Translate

18 Mayıs 2014 Pazar

16. ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri

Gürkan BİÇEN
(Kitap incelemesi)


Mehmet ÇELENK, 16. ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri
Bursa: Emin Yayınları, 2013, 318 sayfa.

İslam coğrafyasının merkezinde yer alarak tarihi etkilemeyi sürdüren İran’ı anlamak, onun, Osmanlı tarihinden bağımsız ele alınamayacak serüvenini bihakkın idrak edebilmek ve böylece geleceğe dönük bir perspektif sunabilmek için İran tarihi ile ilgili çalışmalara Türk akademik hayatında daha fazla yer açmak gerekiyor. Mehmet Çelenk, böyle bir ihtiyaca binaen modern İran’a giden yolun köşe taşlarından olan Safevi Devleti’ni Şiilik bağlamında ele alıyor.
Çelenk’in doktora tezi olarak hazırladığı çalışması Şia tarihinin en önemli aşamalarından ve İran’ın Şii tarihinin de dönüm noktalarından birisi olan Safevi Devleti’nin (1501-1722) Şiilik icraatlarını ve bu icraatların özelde İran’ın Şiileşmesi ve genel olarak da Şia tarihi açısından nereye oturduğunu inceliyor.
Çelenk, kitabın birinci bölümünde, Safevi Devleti’nin, pek de alışık olmadığımız bir tarzda, bir tarikatın zaman içinde hem mezhebi hem siyasi farklılıklara uğrayarak İran coğrafyasında çok köklü değişiklikler gerçekleştiren bir güce dönüşmesi sebebiyle, öncelikle Safevi tarikatının temeli olan Erdebil Tekkesi’nin kuruluşunu inceliyor.  Zira yazara göre, Safevi Devleti tarihini anlamak Safevi tarikatını anlamaktan geçmektedir.
Şeyh Safiyüddin İshaki (ö.1334) tarafından 1300 yılında, dönemin İran toplumunun yansımasına uygun olarak Sünni temelde kurulan Erdebil Tekkesi 1300 ile 1500 seneleri arasında iki asırlık bir tekke/ tarikat döneminden sonra siyasi bir yapılanmaya (Safevi Devleti) dönüşmüş ve akabinde iki buçuk asırlık bir hanedanlık kurmaya muvaffak olmuştur. Sünni bir dergâhın bir buçuk asırlık mutedil bir geçmiş ve faaliyetten sonra Şii/ militarist bir kimliğe kavuşması, dönemin siyasi güç merkezleri ile bir takım diplomatik münasebetlere girişmesi, ardından üç milyon kilometre karelik bir alana yayılan ve İsnaaşerriye Şiiliğini resmi inanç olarak benimsemiş bir devleti netice vermesi birçok açıdan dikkat çekicidir.
Çelenk bu dönüşümü anlamamız için tarihi açıdan önem arz eden ve açıklık getirilmesi elzem olan iki temel noktaya dikkat çekiyor. Bunlardan birincisi Safevilerin nesebi iken, ikincisi kavmidir. Safevi Devleti’nin kurulmasından sonra tutulan kayıtlarda hanedanın soyu Ehli Beyt’e bağlansa da, Çelenk’e göre bu iddiayı destekleyecek somut bir veri yoktur. Safevi nesebinin izlerini sürmek için müracaat edilecek malzemenin günümüze kadar ulaşmış en eski eser olan İbn Bezzaz’ın Safvetü’s Safa isimli eseri başta olmak üzere, Şeyh Safiyüddin döneminden itibaren yazılmış olan tarih ve biyografi kaynakları olduğuna işaret eden Çelenk, Safvetü’s Safa’nın müellif nüshasının bulunamamasının bir handikap olduğunu ve Şah Tahmasb döneminde yaşamış olan Ebu’l Feth el-Huseyni’nin Safvetü’s Safa’nın içeriğine müdahale edip Şeyh Safiyüddin’i Ehli Beyt’e bağlayan silsileyi oluşturduğunu söylüyor.
Kesrevi, Togan ve Minorsky’e göre, Safevilerin seyyidlik iddialarının temelinde şahların İran’da otoritelerini yerleştirmek,  kendilerini Osmanlılardan ayırt etmek ve bütün Rafızî (Sünnilere aykırı) unsurların yakınlığını kazanabilmek amacı yatmaktaydı. Yine, Orta Çağ düşünüldüğünde, Ehli Beyt nesebi bir iktidarın meşruiyeti için herhangi bir güç kaynağının vereceğinden daha fazla otorite ve kabul getirebilirdi.
İkinci mesele ise Safevilerin kavmidir. Safeviler ya Türk ya da Kürt menşelidirler. İster Türk isterse Kürt olsunlar Safevilerin en azından Şeyh Safiyüddin öncesinden başlayarak Türkçe konuştukları bilinen bir gerçektir. Hatai mahlasıyla yazan Şah İsmail’in şiirleri de Türkçedir.
Çelenk, kuruluşundan itibaren incelemeye başladığı tarikatın Safiyüddin İshak’tan Şeyh İbrahim’e kadar olan yaklaşık yüz elli yıllık döneminin geleneksel bir çizgide olup faaliyetleri itibariyle bir fevkaladelik içermediğini belirtiyor. Safevi tarikatının Sünni çizgiden ne zaman ayrılmaya başladığı ve siyasi hedefleri ne zaman geliştirdiğinin bir tartışma konusu olduğuna işaret eden yazar, aksine kanaatleri de saymakla beraber,  Şiilik temayüllerinin tarikatın üçüncü dönemi olan Şeyh Hoca Ali’nin şeyhliği döneminde (1392-1427)  belirmeye başladığını söylüyor.  
Şeyh Hoca Ali dönemi tartışmalı olsa da, Safevilerin Şiilikten açıkça etkilendiği ve siyasi emeller de geliştirdikleri dönemin Şeyh Cüneyd’in (1447-1460) mürşid-i kamil makamına geçtiği dönem olduğunda ihtilaf yoktur. Bu dönemde tarikat “Sufizmden siyasete” bir dönüşüm geçirmeye başlamıştır.  Şeyh Cüneyd’in emellerini anlatan Fazlullah İbn Ruzbihan Hunci (ö.1521) Alemaray-ı Emini isimli kitabında şöyle der: “Şeyhlik sırası Cüneyd’e geldiğinde o atalarının yolunu tamamen değiştirdi. Baht kuşu gönlünde yuva kurdu. Onun her çabası bir toprak ya da bölgeyi fethetmekti.” Bu dönemde Safevi tarikatı dini, siyasi ve askeri bir mecraya girdi.  Anadolu ve Suriye’de gerçekleştirdiği geziler sırasında etkilediği, Osmanlı yönetimini hazmedemeyen göçebe Türkmen unsurlar Cüneyd’in liderliğini kabul ederek, onun askeri gücü haline dönüştüler. Aralarında 1416’da Rumeli’de bastırılan Şeyh Bedrettin isyanının müritlerinin de bulunduğu, Cüneyd’i neredeyse bir ilah mertebesine koyan bu unsurların da İran’a gelmesiyle Cüneyd’in yönetiminde, Erdebil kasabası ve çevresinde Safevi Devleti’nin temeli atılmış oldu.
Şeyh Cüneyd’in Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evliliği onun siyasi hak talebini de kuvvetlendiren etmenler arasındadır. Böyle de olsa, aşırı Şii görüşleri sebebiyle Sünni çevrelerden dışlanmaktan ve siyasi alandaki entrikalardan korunamamıştır.
Şeyh Cüneyd Şirvanşah ile yaptığı savaş sırasında 1460 yılında öldürülmüştür. Müritleri onun ölümüne inanmak istemeseler de, bir süre sonra oğlu Haydar’ı yeni mürşid-i kâmil olarak kabul etmişlerdir. Şeyh Cüneyd’in öncülük ettiği hareket adım adım bir devletin teşekkülüne ve o devletin Şiiliği resmi inanç olarak ilan etmesine yol açtığı için özgündür.
Şeyh Cüneyd’in faaliyetleri sonucunda olgunlaşan “siyasi arayış” oğlu Haydar’ın eliyle bir adım daha ileri götürülecek ve torunu Şah İsmail tarafından da son şekli verilecektir. Şeyh Haydar döneminde ortaya çıkan gerçek, tarikatın başının Erdebil’de, gövdesinin ise Anadolu’da olduğuydu. Şeyh Haydar Anadolu’dan çektiği bu müritleri düzenli “gaziler gücü” haline getirmeyi başardı. Başka bir açıdan bakanlar ise bu durumu Türkmenlerin Safevi şeyhi üzerinde oluşturdukları baskı ile tarikatı askeri bir organizasyona dönüştürmek olarak izah ederler. Bu dönemde Erdebil tam bir ordugâh halini almıştır.
Osmanlı/ Sünni tarihinde tümüyle menfi anlamlar ifade eden Kızılbaş kelimesi de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Şeyh Haydar müritlerinin diğer insanlardan ayrışmasını istediğinden onların “Tac-ı Haydari” denilen kavuk şeklinde on iki dilimli kırmızı serpuş takmalarını emretmiştir. On iki dilimin on iki imamı temsil ettiği ileri sürülmüştür.  Sünni ulema ise Cüneyd, Haydar ve müritlerinin itikadının İslam dünyasında yaygın olan mezheplerden tamamen farklı olduğuna kanaat getirmiştir.
Kendisine sarsılmaz bir inançla bağlı olan Kızılbaş askerlerle babası Cüneyd’in intikamını arayan Şeyh Haydar da 1488 yılında Akkoyunlu – Şirvanşah ittifakına karşı giriştiği savaşta hayatını kaybetmiştir.
Şeyh Haydar’ın yerine geçen büyük oğlu Sultan Ali (1488-1494) döneminde kısa bir duraklamanın ardından tarikat yeniden toparlanıp askeri güce kavuşsa da, o da girdiği bir çatışmada hayatını kaybetmiştir. Sultan Ali, vefatından az evvel tacını kardeşi İsmail’in başına koyarak onu Erdebil’e yollamıştır. Görüldüğü üzere Erdebil Tekkesi üç liderini ard arda gelen savaşlarda kaybetmesine rağmen varlığını korumayı başarmıştır.
Tekke’nin Şeyhi olan İsmail 1494’ten 1501’e kadar gizlenmiştir. Her ne kadar gizleniyor olsa da, İsmail, çevre ülkelerdeki müritleriyle irtibatını halifeler vasıtasıyla sürdürmüştür. Gizlendiği dönem boyunca sıkı bir eğitimden geçirilen İsmail büyük bir kültür adamı, tasavvufu anlayan, hem Türkçe hem de Farsçada mükemmel bir şair olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki, onun inanışı bugünkü anlamıyla on iki imam Şiiliğinden çok uzaktır. O, içine Şamanizm’in de karıştığı bazı heterodoks inançlara sahiptir.
İsmail ortaya çıkıp siyasi hâkimiyetini ilan ettiğinde henüz on üç yaşındadır. Müritleri üzerinde mutlak hâkimiyete sahip olan İsmail, mürşid-i kâmil, seyyid, İmam Mehdi’nin özel naibi ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sıfatlarını kendinde cem ederek maddi ve manevi iktidarını tartışılmaz kılmıştır. Çaldıran Savaşı’nda aldığı mağlubiyete dek hiçbir savaşta yenilgi yüzü görmeyen İsmail’in sözünden çıkmanın dinden çıkmak ile eş anlamlı halde olduğu o dönem için bu güç kıyas kabul etmez bir haldi.
Şah İsmail’in liderliğinde başlayan süreçte sadece tarikat Şiileşmekle kalmamış, katı bir mezhep politikası güderek misyoner gibi faaliyet gösteren Safevi Devleti iki asırlık bir sürenin sonunda İran’ın inanç haritasını da neredeyse tamamen değiştirmiş, hâkim Sünni telakki yerini Şiiliğe bırakmıştır. Bu dönem, aynı zamanda, günümüz İran sınırlarının şekillendiği, geleneksel İran toprakları olarak bilinen coğrafyanın Arap fetihleri ve İslam’ın kabul edildiği zamandan beri ilk defa İran kökenli bir hanedan tarafından tek bir otorite altında toplandığı dönem olmuştur.
Tezin/ kitabın ikinci bölümünde Safevi Devleti’nin teşekkül ve gelişimini ele alan Çelenk, konuyu askeri faaliyetler, Şiiliğin resmi mezhep olarak kabulü ve dayatılması ile buna bağlı olarak ulema ithali başlıkları altında inceliyor.
Çelenk’e göre, İran’ın siyasi tarihinde devrimci grupların her zaman etkisi olmuştur. İslam sonrası dönemde bunlar Şiilikle aynileşmeye başlamış ve siyasi erki ele geçirdikten sonra da daha mutedil olan on iki imam Şiiliğine dönüşmüşlerdir.  Safevi Devleti kuruluşunda bu devrimci/ aşırı unsurlara dayansa da, devletin idamesi ve toplumun idaresi için geçmiş iktidarların yolundan giderek şehirli/ entelektüel Farisi/ İranlı unsurlara yanaşacaktır. Bu unsurlar binlerce yıllık medeniyet birikimini de taşıyan unsurlardır. İki asırlık süreçte kurucu unsur Kızılbaşlar tasfiye olacak, ulema ve yerleşik bürokrasi ayakta kalacaktır.
Şah İsmail’in 1501 yılında Akkoyunlu hükümdarı Elvend’i yenerek Safevi Devleti’nin kuruluşunu ilan etmesi İran tarihinde bir dönüm noktasıdır. İsmail, Tebriz’de tahta çıkışından sonra geçen on yıl içinde İran’ın tamamını zapt etmeye ve baskı yoluyla da olsa İran’da siyasi, dini ve coğrafi birlik sağlamaya muvaffak olmuştur. Böylelikle, sekiz asırlık bir fetret döneminden sonra İran yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştır.  Buna binaen Safevi Devleti’ni “milli devlet” olarak niteleyen tezlere rastlansa da, bu yöndeki tanımlamalar bugünün kavramlarıyla geçmişe yönelik bir okuma anlamına geldiğinden muteber addedilmemelidir. Homojenliğin aksine İran coğrafyası o dönemde de çok dilli ve etnik kimlikliydi.
Safevi Devleti öncesinde de İran’da Şiilik mevcut olsa da, toplumun ekseriyeti Sünni mezheplere mensuptu.  Kum, Sebzevar, Kazvin, Ardistan, Ferahan ve Nihavent gibi şehirlerde Şiiler ekseriyeti oluşturuyordu. Buna rağmen bu Şiilik on iki imam Şiiliğinin bilinen formunda değildi. Öyle ki, Şiilik resmi mezhep ilan edildiğinde elde olan tek kitap İbn Muhtar el Hilli’nin “Kavaidu’l- İslam” adlı eseriydi. Şiiliğin akaid ve fıkıh boyutlarının gerçek anlamıyla bilinmemesi heterodoks unsurlara yaygınlık kazandırıyordu. Bu aşırılıkların törpülenip Safevi Hanedanı için tehlike oluşturmayacak bir anlayışın yerleştirilmesi bir zorunluluktu ve bunu sağlamak üzere Safeviler gelecek iki yüz yıl boyunca ulema ithali yoluna gideceklerdi.
Şah İsmail’in ilan ettiği Safevi Devleti başlangıçta teokratik mahiyetteydi. Devletin dini ve siyasi veçhesinde hiçbir resmi sınır yoktu. Zamanla yerleşik hale gelen iktidar bu niteliği törpüleyecek, on iki imam Şiiliğinin gerçek nitelikleriyle toplumsal kabul görmesiyle de ulema kontrolüne yakın bir özellik kazanmıştır. Bu yönüyle Safevi Devleti daha evvel aynı coğrafyada hüküm süren diğer devletlerden farklı, özgün bir yapı sergilemiştir. Bu devlet ile Şia’nın bekleyiş nazariyesinde köklü bir devrim gerçekleşmiş,  Şii kitleleri siyaset ve hâkimiyet ile tanışmıştır.
Geriye dönük bir okumayla İran’da Şiiliğin yayılmasını izah eden iki temel teoriye sahibiz. Aralarında Seyyid Hüseyin Nasr’ın da bulunduğu ilk grup, Şiiliğin tasavvuf ekollerinin de etkisiyle kendiliğinden, yahut çok az baskı ile yayıldığını ileri sürerken, Ali Şeriati’nin de yer aldığı ikinci grup, Şah İsmail ve ardıllarının ülkedeki Sünni nüfusa tarihte eşi görülmemiş baskılar yaptıklarını ve bunun neticesinde Sünnilerin göç ettiğini, kalanların ise Şiileştiğini savunmuşlardır. Bu sebeple Ali Şeriati Safevi dönemi uygulamalarını tanımlarken “Safevi Şiiliği” kavramını kullanır ve onların baskı ile getirdiği Şiiliğin Ali’nin gerçek Şiiliğinin içini boşalttığını ifade eder.
Şah İsmail kısa sürede önemli bir güç haline gelse de, dönemin asli gücü Osmanlı ile kıyaslandığında Safevi Devleti gerçek bir ağırlığa sahip değildir. Zira Osmanlı tevarüs ettiği yerleşik hayat sistemi ile daha Avrupalı bir seyir takip etmiştir. Bu hakikat Çaldıran Savaşı’nda İsmail’in yenilgisiyle aşikâr olmuştur. Baskıcı Şiileştirme politikasının doğurduğu çatışmanın zararlarından uzaklaşmak isteyen ve Osmanlı ile yakınlaşma politikası izleyen Şah II. İsmail (1576 – 1577) döneminde toplumun Şii ve Sünni kesimleri arasında bir denge politikası güdülmek istenmişse de, bu dönem Şah’ın zamansız ölümü ile sona ermiştir. Yeniden gerginlik ortamına dönülmesi İran’ı Batı’dan, Osmanlıyı ise Asya’dan uzaklaştırmıştır.
Devletin otoritesinin yerleşmesi, itaatin sağlanması ve idarenin devamı için askeri sınıf yeterli değildi. Halkın yönetimi meşru görmesi için ilmiye sınıfının oluşturulması gerekiyordu. Ne var ki, ilk asırlardan itibaren Buhari, Gazali, Fahreddin Razi gibi Sünni geleneğe mensup alimler yetiştirmiş ve nüfus olarak da Sünni ağırlıklı olan İran’da Şii alim yok denecek kadar azdı. Bu alimler ile bir dönüşüm sağlamak ve devam ettirmek mümkün değildi. Bu yüzden Safevi Şahları İran’ın kendi havzalarında alim yetiştirebilme kabiliyetini kazanana kadar ulema ithali yoluna gittiler. Arap dünyasının meşhur Şii simaları resmen davet edildiler. Bu davetnamelerde ve akabinde çıkarılan fermanlarda onlara devletin her kademesinde itaatin vacip olduğu ilan edildi. Öyle ki, kendisi de samimi bir Şii olan Şah Tahmasb yayımladığı fermanda Şeyh Ali bin Abdu’l-Ali el-Kereki’yi “şeriatın kurallarının uygulanması, imamların yoluna tabi olunması, bidatlerin temizlenmesi, insanların dalaletten kurtulup hidayete ermesi, mehdiy-i muntazarın naibi, ümmetin müşkillerini çözen…” şeklinde tavsif ediyordu. Geriye dönük bir okumayla bu fermanın siyasi bir kanaldan ifade edilen ilk “velayet-i fakih” beyanı olduğunu söylemek mümkündür.
Safevi Şahlarının davetine icabet eden yahut talihini bu yeni coğrafyada denemek isteyen Şii ulemanın ekseriyeti usuli geleneğe mensup olup bugün Lübnan’da bulunan Cebel Amil bölgesindendir. Bu bölge, dünyadaki Şii nüfusun ancak yüzde birini oluşturmasına rağmen Şii âlimlerin beşte birini yetiştirmeyi başarmış bir halka sahiptir. Şah ile kurduğu ilişki usuli ekole mensup “sivil ulema” arasında tartışma yaratsa da, İran’ı bir ilim ve kültür havzasına dönüştürmek üzere bu bölgeden İran’a giden ulemanın öncüsü Kereki idi. Şah Tahmasb kendisine resmi görevler ve vakıflar vermişti. Sultan ve âlim arasındaki ilişki açısından o, adeta kendinden sonra gelecek ulema için bir yol haritası çıkarmıştı. Kereki’nin etkisiyle Hille okulunun kelam, içtihat ve taklit hususundaki metodik görüşleri İran’ı etkilemekle sınırlı kalmamış, aynı zamanda ilk defa Gaib İmam’ın temsil hakkı gibi büyük bir imtiyaz da Şii ulemanın uhdesine geçmişti. Kereki’nin Camiu’l- Mekasıd isimli eserinde kurgulamaya çalıştığı velayet-i fakih düşüncesi o dönemden bu yana güçlenerek devam etmiş ve neticesini 1979 İran İslam İnkılâbı ile vermiştir.
Neticeten, Çelenk, tarihi verilere dayanarak ele aldığı bu tezi ile henüz aydınlatılmayı bekleyen birçok noktayı da işaret ederek, İran coğrafyasının askeri, siyasi ve dini yapısını değiştiren vakalar zincirine ışık tutuyor. Yazarın da belirttiği gibi, günümüzü anlamak için geçmişe yönelik daha nitelikli çalışmalar yapmak zorundayız. Bunun yolu da, İran’a yönelik akademik çekingenlikten sıyrılmaktan geçiyor.


Not : Değerlendirme ve yönlendirmeleri için Doç.Dr. Muammer İSKENDEROĞLU'na teşekkür ediyorum.