(Kitap incelemesi)
Mehmet ÇELENK, 16. ve
17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri
Bursa: Emin
Yayınları, 2013, 318 sayfa.
İslam coğrafyasının merkezinde
yer alarak tarihi etkilemeyi sürdüren İran’ı anlamak, onun, Osmanlı tarihinden
bağımsız ele alınamayacak serüvenini bihakkın idrak edebilmek ve böylece
geleceğe dönük bir perspektif sunabilmek için İran tarihi ile ilgili
çalışmalara Türk akademik hayatında daha fazla yer açmak gerekiyor. Mehmet
Çelenk, böyle bir ihtiyaca binaen modern İran’a giden yolun köşe taşlarından
olan Safevi Devleti’ni Şiilik bağlamında ele alıyor.
Çelenk’in doktora tezi olarak
hazırladığı çalışması Şia tarihinin en önemli aşamalarından ve İran’ın Şii
tarihinin de dönüm noktalarından birisi olan Safevi Devleti’nin (1501-1722)
Şiilik icraatlarını ve bu icraatların özelde İran’ın Şiileşmesi ve genel olarak
da Şia tarihi açısından nereye oturduğunu inceliyor.
Çelenk, kitabın birinci
bölümünde, Safevi Devleti’nin, pek de alışık olmadığımız bir tarzda, bir
tarikatın zaman içinde hem mezhebi hem siyasi farklılıklara uğrayarak İran
coğrafyasında çok köklü değişiklikler gerçekleştiren bir güce dönüşmesi
sebebiyle, öncelikle Safevi tarikatının temeli olan Erdebil Tekkesi’nin
kuruluşunu inceliyor. Zira yazara göre,
Safevi Devleti tarihini anlamak Safevi tarikatını anlamaktan geçmektedir.
Şeyh Safiyüddin İshaki (ö.1334)
tarafından 1300 yılında, dönemin İran toplumunun yansımasına uygun olarak Sünni
temelde kurulan Erdebil Tekkesi 1300 ile 1500 seneleri arasında iki asırlık bir
tekke/ tarikat döneminden sonra siyasi bir yapılanmaya (Safevi Devleti)
dönüşmüş ve akabinde iki buçuk asırlık bir hanedanlık kurmaya muvaffak
olmuştur. Sünni bir dergâhın bir buçuk asırlık mutedil bir geçmiş ve
faaliyetten sonra Şii/ militarist bir kimliğe kavuşması, dönemin siyasi güç
merkezleri ile bir takım diplomatik münasebetlere girişmesi, ardından üç milyon
kilometre karelik bir alana yayılan ve İsnaaşerriye Şiiliğini resmi inanç
olarak benimsemiş bir devleti netice vermesi birçok açıdan dikkat çekicidir.
Çelenk bu dönüşümü anlamamız için
tarihi açıdan önem arz eden ve açıklık getirilmesi elzem olan iki temel noktaya
dikkat çekiyor. Bunlardan birincisi Safevilerin nesebi iken, ikincisi kavmidir.
Safevi Devleti’nin kurulmasından sonra tutulan kayıtlarda hanedanın soyu Ehli
Beyt’e bağlansa da, Çelenk’e göre bu iddiayı destekleyecek somut bir veri
yoktur. Safevi nesebinin izlerini sürmek için müracaat edilecek malzemenin
günümüze kadar ulaşmış en eski eser olan İbn Bezzaz’ın Safvetü’s Safa isimli eseri başta olmak üzere, Şeyh Safiyüddin
döneminden itibaren yazılmış olan tarih ve biyografi kaynakları olduğuna işaret
eden Çelenk, Safvetü’s Safa’nın
müellif nüshasının bulunamamasının bir handikap olduğunu ve Şah Tahmasb
döneminde yaşamış olan Ebu’l Feth el-Huseyni’nin Safvetü’s Safa’nın içeriğine müdahale edip Şeyh Safiyüddin’i Ehli
Beyt’e bağlayan silsileyi oluşturduğunu söylüyor.
Kesrevi, Togan ve Minorsky’e
göre, Safevilerin seyyidlik iddialarının temelinde şahların İran’da otoritelerini
yerleştirmek, kendilerini Osmanlılardan
ayırt etmek ve bütün Rafızî (Sünnilere aykırı) unsurların yakınlığını
kazanabilmek amacı yatmaktaydı. Yine, Orta Çağ düşünüldüğünde, Ehli Beyt nesebi
bir iktidarın meşruiyeti için herhangi bir güç kaynağının vereceğinden daha
fazla otorite ve kabul getirebilirdi.
İkinci mesele ise Safevilerin
kavmidir. Safeviler ya Türk ya da Kürt menşelidirler. İster Türk isterse Kürt
olsunlar Safevilerin en azından Şeyh Safiyüddin öncesinden başlayarak Türkçe
konuştukları bilinen bir gerçektir. Hatai mahlasıyla yazan Şah İsmail’in
şiirleri de Türkçedir.
Çelenk, kuruluşundan itibaren
incelemeye başladığı tarikatın Safiyüddin İshak’tan Şeyh İbrahim’e kadar olan
yaklaşık yüz elli yıllık döneminin geleneksel bir çizgide olup faaliyetleri
itibariyle bir fevkaladelik içermediğini belirtiyor. Safevi tarikatının Sünni
çizgiden ne zaman ayrılmaya başladığı ve siyasi hedefleri ne zaman
geliştirdiğinin bir tartışma konusu olduğuna işaret eden yazar, aksine
kanaatleri de saymakla beraber, Şiilik
temayüllerinin tarikatın üçüncü dönemi olan Şeyh Hoca Ali’nin şeyhliği
döneminde (1392-1427) belirmeye
başladığını söylüyor.
Şeyh Hoca Ali dönemi tartışmalı
olsa da, Safevilerin Şiilikten açıkça etkilendiği ve siyasi emeller de
geliştirdikleri dönemin Şeyh Cüneyd’in (1447-1460) mürşid-i kamil makamına
geçtiği dönem olduğunda ihtilaf yoktur. Bu dönemde tarikat “Sufizmden siyasete”
bir dönüşüm geçirmeye başlamıştır. Şeyh
Cüneyd’in emellerini anlatan Fazlullah İbn Ruzbihan Hunci (ö.1521) Alemaray-ı Emini isimli kitabında şöyle
der: “Şeyhlik sırası Cüneyd’e geldiğinde
o atalarının yolunu tamamen değiştirdi. Baht kuşu gönlünde yuva kurdu. Onun her
çabası bir toprak ya da bölgeyi fethetmekti.” Bu dönemde Safevi tarikatı
dini, siyasi ve askeri bir mecraya girdi.
Anadolu ve Suriye’de gerçekleştirdiği geziler sırasında etkilediği,
Osmanlı yönetimini hazmedemeyen göçebe Türkmen unsurlar Cüneyd’in liderliğini
kabul ederek, onun askeri gücü haline dönüştüler. Aralarında 1416’da Rumeli’de
bastırılan Şeyh Bedrettin isyanının müritlerinin de bulunduğu, Cüneyd’i
neredeyse bir ilah mertebesine koyan bu unsurların da İran’a gelmesiyle
Cüneyd’in yönetiminde, Erdebil kasabası ve çevresinde Safevi Devleti’nin temeli
atılmış oldu.
Şeyh Cüneyd’in Akkoyunlu Sultanı
Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evliliği onun siyasi hak talebini de
kuvvetlendiren etmenler arasındadır. Böyle de olsa, aşırı Şii görüşleri
sebebiyle Sünni çevrelerden dışlanmaktan ve siyasi alandaki entrikalardan
korunamamıştır.
Şeyh Cüneyd Şirvanşah ile yaptığı
savaş sırasında 1460 yılında öldürülmüştür. Müritleri onun ölümüne inanmak
istemeseler de, bir süre sonra oğlu Haydar’ı yeni mürşid-i kâmil olarak kabul
etmişlerdir. Şeyh Cüneyd’in öncülük ettiği hareket adım adım bir devletin
teşekkülüne ve o devletin Şiiliği resmi inanç olarak ilan etmesine yol açtığı
için özgündür.
Şeyh Cüneyd’in faaliyetleri
sonucunda olgunlaşan “siyasi arayış”
oğlu Haydar’ın eliyle bir adım daha ileri götürülecek ve torunu Şah İsmail
tarafından da son şekli verilecektir. Şeyh Haydar döneminde ortaya çıkan
gerçek, tarikatın başının Erdebil’de, gövdesinin ise Anadolu’da olduğuydu. Şeyh
Haydar Anadolu’dan çektiği bu müritleri düzenli “gaziler gücü” haline getirmeyi
başardı. Başka bir açıdan bakanlar ise bu durumu Türkmenlerin Safevi şeyhi
üzerinde oluşturdukları baskı ile tarikatı askeri bir organizasyona dönüştürmek
olarak izah ederler. Bu dönemde Erdebil tam bir ordugâh halini almıştır.
Osmanlı/ Sünni tarihinde tümüyle
menfi anlamlar ifade eden Kızılbaş kelimesi de bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Şeyh Haydar müritlerinin diğer insanlardan ayrışmasını istediğinden onların “Tac-ı Haydari” denilen kavuk şeklinde
on iki dilimli kırmızı serpuş takmalarını emretmiştir. On iki dilimin on iki
imamı temsil ettiği ileri sürülmüştür.
Sünni ulema ise Cüneyd, Haydar ve müritlerinin itikadının İslam
dünyasında yaygın olan mezheplerden tamamen farklı olduğuna kanaat getirmiştir.
Kendisine sarsılmaz bir inançla
bağlı olan Kızılbaş askerlerle babası Cüneyd’in intikamını arayan Şeyh Haydar
da 1488 yılında Akkoyunlu – Şirvanşah ittifakına karşı giriştiği savaşta
hayatını kaybetmiştir.
Şeyh Haydar’ın yerine geçen büyük
oğlu Sultan Ali (1488-1494) döneminde kısa bir duraklamanın ardından tarikat
yeniden toparlanıp askeri güce kavuşsa da, o da girdiği bir çatışmada hayatını
kaybetmiştir. Sultan Ali, vefatından az evvel tacını kardeşi İsmail’in başına
koyarak onu Erdebil’e yollamıştır. Görüldüğü üzere Erdebil Tekkesi üç liderini
ard arda gelen savaşlarda kaybetmesine rağmen varlığını korumayı başarmıştır.
Tekke’nin Şeyhi olan İsmail
1494’ten 1501’e kadar gizlenmiştir. Her ne kadar gizleniyor olsa da, İsmail,
çevre ülkelerdeki müritleriyle irtibatını halifeler vasıtasıyla sürdürmüştür.
Gizlendiği dönem boyunca sıkı bir eğitimden geçirilen İsmail büyük bir kültür
adamı, tasavvufu anlayan, hem Türkçe hem de Farsçada mükemmel bir şair olarak
ortaya çıkmıştır. Ne var ki, onun inanışı bugünkü anlamıyla on iki imam
Şiiliğinden çok uzaktır. O, içine Şamanizm’in de karıştığı bazı heterodoks
inançlara sahiptir.
İsmail ortaya çıkıp siyasi
hâkimiyetini ilan ettiğinde henüz on üç yaşındadır. Müritleri üzerinde mutlak
hâkimiyete sahip olan İsmail, mürşid-i kâmil, seyyid, İmam Mehdi’nin özel naibi
ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sıfatlarını kendinde cem ederek maddi ve manevi
iktidarını tartışılmaz kılmıştır. Çaldıran Savaşı’nda aldığı mağlubiyete dek
hiçbir savaşta yenilgi yüzü görmeyen İsmail’in sözünden çıkmanın dinden çıkmak
ile eş anlamlı halde olduğu o dönem için bu güç kıyas kabul etmez bir haldi.
Şah İsmail’in liderliğinde
başlayan süreçte sadece tarikat Şiileşmekle kalmamış, katı bir mezhep
politikası güderek misyoner gibi faaliyet gösteren Safevi Devleti iki asırlık
bir sürenin sonunda İran’ın inanç haritasını da neredeyse tamamen değiştirmiş,
hâkim Sünni telakki yerini Şiiliğe bırakmıştır. Bu dönem, aynı zamanda, günümüz
İran sınırlarının şekillendiği, geleneksel İran toprakları olarak bilinen
coğrafyanın Arap fetihleri ve İslam’ın kabul edildiği zamandan beri ilk defa
İran kökenli bir hanedan tarafından tek bir otorite altında toplandığı dönem
olmuştur.
Tezin/ kitabın ikinci bölümünde
Safevi Devleti’nin teşekkül ve gelişimini ele alan Çelenk, konuyu askeri
faaliyetler, Şiiliğin resmi mezhep olarak kabulü ve dayatılması ile buna bağlı
olarak ulema ithali başlıkları altında inceliyor.
Çelenk’e göre, İran’ın siyasi
tarihinde devrimci grupların her zaman etkisi olmuştur. İslam sonrası dönemde
bunlar Şiilikle aynileşmeye başlamış ve siyasi erki ele geçirdikten sonra da
daha mutedil olan on iki imam Şiiliğine dönüşmüşlerdir. Safevi Devleti kuruluşunda bu devrimci/ aşırı
unsurlara dayansa da, devletin idamesi ve toplumun idaresi için geçmiş
iktidarların yolundan giderek şehirli/ entelektüel Farisi/ İranlı unsurlara
yanaşacaktır. Bu unsurlar binlerce yıllık medeniyet birikimini de taşıyan
unsurlardır. İki asırlık süreçte kurucu unsur Kızılbaşlar tasfiye olacak, ulema
ve yerleşik bürokrasi ayakta kalacaktır.
Şah İsmail’in 1501 yılında
Akkoyunlu hükümdarı Elvend’i yenerek Safevi Devleti’nin kuruluşunu ilan etmesi
İran tarihinde bir dönüm noktasıdır. İsmail, Tebriz’de tahta çıkışından sonra
geçen on yıl içinde İran’ın tamamını zapt etmeye ve baskı yoluyla da olsa
İran’da siyasi, dini ve coğrafi birlik sağlamaya muvaffak olmuştur. Böylelikle,
sekiz asırlık bir fetret döneminden sonra İran yeniden tarih sahnesindeki
yerini almıştır. Buna binaen Safevi
Devleti’ni “milli devlet” olarak niteleyen tezlere rastlansa da, bu yöndeki
tanımlamalar bugünün kavramlarıyla geçmişe yönelik bir okuma anlamına
geldiğinden muteber addedilmemelidir. Homojenliğin aksine İran coğrafyası o
dönemde de çok dilli ve etnik kimlikliydi.
Safevi Devleti öncesinde de
İran’da Şiilik mevcut olsa da, toplumun ekseriyeti Sünni mezheplere
mensuptu. Kum, Sebzevar, Kazvin,
Ardistan, Ferahan ve Nihavent gibi şehirlerde Şiiler ekseriyeti oluşturuyordu.
Buna rağmen bu Şiilik on iki imam Şiiliğinin bilinen formunda değildi. Öyle ki,
Şiilik resmi mezhep ilan edildiğinde elde olan tek kitap İbn Muhtar el
Hilli’nin “Kavaidu’l- İslam” adlı
eseriydi. Şiiliğin akaid ve fıkıh boyutlarının gerçek anlamıyla bilinmemesi
heterodoks unsurlara yaygınlık kazandırıyordu. Bu aşırılıkların törpülenip
Safevi Hanedanı için tehlike oluşturmayacak bir anlayışın yerleştirilmesi bir
zorunluluktu ve bunu sağlamak üzere Safeviler gelecek iki yüz yıl boyunca ulema
ithali yoluna gideceklerdi.
Şah İsmail’in ilan ettiği Safevi
Devleti başlangıçta teokratik mahiyetteydi. Devletin dini ve siyasi veçhesinde
hiçbir resmi sınır yoktu. Zamanla yerleşik hale gelen iktidar bu niteliği
törpüleyecek, on iki imam Şiiliğinin gerçek nitelikleriyle toplumsal kabul
görmesiyle de ulema kontrolüne yakın bir özellik kazanmıştır. Bu yönüyle Safevi
Devleti daha evvel aynı coğrafyada hüküm süren diğer devletlerden farklı, özgün
bir yapı sergilemiştir. Bu devlet ile Şia’nın bekleyiş nazariyesinde köklü bir
devrim gerçekleşmiş, Şii kitleleri
siyaset ve hâkimiyet ile tanışmıştır.
Geriye dönük bir okumayla İran’da
Şiiliğin yayılmasını izah eden iki temel teoriye sahibiz. Aralarında Seyyid
Hüseyin Nasr’ın da bulunduğu ilk grup, Şiiliğin tasavvuf ekollerinin de
etkisiyle kendiliğinden, yahut çok az baskı ile yayıldığını ileri sürerken, Ali
Şeriati’nin de yer aldığı ikinci grup, Şah İsmail ve ardıllarının ülkedeki
Sünni nüfusa tarihte eşi görülmemiş baskılar yaptıklarını ve bunun neticesinde
Sünnilerin göç ettiğini, kalanların ise Şiileştiğini savunmuşlardır. Bu sebeple
Ali Şeriati Safevi dönemi uygulamalarını tanımlarken “Safevi Şiiliği” kavramını
kullanır ve onların baskı ile getirdiği Şiiliğin Ali’nin gerçek Şiiliğinin
içini boşalttığını ifade eder.
Şah İsmail kısa sürede önemli bir
güç haline gelse de, dönemin asli gücü Osmanlı ile kıyaslandığında Safevi
Devleti gerçek bir ağırlığa sahip değildir. Zira Osmanlı tevarüs ettiği
yerleşik hayat sistemi ile daha Avrupalı bir seyir takip etmiştir. Bu hakikat
Çaldıran Savaşı’nda İsmail’in yenilgisiyle aşikâr olmuştur. Baskıcı Şiileştirme
politikasının doğurduğu çatışmanın zararlarından uzaklaşmak isteyen ve Osmanlı
ile yakınlaşma politikası izleyen Şah II. İsmail (1576 – 1577) döneminde
toplumun Şii ve Sünni kesimleri arasında bir denge politikası güdülmek
istenmişse de, bu dönem Şah’ın zamansız ölümü ile sona ermiştir. Yeniden
gerginlik ortamına dönülmesi İran’ı Batı’dan, Osmanlıyı ise Asya’dan
uzaklaştırmıştır.
Devletin otoritesinin yerleşmesi,
itaatin sağlanması ve idarenin devamı için askeri sınıf yeterli değildi. Halkın
yönetimi meşru görmesi için ilmiye sınıfının oluşturulması gerekiyordu. Ne var
ki, ilk asırlardan itibaren Buhari, Gazali, Fahreddin Razi gibi Sünni geleneğe
mensup alimler yetiştirmiş ve nüfus olarak da Sünni ağırlıklı olan İran’da Şii
alim yok denecek kadar azdı. Bu alimler ile bir dönüşüm sağlamak ve devam
ettirmek mümkün değildi. Bu yüzden Safevi Şahları İran’ın kendi havzalarında
alim yetiştirebilme kabiliyetini kazanana kadar ulema ithali yoluna gittiler. Arap
dünyasının meşhur Şii simaları resmen davet edildiler. Bu davetnamelerde ve
akabinde çıkarılan fermanlarda onlara devletin her kademesinde itaatin vacip
olduğu ilan edildi. Öyle ki, kendisi de samimi bir Şii olan Şah Tahmasb
yayımladığı fermanda Şeyh Ali bin Abdu’l-Ali el-Kereki’yi “şeriatın kurallarının uygulanması, imamların yoluna tabi olunması,
bidatlerin temizlenmesi, insanların dalaletten kurtulup hidayete ermesi,
mehdiy-i muntazarın naibi, ümmetin müşkillerini çözen…” şeklinde tavsif
ediyordu. Geriye dönük bir okumayla bu fermanın siyasi bir kanaldan ifade
edilen ilk “velayet-i fakih” beyanı
olduğunu söylemek mümkündür.
Safevi Şahlarının davetine icabet
eden yahut talihini bu yeni coğrafyada denemek isteyen Şii ulemanın ekseriyeti
usuli geleneğe mensup olup bugün Lübnan’da bulunan Cebel Amil bölgesindendir.
Bu bölge, dünyadaki Şii nüfusun ancak yüzde birini oluşturmasına rağmen Şii
âlimlerin beşte birini yetiştirmeyi başarmış bir halka sahiptir. Şah ile
kurduğu ilişki usuli ekole mensup “sivil
ulema” arasında tartışma yaratsa da, İran’ı bir ilim ve kültür havzasına
dönüştürmek üzere bu bölgeden İran’a giden ulemanın öncüsü Kereki idi. Şah
Tahmasb kendisine resmi görevler ve vakıflar vermişti. Sultan ve âlim
arasındaki ilişki açısından o, adeta kendinden sonra gelecek ulema için bir yol
haritası çıkarmıştı. Kereki’nin etkisiyle Hille okulunun kelam, içtihat ve
taklit hususundaki metodik görüşleri İran’ı etkilemekle sınırlı kalmamış, aynı
zamanda ilk defa Gaib İmam’ın temsil hakkı gibi büyük bir imtiyaz da Şii
ulemanın uhdesine geçmişti. Kereki’nin Camiu’l-
Mekasıd isimli eserinde kurgulamaya çalıştığı velayet-i fakih düşüncesi o
dönemden bu yana güçlenerek devam etmiş ve neticesini 1979 İran İslam İnkılâbı
ile vermiştir.
Neticeten, Çelenk, tarihi verilere
dayanarak ele aldığı bu tezi ile henüz aydınlatılmayı bekleyen birçok noktayı
da işaret ederek, İran coğrafyasının askeri, siyasi ve dini yapısını değiştiren
vakalar zincirine ışık tutuyor. Yazarın da belirttiği gibi, günümüzü anlamak
için geçmişe yönelik daha nitelikli çalışmalar yapmak zorundayız. Bunun yolu
da, İran’a yönelik akademik çekingenlikten sıyrılmaktan geçiyor.