı ele geçirip Mısır’a ulaşma ve böylelikle Mısır’daki İngiliz hâkimiyetine son verme arzusu iki bin askerin hayatını kaybetmesi ile akamete uğradı. Kuvvetlerinin yüzde yirmisini kaybeden Cemal Paşa Suriye’ye kadar geri çekildi. İngilizler Cemal Paşa’nın askeri planını şöyle açıklıyorlardı: “Türkler Kanal’a binlerce deve getirip tüylerini ateşe verecekler. Develer, ünlü sağduyuları ile ateşi söndürmek için Kanal’a koşacak. Kanal yeterli miktarda deveyle dolunca Türkler üzerinden geçecekler”

Osmanlı Ordusu’nun bunca eksikliğine rağmen birçok cephede direnebilmesini askerin itaatine ve toprağın/vatanın İslam’ın mukaddesatı ile eşdeğer kabul edilmesine bağlayabiliriz. İngiliz Savaş Konseyi’nde yer alan Arthur Balfour, “Türkler yolları kesildiğinde teslim mi olurlar, yoksa sırtlarını duvara verip çarpışırlar mı?” şeklinde bir soru sormuş, bu soruya cevap ise Çanakkale cephesinde bulunan savaş muhabiri Compton Mackenzie’den gelmiştir. Mackenzie Çanakkale’den geçtiği haberde; “Batı’da çarpışmış olan Fransız subayları savaşan birim olarak bir Türk’ün iki Alman’a bedel olduğunu söylüyorlar; gerçekten de sırtı duvara dayanmış olan Türk muhteşemdir.” diyordu. Cemal Paşa askerini Suriye’ye kadar çekse de, bir süre sonra başlayacak olan Gazze Savaşları bu tespiti bir kez daha doğrulayacaktı.

1882’de Mısır’ı işgal eden İngilizler Kudüs’e ulaşmak için başlattıkları harekâtın ilk adımında Gazze’deki Türk askerinin direnişi ile karşılaştılar. İngilizlerin 26 Mart 1917’de 22 bin kişilik bir ordu ile başlattıkları saldırı Osmanlı’nın sahip olduğu 8 bin kişilik orduya katılan 7 bin kişilik takviye birliklerle ulaşılan 15 bin kişilik bir ordunun karşı koyuşu ile akamete uğradı. Ancak İngilizlere karşı asıl yükü taşıyan takviye birliklerden ziyade Gazze garnizonu olmuştu. Bu saldırıda Gazze’nin çevresindeki yerleşimlere ulaşmayı başaran İngiliz birlikleri ile şiddetli sokak çatışmaları yaşanmış ve İngilizler geri püskürtülmüştü. Asker sayısı, donanımı ve ihtiyaç maddelerini temin açısından üstün olan İngiliz ordusuna karşı kazanılan bu zaferin temelinde Osmanlı askerindeki görev bilinci vardı. Bernard Lewis Türk Medeniyetinin kaynaklarını açıklarken din ile özdeşleşen görev duygusunu işaret eder ve “Bu özdeşleşmenin bir başka yansıması ise Türk – İslam anlayışında son derece önemli yer tutan göreve kendini adama ve hizmet etme duygusunda görülebilir” der.

Kudüs’e giden yolda zaferin kolay olmayacağı, çok daha kapsamlı bir hazırlık gerektirdiği anlaşılmıştır ve I.Gazze Savaşı’nın akabinde İngilizler yaklaşık üç hafta boyunca ordularını hazırlamakla meşgul olmuşlardır. Osmanlı ordusu da gerek İngilizlerden ele geçirilen ganimetler gerekse gönderilen takviyeler ile gücünü arttırmış ve Gazze’de bir öncekine oranla çok daha güçlü bir savunma hattı oluşturmuştur. 19 Nisan 1917’de saldırıya geçen İngiliz ordusunun mevcudu 50 bin iken, Osmanlı ordusu yaklaşık 20 bin kişiden oluşuyordu. Ancak Osmanlı ordusu I.Gazze Savaşı’ndaki galibiyetin moral üstünlüğüne sahipti. Osmanlı askerinin ilk kez tank silahı gördüğü bu savaşta, bu tankların imha edilebilir olduğu da görüldü. Kendilerinden doksan sene sonra Hizbullah askerlerinin imha edecekleri Merkava tanklarının ilk örneklerini Osmanlı askerleri Gazze’de imha etmişti. Tüm askeri üstünlüğüne rağmen İngiliz ordusu Kudüs’e giden yolu açmayı başaramadı. Böylece, “duvara dayanmış Türk”ün Allah’ın buyurduğu gibi, ancak bire on kuvvetle sökülebileceği anlaşıldı.

Gerçekten, İngilizlerin, III. Gazze Savaşı diyebileceğimiz Birrus Sebi saldırısı güç dengesinin bire altı olarak belirdiği bir taarruzdu. 138 bin kişilik İngiliz ordusuna karşı Osmanlı ordusu yedi gün boyunca karşı koydu ve nihayetinde çekilmek zorunda kaldı. Müslümanların göğüslerini Kudüs’e giden yolda siper ettikleri bu savaşla İngilizlere Kudüs yolu açılmış oldu. 9 Kasım 1917’de İngilizler Selahaddin’den bu yana Müslümanların olan Kudüs’e giriyordu. Kudüs’ün işgali anında Viyana’da olan Mehmet Akif’i, Osmanlı Devletinin müttefiki Avusturya’da halkın Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesini kutlamak için sokaklara dökülmesini görmenin şaşkınlığı beklemektedir. Avrupalı müttefik, Müslümanlardan kurtarılan Kudüs’ün kendileri için yenilgi değil zafer olduğunu düşünmektedir.

Osmanlı ve daha sonra da Türkiye ile Gazze’nin fiili bağı sona erdi ve bir süre sonra tarihin talihsiz anlarından birisi, Siyonist İsrail’in ilanı yaşandı. BM taksiminde Gazze Arap Bölgesinde bırakıldı ancak Araplar burada bir devlet kuramadan Siyonistler tarafından önce 1956’da daha sonra da 1967’de işgal edildi. Siyonist işgal altındaki Gazze, I.Gazze Savaşı’nda yaşanan sokak çatışmalarını hatırlatırcasına Gazze halkının Siyonistleri yıldıran ve nihayetinde Gazze’den hiçbir şart ileri sürmeksizin kaçmak zorunda bırakan direnişine sahne oldu. Gazze’yi terk etmek zorunda kalan Siyonist yapı Gazze’yi yeniden işgal edip HAMAS yönetimine son vermek için başlattığı saldırıda “duvara dayanmış Türk” ile “duvara dayanmış Arap” arasında hiçbir fark olmadığını gördü. Siyonistler ilan ettikleri hiçbir hedefi gerçekleştiremeden geri dönerken Gazze direnişinin bir parçası olan İslami Cihad Genel Sekreteri Ramazan Abdullah Şallah’ın İran İslam Cumhuriyeti lideri İmam Hamaney’e hitaben söylediği “İmam Hamenei’ye söz veriyoruz, tıpkı Lübnan Direnişi gibi biz de Gazze’de zafer kazanacağız.” sözü hakikate dönüşüyordu. Gazze direnişi bir başka ülkenin daha harekete geçmesini ve Gazze’nin aradan geçen doksan seneden sonra Türkiye’nin gündemine, hem de en üst düzeyde olmak üzere yeniden girmesini sağlıyordu. Mavi Marmara bu gündemin ete kemiğe bürünmüş haliydi. O sadece Gazze’yi çevreleyen Siyonist blokajı değil, Türkiye’yi zaptu rapt altına almak isteyen Siyonist ve emperyalist blokajı da kırabileceğimizi göstermek için yola çıkıyordu. Mavi Marmara’da şehit edilen kardeşlerimiz bizi yalnızca Gazze’nin bugününe değil kendi tarihimize de bağlamışlardır. Onların temiz ruhları bize “duvara dayanmış Türk”leri hatırlatmış ve Gazze topraklarında yarım kalan bir vazifenin tamamlanması sorumluluğunu da yüklemiştir.

Kudüs’e giden yolda geçirdiğimiz doksan yılın ardından Kudüs’e girmemizi neşe ile karşılayacak dostlar/müttefikler edinmeli ve Mavi Marmara gemisini bu dostlarla doldurmalıyız. Duvara dayanmış dostlarla…

2 Haziran 2011 Perşembe

İmam Humeyni

Gürkan Biçen

Fukuyama 1989’da The National Interest dergisinde kaleme aldığı “Tarihin Sonu mu?” başlıklı makalesinde insanlık ailesinin ulaşmak istediği noktanın gerçekleştiğini iddia etmiş ve bu noktanın “liberal demokrasi” olduğunu söylemişti. Fukuyama tarih anlayışının Hegel’in izinde giden Marx’ın anlayışı ile paralel olduğunu söyler. Buna göre tarih, “bütün zamanların bütün insanlarının deneyimlerini kapsayan eşsiz ve bağlantılı bir evrim sürecidir.”. Fukuyama bu sürecin geçirdiği aşamaların insan aklı ve tecrübesinin ulaştığı nihai noktada son bulduğunu, böylelikle insanların bir hayat ve yönetim şekli olarak deneyebilecekleri bir başka sistem kalmadığını söylerken, kuvvetle muhtemel 1984 romanının sahibi George Orwel’ın sunduğu hizmete benzer bir hizmeti yerine getiriyordu. Böyle de olsa, Fukuyama’nın iddiası İran İslam İnkılabı’nın başlattığı yeni bir süreç sebebiyle temelinden sarsıldı. “Sosyalist insan”ı yaratmak ve insan aklının/tecrübesinin ulaşacağı mükemmel noktanın bu olduğunu ispatlamak için kapitalist ekonomiye dayalı liberal demokrasilere karşı girişilen yarışı kaybeden totaliter komünist rejimler tarih sahnesinden çekilirken, vahyin insanlık tarihinin her noktasında yer alan temsilcilerini selamlayan bir sesin varlığı ve bu sesin siyasal bir teori ile meydan okuyuşu Fukuyama’nın tezini savunulamaz hale getirdi.

İran İslam İnkılâbı İran’daki yerel iktidara olduğu kadar uluslararası sistemin sahiplerine de meydan okumuştu. İmam Humeyni, Şah’ın Amerika’nın bir kuklası olduğunu işaret ederek, İran’dan kovulanın sadece Şah olmadığını, Amerika’nın da İran’daki menfaatlerinin tümünü kaybettiğini söylüyor ve İran halkına, “Siz bütün dünyayı saran bir putu kırdınız.” diyordu. Batı Dünyası’nın beklediğinin aksine İran’daki inkılâp Batılı kavramlara ve yönetim biçimlerine prim vermeyi reddetti. İmam Humeyni’nin siyasi mücadeleyi yürütmeye başladığı 1960’lı yıllardan bu yana olgunlaştırmaya çalıştığı yeni bir teori İran’da devleti şekillendirmek üzere hayata geçirildi. Eflatun’un “Devlet”, Farabi’nin “Medine-i Fazıla” kitaplarında yer alan teoriye benzer bir şekilde İmam Humeyni yönetimin, Allah’ın insana yüklediği misyonu bilen ve her bir insan teki ile bir bütün olarak toplumu bu misyonu gerçekleştirmek ve böylelikle dünyada ve ahirette salaha kavuşturmak için gayret sarf etmekle yükümlü olan İslam âlimlerinin yetkisi altında olduğunu savunuyordu. İmam Humeyni’ye göre Müslümanların Batılı kavramlara ihtiyacı yoktur. Zira Müslümanlar kopmak bilmeyen bir hüccete sahiptir ve Batılı kavramlar ancak Batı’nın ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ve onların kullanımına elverişli olduğu sürece bir anlam ifade etmektedir. İmam Humeyni ile dönemin Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün arasında 10 Haziran 1979’da geçen görüşmede Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının “demokrasi” vurgusu üzerine İmam Humeyni, “Gerek Batı ülkelerinde gerekse bizim ülkelerimizde bunca demokrasiden söz edilmesine rağmen gerçekte demokrasi yoktur. Batılılar bu büyülerle bizleri uyutmaya çalışarak bizleri kullanıyorlar.” cevabını veriyordu.

Mısır’daki halk hareketini yorumlayan ve İran İslam İnkılâbı ile ortak ve farklı noktalarını karşılaştıran Fehmi Huveydi, “İran devrimi dini bir devrimdir. İmam Humeyni’nin şahsında bir lideri vardır. Velayet-i Fakih düşüncesine dayanan açık bir projesi bulunmaktadır.” der ve devam eder; “İran devrimi ilk gününden itibaren bütün dosyaları açmış bulunuyordu. ‘Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm’ (Merg ber Amrika, Merg ber İsrail) sloganını ilk günden atmaya başladılar. Daha ilk adımda Büyük Şeytan (Amerika) ve onun uydusu küçük şeytan (İsrail) ile her türlü ilişkisini kesti. Bunun sonucunda da söz konusu iki ülke ilk günden itibaren İslam devrimine düşmanlıklarını deklare ettiler.” Bugün Batı Dünyası’nın İran’a yönelik muhalefetinin temelinde İran’ın Müslümanlar adına Batı Dünyası’na “tarihin sonu”nun gelmediğine dair verdiği cevabın yattığını daha iyi anlıyoruz. İsminde “İslam Cumhuriyeti” ibaresi yer almasına rağmen askeri yönetimler eliyle idare edilen Pakistan’ın yahut krallıklarla yönetilen Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin aksine İran, modern dünyanın daha evvel denemediği bir model sunmakla Batı merkezli anlayışa ağır bir darbe vuruyor ve bu da Batı’nın evrensel değerlerin merkezi olduğu yönündeki iddiasını geçersiz kılıyor.

Fukuyama ve hizmet ettiği Batı Dünyası yanıldı. Tarihin sonu gelmedi. İmam Humeyni İnkılâbın onuncu yılında, 4 Haziran 1989’da ahirete irtihal etti. Müslümanları yeniden tarihe sokan “Velayeti Fakih” teorisi ise dinin insanı, toplumu ve devleti şekillendirebileceğini bu yüzyılın insanına göstermeye devam ediyor.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Mladiç Tiyatrosu ve Uluslararası Propaganda

Gürkan BİÇEN

Lenin’in “Bir kişinin ölümü trajik, binlerce kişinin ölümü istatistiktir.” dediği rivayet edilir. Bazen siyah beyaz bir fotoğraf, bazen mahzun bir bakış bırakan bir çift küçük göz ile canlanan geçmiş günler, yaşantılar, şehirlerin, sokakların, evlerin mevcudiyetinden yükselen anılar bizi ölen bir kişi ile özdeş kılar ve biz o ölümde kendimizi buluruz. Trajik olan budur: Kendi ölümümüz. Stalin içinse trajediden öte istatistik dahi anlamsızdır. O, doğal afetler sebebiyle ölen binlerce insana ağlanmazken yeni bir toplum oluşturmak için girişilen zorunlu ameliyenin –temizlik harekâtının- yadırganmasını garipser. Bolşevik ihtilalin arka planında yer alan toplumsal gerçeklik Rusya’da ne ise Balkan Ortodoksları arasında da odur. Bu kimlik “trajedi” ve “istatistik” arasında sıkışmış bir kimliktir.

Avrupa ise yakın geçmişe kadar sadece coğrafi sınırları olan bir alanı değil aynı zamanda kavmi ve dini bir farklılaşmayı da işaret ediyordu. Avrupa’ya göre konumlandırıldığında Balkan halkları dini olarak az bir Katolik oran haricinde Doğu Kilisesi ve Müslümanlar olarak iki ana bölümde; Avrupa tarihi açısından ise “saldıranlar” ve “savunanlar” olarak iki ayrı ana bölümde incelenebilir. Bu ikinci ayrım Balkan coğrafyasındaki iç mücadeleden öte Avrupa’ya yönelik taarruzu ve Avrupa’yı müdafaayı işaret etmektedir. Bu tanımlamayla Boşnaklar ve Arnavutlar Avrupa’nın mürtet ve saldırgan kuzenleridir.

Osmanlı hâkimiyetinin zayıfladığı 1878’den bu yana Bosna’nın Müslüman halkının bilinen tarihi genel olarak “istatistik”in konusu olmuştur. Yugoslavya’nın dağılma süreci de, Müslüman Boşnaklar için 100 yıl içinde yaşadıkları 3.büyük katliama şahitlik etmiştir. Ancak bu katliamı diğerlerinden ayıran nokta hayatını kaybeden insanların sayısal çokluğu değil, gerek katliamlar sırasında ve gerekse sonrasında yürütülen propaganda savaşıdır. 1992 yılında yapılan referandum sonucu ilan edilen bağımsız Bosna Hersek Cumhuriyeti Sırp askeri ve paramiliter güçlerinin olduğu kadar Sırpları destekleyen başta Fransa olmak üzere Avrupa merkezli medya taarruzunun da hedefi olmuştur. Bosna Savaşı korunmaya çalışılan değerlerin veya saldırılan hedeflerin neler olduğu hususunda Avrupa’ya duymak istediklerinin duyurulduğu bir dönemdir.

Savaş boyunca Sırp propaganda stratejisi “Avrupa’nın korunması” söylemi üzerine bina edilmişti. Sırp propagandası Bosna’daki iç çatışmaların sebebini, Müslüman Boşnakların Fundamentalist Aliya İzzetbegoviç önderliğinde hareket ederek Avrupa’nın göbeğinde bir İslam Devleti kurmayı amaçlamaları; Avrupa değerlerine yönelen, bu değerleri sahiplenen Sırp ulusunun ise Avrupa medeniyetinin bir tehdit altında olduğunu fark etmesi olarak ilan ediyordu. Bu propaganda, temeli 19.yüzyılda Ilija Garasani tarafından atılan ve 20.yüzyılın son çeyreğinde, 1986’da, Sırp Bilimler ve Sanatlar Akademisi tarafından bir “muhtıra”ya dönüştürülen “Büyük Sırbistan” idealini maskelerken, seyreltilmiş ve kontrol altına alınmış bir Müslüman nüfusu amaçlaması, böylelikle Avrupa’nın civarını “Avrupa değerleri”ne yabancı unsurlardan arındırabilme imkânına sahip olması sebebiyle kabul görmüş haldeydi. Hal böyle olunca, Sırpların fiili saldırısına maruz kalan Boşnakların Avrupa Medeniyeti’ne yönelik fikri ve itikadi uyumsuzlukları ve gelecekte olması muhtemel karşı koyuşları onları daha şimdiden “Saldırgan” statüsüne koymak için yeterli oluyordu. 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana yaygınlaştırılan, teorisyenlerinin çoğunlukla Ortodoks kökenli komünist tarihçiler olduğu, “Avrupa Medeniyeti’ni korumak için kendini feda eden halklar” miti Bosna Savaşı boyunca da tedavüle sürülmüştü.

Fedai halkın Avrupa’ya yönelik propagandasının ağırlık noktasını Aliya İzzetbegoviç ve Genç Müslümanlar teşkilatı oluşturuyordu. İslam Deklarasyonu, Doğu ve Batı Arasında İslam eserlerinin sahibi İzzetbegoviç Yugoslavya zindanlarında geçirdiği yıllardan sonra yine bu eserlere istinaden karalanıyordu. Sırp siyasi eliti ve Sırp medyası Avrupa’ya, İzzetbegoviç’in Mayıs 1991’de İran’a yaptığı gezinin basit bir diplomatik gezi olarak algılanamayacağını, yine Türkiye ve Bosna’ya açık desteği bilinen Turgut Özal ile olan görüşmelerinin yeni bir “Osmanlı taarruzu”nun alt yapısı için olduğunu söylüyordu. Birleşmiş Milletler’in uyguladığı ambargoya rağmen Bosna hükümetine askeri ve siyasi desteğini giderek arttıran İran’ın varlığı Bosna Savaşının akıbetini değiştirdikçe Avrupa ve Amerika’da yayımlanan dergiler sayfalarını Bosna Hükümeti ve Ordusundan bağımsız hareket eden ve çoğunluğunu Arap Müslümanların oluşturduğu savaşçıların Sırp cephesinde yarattığı dehşetin (kesik başların) fotoğraflarıyla süslüyordu. Böylelikle Avrupa, Müslüman bir Bosna Hersek’e akacak Fundamentalist savaşçıların neler yapabileceği ile korkutuluyordu. 1995’te Zenica’da çekilen bir fotoğraf ile Avrupa’ya, Arap savaşçıların sayısının 10.000 kişiyi bulduğu ve artık düzenli bir ordu oldukları duyuruluyordu.

Müslüman önderliğin askeri başarılar ile desteklenmeyen tüm diplomatik çabalarının neticesiz kaldığı süreçte savaşın dinler arasında değil Bosna’daki etnik kökenler arasında geliştiği tezine sarılan Avrupa ve Amerika düzenli Bosna ordusunun teşekkülü ile birlikte Müslümanlar lehine dönmeye başlayan sürecin bir yerde kesilmesi ve bunun Müslüman Dünya’ya karşı bir propaganda aracı olarak kullanılmasını planlarken, Sırpları, savaş boyunca Avrupa için gösterdikleri fedakârlıklara karşılık olmak üzere, en az 8 bin Müslüman’ın hayatını kaybettiği Srebrenica Katliamı ile ödüllendirdiler.

Bugün Srebrenica Katliamı’nın baş aktörlerinden Ratko Mladiç’in yakalandığını duyuyoruz. Ne var ki, Dayton Anlaşmasının Sırp ve Hırvatlar arasına hapsettiği Bosna Müslümanlarının var olma mücadelesinde değişen bir şey yok. Bosna Müslümanları bir zamanlar çoğunluk oldukları topraklarına halen dönebilmiş değiller. Göstermelik yargılamalar Bosna Müslümanlarının günlük hayatını hiçbir şekilde müspet yönde etkilemiyor. Bosna Hersek Reis-ul Ulema’sı Mustafa Çeriç’in dediği gibi, Müslümanlar topraklarını başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmaya devam ediyorlar. Avrupa ve Amerika muhtemel yardımları engellemek için Bosna’nın Müslüman Dünya ile olan tüm ilişkisini kontrol ediyor ve sınırlıyor.

Mladiç yıllar süren bir pazarlığın sonunda Avrupa Birliği sürecinin bir bedeli olarak teslim edildi. Mladiç’in tesliminden çok önce, Bosna hükümeti Sırbistan’ın Bosna Müslümanlarına karşı bir soykırım yürüttüğü yönündeki iddiasını Uluslararası Adalet Divanına götürmüştü. Bu dönemde ve hassaten Milosevic’in yargılanmaya başlaması ile birlikte, Sırp propaganda stratejisi Bosna Müslümanlarını Nazi işbirlikçiliği ve Yahudi katliamı ile suçlayan belgelerin yayımlanması temelinde hareket etti. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in oluşturduğu ve Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyin tarafından ziyaret edilen Bosna Tugaylarına ilişkin belge, fotoğraf ve film kayıtları Müslümanların faşizm/Nazizm ile işbirliği içinde olduklarını ve Sırpların aslında masum olduğunu, yaşananların faşizme karşı verilen bir savaşın sonucu olduğunu ispatlamak için kullanılmaya çalışıldı. Benzer bir şekilde, Bosnalı Müslümanlar aleyhine yürütülen propaganda faaliyetlerinde isimlerin, zamanların, yerlerin birbiri içerisine geçirilmesiyle Bosna Savaşı ile El-Kaide arasında bir ilişki kurulmaya, böylelikle İzzetbegoviç’in Avrupa ve Amerika’yı tehdit eden El-Kaide’nin desteğini sağladığı izlenimi verilmeye çalışıldı.

Sırp propaganda araçlarına bu yolu açan kuvvetin kim olduğunu binlerce isim altına gizlenen medya tekelinin sahiplerinde aramak gerekir. Bilinen odur ki, Balkanların “seçilmiş halk”ı propaganda savaşını Siyonist İsrail lobisinin desteği ile yürütmektedir. Bir dönem Bosna Hersek Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Muhammed Cengiç Sırplar ile Siyonist İsrail’in ilişkilerinin stratejik düzeyde olduğunu ve Siyonist İsrail’in Sırpları sadece lobicilik açısından değil, askeri ve siyasi açıdan da desteklediğini söylemektedir. Bu desteğin uluslararası kuruluşlarda Sırplar ve Sırbistan aleyhine alınabilecek kararları engelleme misyonunu taşıdığı da aşikârdır. Avrupa ve Amerika’nın Sırbistan’ı ciddi bir şekilde suçlamayacağını, Bosna Müslümanları aleyhine yürütülen tüm bu propaganda faaliyetlerinde kara vicdanlarını temize çıkarmak için bir haklılık payı bulacaklarını biliyoruz.

Slobodan Miloseviç örneğinde olduğu gibi Ratko Mladiç’i de göstermelik bir şekilde yargılayacak olan Uluslararası Mahkeme için Bosna sadece bir “istatistik”tir. Bosna’yı Mahkemenin Stalinist bakış açısından kurtaran ise İzzetbegoviç’in Müslüman kimliği çevresinde yükseltilen direniştir. O, SDA’nın ilk kongresinde yaptığı konuşmayı şöyle noktalıyordu: “Her şeye kadir olan Allah’a yemin ederim ki, köle olmayacağız