Translate

23 Aralık 2010 Perşembe

Mavi Marmara davasını da getirmeli

Gürkan BİÇEN
İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Başkanı Bülent YILDIRIM, 31 Mayıs 2010 tarihinde siyonist yapının askerlerinin dokuz vatandaşımızı şehit ettikleri Mavi Marmara gemisinin 26 Aralık 2010’da İstanbul’a geleceğini ve bu sebeple büyük bir karşılama merasimi düzenleneceğini açıkladı. Mücahade anında gemide olanların şu an gemide yer almayacak olması karşılamayı eşyaya dönük bir tutkuya çeviriyor gibi dursa da, şahadet gibi, insanın cismini aşan anlamların yaşandığı anların izlerini taşıyan mekânların cazibesi de kolayca yadsınamaz. Vakanın bu yönünü bir yana koyuyoruz.

Tüm dünyanın malumu olduğu üzere siyonist yapı, Türkiye’nin kendi başına bir inisiyatif alma çabasını akamete uğratmak ve Türkiye’nin şahsında yeryüzünün tüm özgür ruhlarına karşı açık bir yıldırma politikası uygulamak üzere sivil bir gemiye silahlı saldırıda bulundu. Türkiyeli Müslümanlar şehitler kazandı ve Allah’ın şer görünenler hakkındaki sünneti her zaman olduğu gibi işledi: “fi vaka ma hayr” (Olanda hayır vardır).

Türkiye’nin gösterdiği tepki neticesi gemide bulunan herkes en kısa sürede serbest bırakılmış olsa da, olay anından itibaren hak arama mercii olarak uluslararası kuruluşların gösterilmesi Türkiye’nin egemenlik ve buna bağlı olarak yargı hakkını kullanma isteğinde bir zafiyetin varlığına yorumlandı. Saldırının uluslararası sularda gerçekleştirilmiş olmasından bahisle ısrarla uluslararası hukuka atıf yapılıyor olsa da, uluslararası kurumların oluşturduğu yargı mekanizmasının güvenilmezliği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 827 S/RES/827 (1993) Sayılı ve 25 Mayıs 1993 Tarihli Karan ile Eski Yugoslavya ile İlgili Uluslararası Ceza Mahkemesinin uygulamalarıyla açığa çıkmıştır. Srebrenica katliamında soykırımı kabul edip faili bulamayan, Sırbistan’ın sorumlu tutulamayacağını açıklayan Lahey Adalet Divanı da yakın zamanda şahitlik ettiğimiz bir diğer örnektir.

Türkiye’nin, olayın akabinde başlattığı delil toplama işlemleri çerçevesinde şehitlerin naaşları üzerinde yapılan otopsiler neticesi bu kişilerin ateşli silah yaralanmasına bağlı sebeplerle hayatlarını kaybettikleri belirlendi. Yaralıların ifadelerine başvuruldu ve şikâyete konu olay hakkında görgüye dayalı bilgiler toplandı. Yine gemide bulunanların kendi imkânları ile yapmış oldukları ses ve görüntü kayıtları dosyaya dâhil edildi. Olay mahalli olan Mavi Marmara gemisinin Türkiye’de uğradığı ilk limanda suça konu olayla ilgili gemide mevcut deliller belirlendi. Bu işlemlerin büyük bir kısmı kamuoyuna da yansıdı. Ne var ki, Türkiye kamuoyu faillerin tespit edilip edilmediğini ve tespit edilmiş ise haklarında Türkiye’de bir dava açılıp açılmayacağını bilmemekte.

Soruşturmanın seyri, basına yansıyan haberler, hukukçuların kendi aralarında ve internet gruplarında yürüttükleri tartışmalar Türkiye’nin iç hukuku uygulama noktasında isteksiz olduğunu gösteriyor. Adli soruşturmanın birkaç hususu aşmakta zorlandığı anlaşılıyor. Her şeyden evvel, soruşturma makamı Türkiye’nin yargılama yetkisi konusunda bir karara varamamış görünüyor. Yürürlükteki Türk Ceza Kanununun yer bakımından uygulama alanını belirleyen sekizinci maddesi; “Suç, (…)Açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında veya bu araçlarla, (…) işlendiğinde Türkiye’de işlenmiş sayılır” hükmünü havidir. Mavi Marmara gemisi olay anında Komor Adaları bandıralı olduğundan soruşturma makamının sekizinci maddenin uygulama alanı açısından tereddüde düştüğü anlaşılıyor.
Kanaatimizce Türk Ceza Kanununun 8.maddesinde geçen “Türk deniz ve hava araçlarında” ibaresini hiçbir genişletme yapmadan anlamak lazım gelir. Bir başka ifadeyle, deniz araçları açısından aranan şartın “Türk gemi siciline kayıt” olmadığı maddenin lafzındaki açık anlama istinaden kabul edilmelidir. Bu durumda soruşturma makamının Türk Ticaret Kanunu madde 823’de yer alan “Türk gemisi” tanımını dikkate alması gerekir. Bahsedilen maddede; “Türk kanunları uyarınca kurulup da; Tüzel kişiliği haiz olan teşekkül, müessese, dernek ve vakıfların malı olan gemiler idare organını teşkil eden kişilerin çoğunluğu Türk vatandaşı olmak, (…) şartıyla Türk gemisi sayılırlar.” hükmüne yer verilmektedir. Şayet İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı Mavi Marmara gemisinin işletme hakkını 823.maddede açıklanan niteliklere sahip olmayan kişilere en az bir yıl süre ile bırakmamış ise 824.maddede yer alan istisna da uygulama alanı bulmayacaktır. Bilindiği kadarıyla Mavi Marmara gemisinin sahipleri ve işletenleri değişmemiştir. Öyleyse Mavi Marmara gemisini hem Türk Ticaret Kanunu hem de Türk Ceza Kanunu açısından bir “Türk gemisi” olarak kabul etmek yasa koyucunun iradesine uygun olan tercihtir.

Bir diğer tereddüt ise faillerin kimliği konusudur. Soruşturma makamı gerek Emniyet Genel Müdürlüğü ve gerekse Milli İstihbarat Teşkilatı aracılığı ile faillerin açık kimliklerine ulaşma imkânına sahip olmalıdır. Saldırı emrini veren yetkililerin tespiti ise nispeten daha kolay olacaktır. Soruşturma makamını duraksatabilecek husus, siyonist devletin üst düzey rütbeli askerlerine, siyasetçilerine, bürokratlarına ve parlamenterlerine kadar uzanacak bir listenin çıkaracağı politik ve diplomatik kriz ihtimali olabilir. Ancak, Ceza Muhakemeleri Kanununun suçu öğrenen Cumhuriyet Savcısının derhal harekete geçmesini öngören amir hükmü karşısında soruşturma makamının bu tür endişelerinin haklılık payı olmayacaktır.

Siyasetçiler ve diplomatlar Türkiye Cumhuriyetinin haklarını ve itibarını korumakla görevli olduğu gibi Cumhuriyet Savcıları da egemenlik hakkının bir tezahürü olan yargılama yetkisinin kullanılmasını sağlamakla görevlidirler. Mavi Marmara soruşturmasında tereddütleri olsa bile failler hakkında cezalandırılma talebiyle bir kamu davası açmalı ve yukarıda bahsettiğimiz çekincelerin tartışılmasını mahkemeye bırakmalıdırlar. Öte yandan, böyle bir davanın açılması failleri savunma yapmak üzere davet edecek olan Türkiye’nin de kudretinin somut göstergesi olacaktır.

Evet, siyonistler özür dilesin ve açtıkları maddi zararı telafi etsinler. Bunun için sarf edilen çabayı anlamsız bulmuyoruz. Bununla birlikte suçun failleri Türkiye’de Türk hukuku uyarınca yargılanmalı ve böylelikle şehitlerin varislerinin davada yer almalarına, bu yolla haklarını tam olarak aramalarına / kullanmalarına da imkân verilmelidir. Haklarımızın özür ve tazminattan ibaret olmadığı asla unutulmamalıdır.

Ümit ediyorum ki, Mavi Marmara iftihar vesilesi anılarla birlikte davasını da yüklenerek gelecektir!

4 Aralık 2010 Cumartesi

Amerikan Belgeleri



Gürkan BİÇEN



Yarı şaka yarı ciddi bir söylencede “Amerika’da neden darbe olmaz ?” sorusuna “Çünkü orada darbeyi planlayacak bir Amerikan elçiliği yoktur” cevabı verilir. Çok dillendirilmese de, Amerika bu tür vazifeleri İngiltere’den devralmıştır. Yüz yıl evvelki bir İngiliz elçisinin duruşunu bugün bir Amerikan elçisi sürdürmektedir. İngiliz arşivlerini ucundan da olsa bilenler bugün ortalığa saçılan belgelerin üslubuna ve içeriğine şaşırmayacaklardır. Şu var ki, yüz yıl evvel İngiltere kendisini dengeleyebilecek güçlerin varlığının bilincindeyken bugün Amerika kör bir gurur içindedir.

İran İslam İnkılâbı’nın dünya halklarına bir hizmeti de Amerikan elçiliklerinin gerçek mahiyetlerini hiçbir münakaşaya mahal bırakmaksızın gün yüzüne çıkarmış olmasıdır. İnkılâbın akabinde İran içinde başlayan suikastlar zinciri İnkılâbın birçok evladını daha yolun başındayken alıp götürmüştü. İslam İnkılâbı’nın muhaliflerini teknik, lojistik ve enformasyon açıdan destekleyen gücün Amerika ve Amerikan hükümeti adına bu işi İran’da organize edenin de Amerikan Elçiliği olduğu açıktı. İranlı öğrenciler 4 Kasım 1979’da başlattıkları bir eylem ile Amerikan Elçiliğini kontrol altına almış ve bu binada var olan teknik tertibatın mahiyeti ile kullanılış şeklini tüm dünyaya ilan etmişlerdi. Birçok ülkenin sahip olabilmek için en az yirmi yıl daha bekleyecekleri cihazlar Amerikan çıkarlarını yerel halkın aleyhine korumakta kullanılmak üzere bu binaya yerleştirilmişti.

Bahçede yer alan uydu alıcı / vericileri iletişimin temel unsurlarındandı. İçeride, konsolosluk hizmetleri verilen binanın ikinci katında, Tahran’daki ve civar bölgelerdeki telefon görüşmelerini dinlemek için kurulmuş cihazlar mevcuttu. Buradan elde edilen bilgiler yan yana hazırlanmış iki odada işleniyordu. Bunlar, dışarısıyla bağlantısı tamamen kesilmiş, şifrelerini ancak içine girecek kişinin bildiği ve çelik kapının girişinde zemine yerleştirilmiş tartı sistemi ile yetkilinin ağırlığına ayarlanmış kilit sistemlerine sahip odalardı. Odalardan birisinde belgeleri hazırlayan kişi yer alıyor ve diğerinde ise belgeyi vereni görmeyen, görevi belgeyi şifrelemek olan kişi bulunuyordu. Hiçbir bilgi şifrelenmeksizin gönderilmiyor, böylelikle, Amerikan Elçiliği içinde bile sızma riskinin en alt düzeye düşürülmesi amaçlanıyordu.

Bu odalardan birisinde İran içinde ve diğer ülkelerde yasadışı operasyonlara katılacak olan ajanlar için sahte pasaportlar ve ilgili ülkeye ait belgeler hazırlanıyordu. Bu belgeler sayesinde Amerikan casusları birçok ülkede ellerini kollarını sallayarak gezebiliyorlardı.

Binada birkaç tipte kâğıt imha makinesi de vardı. Bunlar, işleri biten belgelerin imhasında yahut acil bir durumda bütün belgelerin imhası amacıyla kullanılıyordu. Amerikan Elçiliğinin kontrol altına alınması sırasında binlerce belge bu makinelerle imha edilmişti. Buna rağmen İranlı öğrenciler aylarca çalışarak bu belgeleri bir araya getirmeyi başarmış ve bu belge içeriklerinden seksen kadar kitap basılmıştı.

Elçilik binasının içinde yer alan en dikkat çekici mekân ise “Cam Oda” idi. İçinde yer alanları görmeyi sağlayan ancak konuşulanları duyma imkânı olmayacak şekilde yalıtılmış bulunan bu odaya ancak üç kişi girebiliyordu: Amerikan Elçisi, CIA Bölge Şefi ve Şahın İstihbarat Servisi Başkanı. Bu oda son derece gizli görüşmeler için hazırlanmıştı. İran’ın yaşadığı birçok acı olayın planlarının bu odadaki konuşmalarla şekillendirildiği ve nihai kararların bu odada alındığı açıktı.
Amerikalı personelin profesyonelliği de dikkat çekiciydi. Öğrencilerin elçiliği kontrol altında tuttuğu dönemde buraya gelen Hamanei ile elçinin konuşması tercümana ihtiyaç olmaksızın gerçekleşiyor ve elçi Hamanei’ye akıcı bir Farsça ile hitap ediyordu. Amerikalılar çıkarlarını korumak için gerekenleri de yerine getiriyorlardı. Bugün bile, bulundukları ülkelerin resmi dillerini dahi konuşamayan birçok İranlı ve Türk diplomatın ve görevlinin varlığını bilenler için bu durum ders çıkarılması gereken bir hususu işaret etmektedir.

İranlı öğrenciler Amerikan Elçiliğini 444 gün boyunca kontrol altında tuttuktan sonra Amerikalı personel 20 Ocak 1981’de İran’dan çıkarıldı. Bu süreçte halklar Amerikan elçiliklerinin salt konsolosluk hizmetleri sağlamak için kullanılmadığını görmüş oldular ve dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İstanbul’da da İranlı öğrencilere destek gösterileri yaptılar.

Amerika’nın İran içindeki operasyonları bundan sonra da bitmedi. Petrolü millileştiren ve bu sebeple bir CIA darbesi ile devrilen Musaddık’ın ölüm yıldönümünde yapılan anma töreninde, 5 Mart 1981’de, bir konuşma yapan Hamanei, 1973 yılında CIA destekli bir darbeyle devrilen Şili’nin Marksist lideri Allande’yi de hatırlatarak, “Allande’nin tersine bizler, CIA’nin ortadan kaldırabileceği liberaller değiliz” diyordu. Ittılaat Gazetesi’nin 6 Mart 1981 tarihli nüshasında yayımlanan bu konuşmanın temelinde, şüphesiz, İmam Humeyni’nin Amerikan elçiliğinin kontrol altında tutulması sırasında Amerika’nın tepkisinden çekinenlere söylediği, “Amerika hiçbir halt edemez” sözü yer alıyordu. Amerika’nın İran üzerindeki emellerine ulaşmak için yönlendirdiği terör eylemleri 27 Haziran 1981’de Hamanei’yi, bir gün sonra da Cumhur-i İslami Partisinin merkez binasını hedef alıyordu. Bombalarla çökertilen binada bulunan Ayetullah Beheşti ve 72 arkadaşı şehit oluyorlardı.

İranlı Müslümanlar Amerikan Elçiliği binasının duvarlarını hak – batıl savaşını simgeleyen resimlerle donatmış ve burada bir zafer kazanmış olsalar da, Amerika’nın genelde Müslüman coğrafyaya ve özelde İran’a yönelik planları halen son bulmuş değildir ve Amerika tüm bölgeyi kontrol altına alabilmek için her türlü oyunu sergilemeye hazır haldedir. Bir anda yazılı, görsel ve elektronik medyayı kaplayan Wikileaks de bunlardan birisidir. Binlerce isim altında çalışan enformasyon ağının aslında bir tekel olduğunun ve Müslüman Dünyanın enformasyon ağının Batı’nın enformasyon ağını etkisiz hale getirme açısından halen çok ama çok yetersiz bir vaziyette bulunduğunun bilincinde olanlar açısından sahnelenen ancak, konuşuldukça Amerika’nın faydalandığı bir Ali Cengiz oyunudur. Öyleyse, biz, dikkatimizi onların yaydığı fesadı konuşmaya / yaygınlaştırmaya değil kendi vazifelerimizi ifaya teksif etmeliyiz.















































25 Kasım 2010 Perşembe

Biz aslana aslan deriz

Gürkan BİÇEN



NATO’nun önümüzdeki yıllarda uygulamaya koyacağı stratejik savunma anlayışının karara bağlanacağı Lizbon Zirvesi nihayete erdiğinde beklenen oldu ve Türkiye, medyaya yansıyan coşkun yüzü ile belgelere koyduğu imzalar arasındaki farkı örtemez hale geldi. Lizbon Zirvesi’nin hazırlıkları sürerken Birleşik Arap Emirliklerinden Suudi Arabistan’a geçen Sayın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, Lizbon’da alınması muhtemel karara işaret ediyor; “İran füze kalkanı konusunda tutumumuzu anlıyor. Biz orada istediğimizi elde ediyoruz.” diyordu. İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest “Bu proje ile Siyonist rejim desteklenmek ve onun cinayet ve katliamları kayırılmak istenilmektedir. Umuyoruz ki, bölge ülkeleri de böyle bir şeye fırsat vermesinler. Biz bu konudaki kaygılarımızı dost ve komşu ülke Türkiye’ye ifade ettik.” sözleriyle İran’ın projeye yönelik bakış açısını ortaya koyuyordu.

Evvela bir Amerikan projesi olarak sunulan ve Polonya’ya yerleştirileceği söylenen radar ve füze imha sistemleri Rusya’nın muhalefetinin akabinde NATO projesi olarak gündeme getirilmiş ve tüm süreç boyunca, muhtemel tehdidin İran olduğu açıklanmıştı. Sistemlerin Polonya’ya yerleştirilemeyeceğinin anlaşılması ile NATO’nun diğer ülkeleri ve hassaten Türkiye üzerinde konuşulmaya başlanmıştı. Amerikan Kara Kuvvetlerinin desteği ile on dilde yayım yapan SETIMES sitesi radar ve füze fırlatma sistemlerinin yerleştirilmesi konusunda Arnavutluk’un istekli olduğunu da bu dönemde bildirmişti. Haberde, diplomatik kaynakların bu hususu teyit ettikleri, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen'in Arnavutluk ve Hırvatistan'a yaptığı ilk resmi ziyarette Başbakan Sali Berişa’nın Rasmussen'e Arnavutluk'un radar ve füze sistemlerine topraklarında yer vermek de dâhil olmak üzere bir NATO üyesi olarak tüm yükümlülüklerini yerine getirmeye hazır olduğuna dair güvence verdiği bildirilmişti.

Arnavutluk’u NATO’ya taşıyan etkenlerden birisinin Türkiye olduğu ve Türkiye’nin Balkan ülkelerinin Avrupa – Atlantik kurumlarına entegrasyon sürecini desteklediği bilinen bir durumdur. Hakeza Arnavut halkının Amerika yanlısı halklar arasında üst sıralarda yer aldığı, Müslüman halklar arasında ise en üst sırada olduğu da. Bir başka gerçeklik ise Amerika’nın Arnavutluk, Kosova gibi ülkeleri resmi sıfatı Büyükelçi olan “Sömürge Valileri” ile yönettiğidir. Bir NATO ülkesi olmakla birlikte halkının ekseriyetinin Amerikan karşıtı olduğu bilinen Türkiye’nin bu kritik dönemdeki eksikliği / başarısızlığı NATO ülkelerine hizmet etmeye hazır Arnavutluk seçeneğini gündemde tutamamış olmasıdır. Bu seçenek üzerinde çalışılmasını önermek yerine “buton” tartışmalarına girmek cephe ülkesi olmayı kabullenmek anlamına gelmiştir ve Davutoğlu’nun Lizbon Zirvesi öncesindeki “İran füze kalkanı konusunda tutumumuzu anlıyor.”beyanının başkaca bir makul tevili de yoktur. İran Türkiye’yi anlamak istese de, araya bir şüphenin girdiği açıktır. Umulur ki, Türkiye bundan sonra yürüteceği faaliyetlerle, kendisini, yürütmekte olduğu dış politikanın psikolojik zemininden uzaklaştıracak bu durumu değiştirmeyi başarır.

Türkiye nihai bildirgeye İran ismini geçirtmese de, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası evirildiği yönü dikkate alanlar İslam Dünyası’nın güçlü ve bağımsız sesi İran’ın Müslüman halklar adına muhtemel tehdit listesinin en başına konulduğunu teslim edeceklerdir. Ancak NATO ülkelerinin askeri kapasiteleri ile karşılaştırıldığında İran’ın saldırı gücünün anlamsız denecek düzeyde olduğu da kabuller arasında yer almaktadır. Bununla birlikte, Doğu Ergil İran hakkındaki tartışmaya bir başka açıdan bakıyor ve kıyası kabil olmayan maddi gücün karşısında İran lehine bir başka kuvvetin yer aldığını söylüyor. Ergil’e göre, “İran-Irak Savaşı'nda (1980-88) ellerinde mollaların verdiği cennetin anahtarlarıyla mayın tarlalarında yürüyen yüzlerce intihar gönüllüsüne şahit olmuşken İran'ın intihar gönüllülerinden oluşan sonsuz bir kaynağı olduğunu göz önüne alırsak, herhangi olası bir savaş askeri değil ruhani bir dirençle karşılaşacaktır ki Batı'nın bunu kavraması güçtür.”

Nicolas Sarkozy, Lizbon Zirvesi’nin hemen akabinde tehdidin İran olduğunu açık yüreklilikle söylemek gerektiğini ifade etmiş ve “Biz kediye kedi deriz” demiştir. Biz ise, İslam’ın hürriyetperver ruhu adına mayın tarlalarından gülerek geçen bir halkı aslan olarak kabul ederiz ve hiç eğip bükmeden söyleriz: “Biz aslana aslan deriz”

31 Ekim 2010 Pazar

Numan Kurtulmuş’a tavsiyem

Gürkan BİÇEN


Siyaset arenasının dışında birisi için bu alanın içindekilere akıl vermeye kalkmak belki yakışık alacak bir durum değildir. Ne var ki, temel ilkelerimizin bizi “hakkı” ve “sabr”ı tavsiye etmekle yükümlü kıldığını da biliyoruz. Öyle ise, halen partileşme çabasındaki bir oluşuma, Milli Görüş’ün yeni haline bazı hususları hatırlatmanın fayda sağlayabileceğini umduğumuzu söyleyebiliriz.

Saadet Partisi ile yollarını ayırdığı gün Sayın Numan Kurtulmuş yaptığı açıklamada, “Şunun da bilinmesini istiyorum. Hiç kimseye bir borcum yoktur ve hiçbir kimseye bir borç altına girmeden bu kararlı yürüyüşümü hayatımın sonuna kadar sürdüreceğim. Bir tek borcumuz vardır; bu ülkenin mazlumlarına, bu ülkenin mağdurlarına, bu ülkenin unutulmuşlarına, bu ülkenin horlanmışlarına, kısacası bu ülkenin mağdurlarına karşı borçluyuz ve bu borcu ödemek için bütün gücümüzle mücadele edeceğiz.” diyordu. Yine bu hareketin temel ilkelerinden birisinin “anti emperyalist” olmak olduğunu sıklıkla beyan ediyordu. Bizim bu sözlerden anlamamız gereken şey, yürüyüşün bundan sonraki kısmının mazlumlarla, mahrumlarla, horlanmışlarla birlikte olacağı ve onların fikirlerinin, taleplerinin ve kararlarının hareketin ve muhtemel bir partinin yönetiminde yer bulacağıdır. Bir bakıma, Numan Kurtulmuş, yüzünü müstekbir siyaseti yürütenlere dönmüş ve İmam Humeyni’nin İslam İnkılabı’nın akabinde söylediği şu sözü söylemiştir: “Eğer bol miktarda askeri araç ve gereçleri olduğunu sanıyorlarsa, bizde de çok sayıda mazlum halk ve onların sıkılmış yumrukları vardır”

Numan Kurtulmuş’un başarısının teorik söylemini günlük hayata yansıtabilmesine bağlı olduğu çok açıktır. Mazlumları, mahrumları temel alan bir retorik her şeyden evvel mazlumlarla, mahrumlarla benzer bir hayat şeklini / standardını zorunlu kılar. Bu standardı karşılamayan ve Numan Kurtulmuş’un da “saltanatçı zihniyet” diyerek telin ettiği bir vakayı Hamid Algar, İslam Devriminin Kökleri ismiyle basılan kitabında, 1980’de yaşadığı bir olaya atıfla şöyle açıklar: “Ben Ankara’da kendisini biraz da haklı olarak İslami Parti diye adlandırılan bir partinin liderinin evine yaptığım ziyareti hatırlıyorum. Ne yazık ki olması gerekenin çok uzağında kalıyordu. Batı’dan, Avrupa’dan her çeşit gezi hatıraları, sahte Fransız mobilyaları ve altın kaplama telefonlarla tıka basa doldurulmuş bir evdi bu. Üstelik bu zat İslam’ı temsil etmek iddiasında olan birisiydi.” Algar, Türkiyeli Müslümanların liderlerinden birisinin sürdürdüğü hayat tarzını yadırgamış ve kendisine Muslim Institue’de yöneltilen; “İran’daki İslam Devrimi liderlik rolünde diğer sistemlere kıyasla bir değişiklik meydana getirdi. Liderlik rolünün sistemden sisteme nasıl farklılaştığını özlü bir biçimde yorumlar mısınız?” sorusuna, “Ayetullah Humeyni’nin huzuruna gelen herkes onun insan idealinin bir çeşit tecessümü olduğunu fark etmiştir.” cevabını vermiştir. Devamla onun basit hayat tarzına işaret etmiş, evinin sadeliğinden, mahrumlarla aynı standartta sürdürdüğü hayatından bahsetmiştir.

Atasoy Müftüoğlu sohbetlerinden birinde İmam Humeyni’nin evinde İmam Humeyni’nin gelmesini beklerken yanındaki Amerikalı gazetecinin kulağına, “İmam’ın sarayına ne zaman gideceğiz?” diye fısıldadığını ve “İmam’ın sarayı burası” cevabı karşısında nasıl şaşırdığını zikretmişti. İnkılâbın lideri İnkılâp öncesi nasıl sade bir hayat sürüyorsa İnkılâp sonrası da aynı hayatı sürdürmüştü. Türkiyeli Müslüman liderlerin bu örneklikten alacakları bir dersin olduğu muhakkak.

Numan Kurtulmuş’un şahsına olan güvenimiz onun hareketin temellerini atarken çevresine topladığı insan malzemesine olan kuşkumuzu gidermiyor. Eski dönemlerin siyaseti ile zaten Karunlaşmış olan bazı kişilerin Kurtulmuş’un çevresinde boy gösterdiğini görüyoruz. Hareketi “anti emperyalist” olarak tanımlıyorsak yönetici kadromuzu da buna göre belirlememiz icap eder. Kurtulmuş’un yapması gereken en öncelikli şey halkın içinde yaşamayan, modern gettolara sığınmış ve mevcut servetlerinin hesabını açıkça verme kudretinden yoksun kişileri hareketin ve muhtemel partinin söz sahibi makamlarından uzak tutmak olmalıdır. Aksi halde kendisi bir mazlumlar hareketinin lideri değil, mazlumları yönetecek yeni elitlere yol göstersin diye öne sürülen bir maşaya dönüşür ki, ne kendisi ne de biz buna razı oluruz.

Müslümanlara yeni bir ümit veren Numan Kurtulmuş’un adımlarını dikkatle atacağını ve kederlerimize yeni kederler eklemeyeceğini umuyoruz.



14 Ekim 2010 Perşembe

Üç Küçük Çocuk

Gürkan BİÇEN



Bilgisayarımın masaüstünde yer alan siyah beyaz bir fotoğrafı görenler merakla soruyorlar: “Bunlar kim?” Fotoğrafta biri elini diğerinin omzuna atmış ve üçüncüsü bir adım ötede duran üç çocuk yer alıyor. Üzerlerindeki kıyafetler bir örnek. Kuvvetle muhtemel bir bayram arifesinde, hep birlikte gidilen pazaryerinden satın alınan yeni elbiselerle çekilmiş bir fotoğraf. Burası bir stüdyo değil, arkada akan bir hayat var. Çocukların ikisi objektife bakarken diğeri sanki ufku tarassut ediyor. Selam olsun bu çocuklara… “Doğdukları, öldükleri ve yeniden haşr olunacakları güne selam olsun”

Türkiye’den bir grup Lübnan’ı ziyaret etmiş ve bu sırada Şehit İmad Mugniye’nin ailesini ziyareti de ihmal etmemiş. Hizbullah’ın gözbebeği “Hacı İmad”ın anne ve babasının hayır dualarına mazhar olan bu grup, yıllar evvel çekilmiş bir fotoğrafın da şahitliğini yapmışlar. İşte, masaüstüne aldığım bu fotoğraf Allah’a verdikleri söze sadık kalan üç “insan”ın, İmad, Fuad ve Cihad’ın çocukluk fotoğrafları… (http://www.velfecr.com/imad-mugniye-nin-annesinin-verdigi-buyuk-ders-foto-3304-haberi.html)

Hasan Nasrallah, anılarını zikrettiği bir konuşmasında, “Seyyid Hadi’nin şahadetinden evvel şehit ailelerinin yüzüne bakamıyordum. Allah bana lütfetti ve beni onlarla bir kıldı” diyordu. Gerçekten, Nasrallah oğlu Hadi’nin şahadetini öğrendikten sonra yaptığı ilk konuşmada,        “Şehit Hadi’ nin şahadeti, Hizbullah’ın liderlik kadrosunda bulunan bizlerin de yavrularımızı geleceğe saklamadığımızın en açık ifadesidir. Bizler evlatlarımız cepheye giderken onlarla iftihar ederiz. Şehit düştükleri zaman da başlarımızı onlarla dik tutarız. ” demişti. Biz, Hizbullah’ın bir evvelki lideri, şehitlerin baş tacı Seyyid Abbas Musavi’nin de eşi ve çocuğu ile birlikte şahadete ulaştığını biliyoruz.

Siyonist işgale karşı süresiz ve kesintisiz savaş doktrini ile mücadele eden Direniş’in gerek Lübnan gerekse Filistin kollarının Müslüman Dünya’ya hatırlattığı temel öğelerden birisidir, aile efradını mücadelenin en sıcak yerine dâhil edebilme kabiliyeti ve zorunluluğu. Bu, Allah resulünün yatağına uzanmaktan imtina etmeyen Hz.Ali’nin sergilediği şecaat ve sadakatten beri böyle olmuştur. Sadıklar aileleri için ayrı bir gelecek planlamamış, Direniş’i tek başına halkın omuzlarında yükselmesi gereken bir tercih olarak görmemişlerdir. Musavi’nin ve Nasrallah’ın,  bu örnekliğini, Şeyh Nizar Reyyan’da ve Said Muhammed Siyam’da da görmekteyiz. Onlar da diğerleri gibi ailelerinden fertlerle birlikte şehitler arasına katılmışlardır.

Direniş’in kendi ailelerini hesabın dışına çıkarmayan yaklaşımı sıradan insanları tarihin öznesi haline getirmiş, diğer ülkelerdeki Müslüman hareketlerin hilafına halkın kendisini hareketin yönetimine hâkim kılmıştır. Bu haliyle Direniş, Müslüman Dünya’ya, en azından mukavemet bölgelerine, siyasi bir model sunma imkânına da ulaşmıştır. Direniş’in izlediği yol sayesinde biz siyah beyaz bir fotoğrafta yer alan üç çocuğun dünya tarihine geçecek gelişmelerin içerisinde yer almalarına ve bunlardan birisinin, İmad’ın, tarihin akışını değiştirecek bir başarının mimarlarından birisi olmasına şahitlik ediyoruz.


Direniş’in siyasi metodundan Türkiyeli Müslümanların, hassaten siyasetle iştigal edenlerin çıkarmaları gereken temel bir ders olduğu açık: Çocuklarımız için mücadeleden ayrı bir gelecek planlayıp onları halkın arasından koparmamak. Cemaatlerin ve partilerin başına tepeden inme bir şekilde gelen şeyh ve lider çocuklarının mebzul miktarda bulunduğu bir ülkede, bilmiyorum, Direniş örneğine bakarak, siyah beyaz bir fotoğrafı hasretle öpüp ziyaretçilerine gösterecek Müslümanlar çıkacak mı?

21 Eylül 2010 Salı

Kudüs, sana sadık kalacağım

Gürkan BİÇEN
İsrail anti-siyonist sol hareketinde yer alan Michel Warschawski “İsrail Toplumunun Krizi – Açık Bir Mezara Doğru” isimli kitabında siyonist rejimin şiddet ekseninde süren varlığını ve işgali sorgularken, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir” der. Warschawski’ye göre, İsrail baskısı özünde, tek taraflı bir inisiyatif ile kendi kafalarına göre hareket etme cüreti gösterenlerin kesin bir şekilde burunlarının sürtülmesi amacını taşıyan ‘cezalandırıcı’ bir karakter taşır. Mesele ‘düzeni tesis etmek’ değil, çabucak bir sindirme kampanyasına dönüştürülebilecek olan bir cezalandırma seferi düzenlemektir. Bu sebebe binaen her somut olayda İsrail tarafından verilen emirler açıktır: Her türlü direnişi her türlü araçla ezin. Hedefin hemen hiç önemi yoktur, koşulların hemen hiç önemi yoktur ve ‘tali zarar’ın ölçüsünün hemen hiç önemi yoktur.

Mavi Marmara “Özgürlük Filosu”nun yola çıkışı da, siyonistler tarafından “Direniş” lehine kendi başına bir inisiyatif girişimi olarak algılanmış ve filoya yönelik müdahale de bu algı kapsamında, daha evvelki şiddet örneklerine uygun bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Siyonistlerin kurşunları ile şehit olanların varlığı göstermektedir ki, siyonistler ‘düzeni tesis etmek’ değil, bağımsız bir inisiyatifi ‘cezalandırmak’ ve böylece bu inisiyatifin sahibi olan Türkiye’nin burnunu sürtmek istemişlerdi. “İsrail neyi hedefledi ?” başlıklı yazısıyla Akif Emre, Warschawski’nin retoriğine benzer bir şekilde, İsrail’in dünyayı kendi diliyle konuşmaya zorladığını ve bölgede kendi başına inisiyatif geliştirmek isteyen Türkiye’nin ‘karizmasını çizmek’ istediğini vurguluyordu. Warschawski, bu tür şiddet olaylarının bir başka amacının daha olduğunu savunur. Ona göre, “Her operasyonun, kendine yönelik (hem İsrail kamuoyundan hem de uluslararası topluluktan gelen) tepkileri sınamak gibi bir hedefi de vardır ve eleştirilerin dozajı çok ağır değilse, şiddette yeni bir standart belirlenmiş olur.” Böylelikle siyonist rejim, destekçilerinin de yardımıyla, dozajı giderek artan bir şiddeti tepkisizlik / alışılmışlık alanına dönüştürmeyi becerebilmektedir.

Mavi Marmara direnişi dokuz Türk vatandaşının şahadetiyle neticelendi. Uluslararası sularda saldırıya uğrayan gemide öldürülen vatandaşlarının hakkını muhafaza için Türkiye’nin ileri sürdüğü talepler; yaralıların ve cenazelerin derhal gönderilmesi, gemilerde bulunan ve siyonist rejim tarafından göz altına alınan kişilerin serbest bırakılarak Türkiye’ye dönüşlerinin sağlanması, Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması, resmen özür dilenmesi, uluslararası soruşturmanın kabul edilmesi ve zararların tazmin edilmesi şeklinde özetlenebilir. Siyonist rejim o günün şartlarında kendisini sıkıntıya sokacak olan yaralıların ve cenazelerin gönderilmesi ile göz altına alınanların serbest bırakılması şartlarını kabul etti. Bir süre direnmesine rağmen uluslararası soruşturmaya da izin vermek zorunda kaldı. Bu durumda, Türkiye’nin ilk şartlarından geriye; devam eden ambargo, resmi özür ve tazminatın kaldığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin şartlarının ve siyonist rejime yönelik olarak uygulamaya konulan yaptırımların ağırlığı ile olayın akabinde açıklama yapan yetkililerin beyanlarının orantısı ise ayrıca değerlendirilmelidir. 1 Haziran 2010 tarihli Meclis Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında Sayın Başbakan, “İsrail hükümetinin bu cüretkâr, bu sorumsuz, bu pervasız, bu hak hukuk tanımayan, her türlü insani erdemi ayaklar altına alan saldırısı mutlaka ama mutlaka cezalandırılmalıdır. (…). Türkiye olarak bu işin peşini bırakmayacağız. Türkiye yeni yetme, köksüz bir devlet değildir. Bir kabile devleti hiç değildir. Kimse Türkiye’yle aşık atmaya, Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkmamalıdır… (…) Bugün yeni bir gündür, bir milattır. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikardır…” sözlerine yer vermiş ve bu sözler resmi düzeyde kabul görmüş, benzeri ifadeler Sayın Cumhurbaşkanı’nın da konuşmalarına yansımıştır. Bu tür açıklamalardan kamuoyu, haklı olarak, resmi ilişkilerdeki temsil düzeyinin düşürülmesi yönünde bir adım atılacağı sonucunu çıkarmaktadır. Kamuoyunun beklentisinin gerçekleşmemesinde siyonist rejimin varlık şartlarına yönelik bir değerlendirme hatasının mevcudiyeti söz konusudur.

2008 yılının sonunda siyonist rejimin Gazze’ye saldırmasıyla patlak veren “Furkan Savaşı”nın akabinde Umran Dergisi’nin yaptığı bir çalışmaya katılan Sefer Turan, siyonist rejim konusundaki temel yanlışın onu normal bir devlet olarak telakki etmek olduğunu ileri sürüyordu. Turan’a göre, siyonist rejim son derece özel şartlarda oluşturulmuş ve bu şartlarda korunan bir düzen olduğundan kendisini hemen hiçbir kayıtla bağlı hissetmeyen bir yapıdır ve buna rağmen ona Birleşmiş Milletler’in sair üyelerinden birisi gözüyle bakmak ve diplomatik dili / tavrı buna göre oluşturmak esaslı bir yanlıştır. Türk devlet adamları ve bürokratları siyonist rejim ile halkı tefrik çabasını her daim dile getirse, katliamların İsrail halkı tarafından değil, onları yöneten hükümetler tarafından icra edildiğini söyleseler de, Warschawski’nin belirttiği gibi, “İşgal vahşi ve kanlıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu da işgalin destekçisidir”. İsrail Silahlı Kuvvetleri ise, Robert Fisk’e göre, modern bir ordu değil, yollarına çıkan her şeyi yağmalayan ve tam dokunulmazlıktan faydalanarak Filistin kasabalarının tarumar edilmesine izin veren silahlı çeteler sürüsüdür. Bu durumda, Türkiye’nin arasını tefrik etmesi gereken şey işgalci rejim ile halk değil, bir bütün olarak siyonist varlık ile özelde Orta Doğu ve genelde dünya halkları olmalıdır.

31 Mayıs 2010 tarihinden bu yana Türkiye, siyonist rejim tarafından gerçekleştirilmesini istediği taleplerini duymayan kimse kalmamacasına ilan etti. Bununla da yetinmeyip Sayın Dış İşleri Bakanımız ile siyonist rejimden Ben Eliezer’in Brüksel’de gizli bir görüşme yapmasına onay verdi. Bu görüşmenin basına yansıması üzerine Dış İşleri Bakanımız, görüşmenin gerekçesini, “Şartlarımızı yüzlerine doğrudan ve net olarak söylemek için bunu yaptık. Dünyanın bütününe, bütün küresel alana, BM Güvenlik Konseyinde yüksek sesle vurguladığımız temel taleplerimizi İsraillilerin yüzüne de söylemek için bunu yaptık.” sözleriyle açıkladı. Anlaşılan odur ki, Türkiye, tüm şartlarını siyonist rejime yeterli bir temsil düzeyiyle, yüz yüze iletmiş haldedir. Öyle ise Birleşmiş Milletler Genel Kurul Görüşmeleri için New York’a giden Sayın Cumhurbaşkanımızın siyonist rejimden Şimon Peres ile de bir görüşme yapmasının planlanmasının / umulmasının anlamı nedir? Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, niçin böyle bir görüşmenin yapılacağına dair haberler okumaktayız ? Bu tür haberlerin aslı olmadığını ve bu düzeyde bir temasa gerek olmadan Dış İşleri Bakanlığının süreci yürüttüğünü umuyoruz.

Sayın Başbakan haklıdır, Türkiye sıradan bir devlet olmadığı gibi, Türk halkı için de Filistin sıradan bir mesele değildir. Bunun için şehitlerimizin ardından taziye değil tebrik merasimleri düzenlenmiştir. Kudüs’e dini bir mesele olarak bakan Siyonistlerin Kudüs’ün her yanına yapıştırdıkları çıkartmalardaki şu ifadeler Kudüs’ü Allah ile aralarında bir ahid olarak telakki eden biz Müslümanlar için de geçerli olmalıdır: Kudüs, sana sadık kalacağım!

18 Eylül 2010 Cumartesi

Küstah Amerika

Gürkan BİÇEN
“Fahrenheit 9/11” filmiyle Cannes Film Festivali’nde aldığı “Altın Palmiye” ödülü ile adından sıkça söz ettiren Michael Moore “If the 'Mosque' Isn't Built, This Is No Longer America” (Cami inşa edilmeyecekse bu artık Amerika değildir) başlıklı yazısıyla 11 Eylül 2001’de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nin yakınında inşa edilmesi planlanan cami inşaatına ilişkin tartışmaya katılıyor ve “Ben caminin iki blok öteye değil, ‘Ground Zero’ya inşa edilmesini istiyorum” diyordu. Moore’un Amerika’yı bir özgürlükler ülkesi olarak görme isteğini anlayabilsek de, söz konusu cami inşaatı ile Amerikan sisteminin dünya halklarına ve Müslüman Dünya’ya yönelik kara propagandasını göz ardı etmemiz mümkün değil. İkiz Kuleler’in yakınında inşa edilecek bir cami ile Amerika’nın, “Onlar bizi öldürse de biz onların haklarını tanıyoruz” demek istediği çok açık. Müslüman Dünya artık bir “oh” çekebilir!

Başrolünü Sylvester Stallone’nin oynadığı “Rocky”, “Amerikan rüyası”nın işlendiği, sıradan ancak ısrarcı bir Amerikalının önünün her zaman açık olduğunu ve hatta “Özgür Dünya” adına “Sovyet Emperyalizmi”ni yere serebileceğini anlatan, alanında klasik olmuş bir filmler dizisi. “Rambo” ise Stallone’nin adalet için savaşmaya her daim hazır bir eski Amerikan askerini canlandırdığı ve son bölümü ile Afganistan’ı “Sovyet Emperyalizmi”nin işgalinden kurtardığı bir başka film. Rambo, Afganistan’ı kurtardıktan sonra, filmin son sahnesinde, yeniden görüşme dilekleri için “İnşallah” der. Biz, 11 Eylül’ün akabinde, kendisinin olmasa da, sayıları on binleri bulan takım arkadaşlarının Afganistan’a bir kez daha ve fakat eski günleri yad etmek için değil, Afgan halkını katletmek için geldiklerini biliyoruz. Hollywood ise dünün “Mücahid”lerini “terörist”lere ve köylüleri “El Kaide” militanlarına çevirmekle görevlendirilmiş halde. Olağanüstü medya gücüyle Amerika, Müslüman zihni ve kalbi de şekillendirmeyi başarabiliyor. Sovyet Emperyalizmini lanetleyenler Amerika karşısında sessizliği tercih ediyor. Amerika’nın arka / sahip çıktığı her şey bir dokunulmazlık zırhına bürünüyor. Müslüman Dünya, kabahatli bir çocuk gibi başını öne eğmiş, Afgan halkının terbiye sürecinin bitmesini bekliyor. Zira Afgan halkı “Amerikan rüyası”na saldıranları himaye etmekle suçlanıyor.

Amerikan Rüyası’na saldırmasa da Irak, “önleyici savaş” konseptine binaen peşinen suçlu kabul edilip terbiye sürecine alınıyor. Afganistan’ın tedip sürecine katkı sağlayan Pakistan da şimdilerde Amerikan gerçeği ile yüzleşiyor. İkiz Kuleler’de hayatını kaybeden 3 bin küsur kişiye karşılık Amerika bir milyondan fazla insanı katlettikten sonra Müslümanları affediyor ve bize bir cami hediye etmeyi vaad ediyor. Kuran-ı Kerim yakarak Müslümanların kutsallarına hakaret etmenin fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında sayıldığı ama siyonistlerin Filistin’de yaptıklarının “soykırım” olarak tanımlanmasının yasaklandığı bir ülkede inşa edilecek bir caminin Amerika’nın kuklalarından başkasını memnun etmeyeceğini zira salim vicdana sahip Müslümanların hala Mescidi Dırar ile Kuba Mescidi arasındaki farkı tefrik edebildiğini biliyoruz.

Hollywood bambaşka bir tablo çizse, Micheal Moore öyle olduğunu düşünse de, biz aynı kanaatte değiliz. Malcom X gibi biz de Amerikan rüyası değil Amerikan kabusu görüyoruz. Katledilen insanlarımız, harap edilen ülkelerimiz, talan edilen kaynaklarımız… Hepsi tüm sıcaklığı ile gözümüzün önünde dururken bizden “özgürlükler ülkesi” yalanına inanmamızı nasıl beklersiniz?
Küstah Amerika! Senden cami inşa etmeni istemiyoruz. Kutsallarımıza saldırma, insanlarımızı katletme, ülkelerimizden çık, bu bize yeter.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Adli sistem değişikliği

Gürkan BİÇEN
Avrupalılara göre, 1800'lü yıllarda Amerika çok fazla "hesapçı" idi. Amerikalılar her şeyi bilmek ve bunları istatistiklere dökmek, uzun uzadıya varsayımlar yapmak isteyen bir halktı. Avrupa, Amerika'nın "değer" üzerinden konuşmak yerine "hesap" kaygısıyla yoğrulmasını yadırgasa da, Amerika "değer"in ayrıştırıcı, "hesab"ın ise birleştirici olduğunu düşünüyordu. İnsanların belli olan bilgileri konuşması onları bir fikir üzerinde birleştirebilirdi. Amerika'nın formülü şöyleydi: Benzer şekilde düşünülmesini istiyorsan benzer bilgiler sun. Bilgi sunulmayan konular ise üzerinde fikir yürütülemeyen ancak tahmin ve zanla hareket edilen ve çok zaman da konuşma/tartışma dışı kalan alanları oluşturuyordu.

12 Eylül 1980'de Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimy Carter'a "your boys have done it" mesajı ile noktalanan Türkiye'deki askeri ihtilal süreci 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan Anayasa referandumu ile kendisine geçmişe dönük olarak bir meşruiyet ve geleceğe dönük olarak bir sorgulanamazlık alanı sağlamıştır. Halk, iç siyasetin çıkmazlarını ve kişi güvenliğini tehlikeye düşüren silahlı çatışmaları sona erdiren askeri ihtilalı çekilen tüm acılara rağmen tümden reddeder halde değildi. Bu sebeple halkın ekseriyeti ihtilal neticesi oluşan Anayasa'ya onay verirken öngörülen sistemin yaşantılarında yapacağı etkiyi öncelikli bir mesele olarak görmemiş ve ihtilâlın gerek azmettiricileri ve gerekse failleri de, tabiatıyla, halkın benzer şekilde düşünmesini temin etmek için tüm enformasyon araçlarını benzer bilgilerle donatmışlardı. Alternatif kitle iletişim araçlarının henüz çok zayıf olduğu bir dönemde Jimy Carter'a verilen mesaj uzun süre ortaya çıkmadı ve çıktığında da yeni sistem rayına oturmuş haldeydi.

Yargıya güven

1982 Anayasası'nın oluşturduğu sistem içerisinde halkın en düşük düzeyde bilgi sahibi olabildiği erk Yargı'dır. "Yasama"nın ve yerel yönetimlerin seçimler yoluyla belirlenmesi ve yine "Yürütme"nin de Yasama içinden çıkması sebebiyle halk konuyla bir şekilde ilgili hale getirilmiş ancak "Yargı"yı oluşturan kurumların oluşumu ve işleyişi dolaylı da olsa halkın katılımından uzak tutulduğundan bu alan Yüksek Mahkemelerin başkanlarının mutat törenlerde yaptıkları konuşmalar dışında çoklukla gündeme girmemiştir. Yargı'ya ilişkin kamuoyuna aksettirilen bilgiler, iş yükünün çokluğu, personel azlığı, maddi imkânların zayıflığı ve bu sebeple adalet hizmetlerinde yaşanan gecikme ve kalite düşüklüğü ile sınırlı kalmıştır. Halk günlük problemlerin çözümü dışında Yargı'nın sistemin köşe taşlarına yönelik siyasi müdahaleleri savuşturmak/bertaraf etmek üzere nasıl yapılandırıldığı hususunda çoklukla bilgi sahibi olmamıştır.

Adli sistemin bir parçası olarak sistem içinde yer alanlar açısından Yargı, kendisine güven duyulacak mahiyette değildi. Sistemi bozan günlük "cüzdan-vicdan" ikileminden ayrı olarak sistemin temel taşlarının seçimi, eğitimi, ataması, yükselme şartları ve denetimi sistemin bağımsız unsuru avukatlar açısından hiç de iç açıcı görünmüyordu. Bu konuya ilişkin yirmi yıla yakın süren suskunluk 1999 yılında Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz'in İstanbul Barosu'na kayıtlı 666 avukat üzerinde yaptığı bir anket çalışması ile sonlandırılıyordu. İki yıla yayılan bu çalışmada görüşme yapılan avukatlar meslekte beş yılını doldurmuş 8 bin 550 avukat arasından seçiliyor, böylece ankete katılanların adli sistem açısından belli bir tecrübeye sahip olma şartı sağlanıyordu. Açıklandığında büyük gürültü koparan bu çalışma avukatların ekseriyetle Adli sisteme güvenmediklerini, sistemin bu şekilde yürümesinin imkânsız olduğunu ve bu sistem ile üretilen şeyin "adalet" olmadığını ortaya koyuyordu.

Dönemin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk raporu "bilimsel bir çalışma" olarak nitelese de, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı raporu hazırlayan Prof. Hayrettin Ökçesiz ve çalışmaya destek veren İstanbul Barosu -ki o dönemde Baro Başkanı Yücel Sayman idi- hakkında "Adliye'nin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif" suçlamasıyla bir soruşturma başlatmıştı. Çalışmanın günlük dedikodulara dayandığını ileri sürüp raporun delilden uzak olduğunu söyleyenlerin başında Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu geliyordu. Kurul, anketin hâkim ve savcıların saygınlığına gölge düşürdüğünü söylüyor ve tepkisini, "Kişi, zaman ve yer gösterilmeden, hiçbir belge ve kanıta dayandırılmadan, hâkim ve savcılar töhmet altında bırakıldı." ifadeleriyle ortaya koyuyordu. 28 Şubat'ın brifingli günlerinin hemen ardından gelen bu çalışmada dönemin şartları itibariyle birçok şeyin açıklanmadığı varsayılabilir. Hükümetin, Yargı'nın, merkez medyanın bilinen tavrı kuvvetle muhtemel birçok şeyin çalışmanın açıklanmayan yönleri arasında kalmasına yol açmıştır.

Tartışılan kurum

Ökçesiz'in çalışmasının ardından, 2007 yılında, TESEV'in Prof. Dr. Ümit Sancar'a hazırlattığı "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" isimli rapor yayımlandı. İlginçtir, raporun yan başlıklarından birisi, "Tartışılan ama bilinmeyen kurum: Yargı" şeklindeydi. "Derinlemesine mülakat" yöntemiyle hazırlanan, hâkim ve savcıların "devlet" ve "adalet" algılarını ve bunun pratiğe yansımasını, "Devleti koruma refleksi, kimi görüşmecilerde, "hukuk mukuk tanımam" demeye kadar varabiliyor ve ilk derece mahkemelerinin Yüksek Mahkeme ile ilişkisini "Uygulamacı -hâkim- düşünmez" örnekleri ile açıklayan bu rapor, beklenilen şekilde yine aynı çevrelerce topa tutuluyordu.

Ökçesiz'in çalışmasının üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Bu süreçte yaşanan hükümet değişikliği, merkez medyanın alternatif medya karşısında güç kaybetmesi, internet ve cep telefonu kullanımı yoluyla kitle ve bireysel iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve bunlara erişim imkânlarının sınırlandırılmasının son derece güç olması sebepleriyle hem bilginin üretilmesi hem de yaygınlaştırılması açısından kayda değer bir gelişme sağlandı. Böylelikle internet siteleri ve alternatif medya, HSYK'nın on yıl evvel aradığını ve fakat bulamadığını bildirdiği delillerle doldu taştı.

Bu gelişmenin neticesinde, Millet Meclisi'nin sözlerini iptal eden Yüksek Mahkemelerin, halkın iradesini hiçe sayan kararlarını sorgulamaya sevk etti. Kendilerinin ve Meclis'teki vekillerinin yok sayıldığı bir zeminde, karar metinlerinde yazan "Türk Milleti"nin kim olduğunu anlamak çok zor hale geldi. Halk, egemenlik hakkını kullanırken kendisinin doğrudan veya dolaylı bir biçimde yer almadığı kurumların varlığından rahatsızlık duyduğunu türlü vesilelerle izhar etmeye çalıştı. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunda verilen destek bunun somut siyasi göstergelerinden birisiyken Yargı'yı da halkın dolaylı kontrolüne açacak Anayasa değişikliklerine verilecek destek bunun bir diğer örneğini oluşturacaktır.

Şimdilik Evet!

Merkez medya, benzer bilgilerin benzer kanaatler oluşturacağı tezine binaen olsa gerek, halen bir kısım rakamlar/bilgiler aktararak halkın referandumun muhtemel sonucu hakkında ümitsizliğe düşmesini sağlamaya ve belki de sonucun açıklanmasıyla birlikte hile iddiaları ileri sürmeye çalışıyor. Bunca zaman halkın bilgisinden uzak tutulan Yargı sistemi hakkında halkın bir anda kâmilen bilgilenmesinin mümkün olmadığının farkındayım. Ancak bugüne kadar halkın değerleriyle barışma yönünde en ufak bir çaba dahi göstermeyenlerin yürüttükleri "hayır" kampanyası ile "kurtarmak" istedikleri şeyin "Yargı" olduğunu görmek bile, bir avukat olarak, Anayasa değişikliğinde tercihimi şimdilik "EVET" yönünde belirlemeye sevk ediyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

Hariciye’nin göremediği

Gürkan BİÇEN

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, "Stratejik Derinlik" isimli kitabında, "Balkanların terkinden sonra Osmanlı - Türk siyasi geleneğinin bu bölgeye yönelik ilgisi mutlak terkin tipik göstergesi sayılabilecek göçlerle sınırlı kalmıştır. Balkanlarda yıkılan her cami, eksilen her müessese, kültürel anlamda yok olan her Osmanlı gelenek unsuru Türkiye'nin bu bölgedeki sınır ötesi etkinliğinden sökülen birer temel taşıdır" ifadelerine yer veriyor. Gerçekten, Makedonya'nın da yitirilmesiyle Türkiye seksen seneyi aşkın bir zaman Balkan Müslümanları ile gereği gibi ilgilenmemiş, bölgenin dönüşümünde Müslümanlar lehine hiçbir sürece müdahil olmamıştır. Türkiye'nin bölgeden uzak kaldığı bu süreçte Balkan Müslümanları ile Türkiye birbirinden farklı iki kurguyu yaşamıştır. Bir yanda, Balkanlarda, ulusal devletlerin inşa süreci Müslüman unsurlar içinde dahi Türk düşmanlığı üzerine bina edilirken, diğer yanda, Türkiye'de, Balkan Müslümanları düşman olmasa da, ortak tarihe sahip olduğumuz ancak şu an için yakından ilgilenilmesi gerekli olmayan halklar olarak tanımlanmıştır. Makedonya'daki Yücelciler'in infaz edilmeden önce son Türkiye ziyaretlerinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün "Misak-ı Milli dışındaki Türkler bizi ilgilendirmiyor" dediği rivayetler arasında yer almaktadır. Herkül Milas, Tekirdağ'da gerçekleştirilen İkinci Balkan Kongresi'nin akabinde kaleme aldığı, "Balkanlar'da Öteki'ni Anlamak" başlıklı yazısında bu duruma işaretle; "Türk konuşmacılar bazı metaforları çok sık kullanıyorlardı: yörenin ortak tarihi, Osmanlı yönetimi süresinde barış süreci, yüzyıllar boyu sürmüş mutlu beraberlik, âlicenaplığımız, ortak kültür ve gelenekler, 'kaybedilen' topraklar gibi. Öteki Balkanlıların konuşmalarında hemen hemen hiç duyulmayan sözlerdi bunlar. Acaba yanılıyor olabilir miyim düşüncesiyle geçen yıl aynı yerde aynı tarihlerde gerçekleşmiş ilk TASAM toplantısının tutanaklarını okudum. Durum aynı. On beş Türk katılımcının yedisi aynı 'hoşgörülü ve iyi idik' söylemini dile getirmiş, on altı Balkanlı katılımcının on biri ise konuya hiç değinmemiş, dördü de Osmanlı geçmişini 'kötü' saymış. Bir tek Makedonyalı konuşmacı 'ortak geçmişten' söz etmiş, oldukça siyasi konuşmasında." diyordu. Vakıa tam olarak buydu ve Balkan ülkelerinin ders kitaplarını, romanlarını, şiirlerini, gazetelerini, dergilerini, televizyon ve radyo programlarını takip edenler bundan başkasının beklenmesini ancak "saflık" olarak niteleyebileceklerdir.
Sayın Davutoğlu, yanılmıyorsam 2007 yılında BSV'de yaptığımız bir görüşme esnasında, Arnavut tarihçi Olsi Jazexhı'ya, "Arnavut milliyetçiliğinin Hristiyan temellerde yükseltilme çabasının farkında olduğunu" söylemiş ve bunu örnekleriyle açıklamıştı. Tespitinde haklı olsa da, bununla mücadele için fiilen ortaya konulan yolların kifayetsizliğini görmemesi şaşırtıcıydı. Türkiye'nin, tarihi Osmanlı coğrafyasındaki ilişkilerini şekillendirmek üzere TİKA ve Yunus Emre Vakfı gibi kurumlar Balkanlarda örgütlenmiş olsa da, yürütülen çalışmalar, Balkan Müslümanları arasında entelektüel, akademik ve politik bir ekibin oluşmasından ziyade, tarihi ve kültürel varlıkların yenilenmesiyle sınırlı kalmaktadır. Bu sebebe binaen olsa gerek Akif Emre, "Arnavutluk nereye?" başlıklı yazısında Müslümanların ve Türkiye'nin Arnavutluk çalışmaları ile ilgili olarak; "Avrupa'da çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olmasını her fırsatta dile getirmekten pek hoşlanan İslam dünyası ve tabii ki Türkiye, ne yapıyor dersiniz? En kahramanı cami inşa etmiş bir dönem. Bir kısmı ani cömertlik duygularıyla coşup yardım dağıtmış. Köklü kurumları olan, uzun vadeli yatırımlar neredeyse yok denilecek kadar az. Toplum hızla tarihi ve dolayısıyla dini kimliğinden uzaklaştırılıyor. Tarih bilinci oluşmadan kültür emperyalizminin pençesinden kurtulması mümkün değil. Siyasi olarak Amerika'nın yedeğinde AB kapsamına çoktan alınmış görünüyor. Vakit geçmeden Türkiye'nin en azından kendi mirasına ve kendine sahip çıkması adına strateji geliştirmesi gerek. Özellikle Arnavutluk, TİKA gibi acemi temsilci ve yetersiz kurumlara emanet edilemeyecek kadar bizim için önemli ülke" demek zorunda kalmıştı.
Türkiye'nin bölgedeki çabalarının yetersizliğini ve kimi zaman anlamsızlığını vurgulayanlar, sadece bölgeyi takip eden Türklerle sınırlı değil. Rahmetli Aliya İzzetbegovic'in yanında bir ömür geçirmiş olan Prof. Dr. Cemaludin Latic, Milli Gazete'ye verdiği bir röportajda; "Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmaları gerekir. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardımına ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır" demişti.

Sayın Davutoğlu'nun da fark ettiği gibi Balkanlarda Hristiyanlık temelinde bir Arnavut milliyetçiliği yükseltilmektedir. Fakat bununla mücadelenin yolu zayıf ara formüller değildir. Batı Dünyası ve Kilise Arnavut halkının zihnini üretmiş oldukları Hıristiyan mitlerle işgal etmiş haldedir. Bugün Arnavut Müslümanlar dahi, Türklerle savaşan İskender Bey'in ulusal bir kahraman olduğunu savunmakta, Arnavutlara İslam'ı ulaştırarak onların Müslümanlar olmasına vesile olan Sultan Murad'ı ve diğer Osmanlıları övenleri Arnavut halkına ihanetle suçlayabilmektedirler. Rahibe Terasa için Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da resmi törenler düzenlenmekte, onun Arnavut halkının ulusal önderlerinden birisi olduğu ve her Arnavut'un onun aydınlık yolunu izlemesi gerektiği anlatılmaktadır. Ders kitapları Hristiyan azizlerin ve kahraman Arnavutların 'Avrupa değerleri'ni korumak adına Müslüman Osmanlı'ya karşı yürüttüğü hayali 'kutsal savaş'ın anlatımları ile doludur. Yürütülen propagandanın etkisi öylesine büyüktür ki, Müslüman kökenli Arnavutlar Katolik Hemşire Terasa için şarkılar bestelemektedirler. Batı'nın dayattığı kültürel dönüşüm kendi kahramanları çevresinde Arnavut halkını "entegrasyon" nehrine sürüklemektedir.
Türkiye'ye Arnavutluk Cumhuriyeti tarafından verilen simgesel değerin acı bir örneğini Tiran Yunus Emre Türk Kültür Merkezi'nin açılış töreninde görmek mümkündür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katılımıyla açılan bu kurumun açılış törenine hiçbir yüksek düzeyli Arnavut siyasetçi ve bürokrat iştirak etmemiş, törenden bir gün sonra Vatikan'a giden Başbakan Sali Berisha, Papa On altıncı Bendict'e, bu buluşmanın Arnavut halkının ulusal önderi Gjergj Kastriot'un (İskender Bey) 12 Aralık 1466'da Papa İkinci Paul ile gerçekleştirdiği buluşmaya benzediğini anlatmıştır. Açılış dönüşü izlenimlerini kaleme alan Beşir Ayvazoğlu şaşkınlığını şu sözlerle ifade eder; "Arnavut dostlarımız, Osmanlı mirasından çok Roma İmparatorluğu kalıntılarını göstermek için can atıyorlardı. Bunun için bizi Osmanlıların Draç dedikleri liman şehri Durres'a götürüp Arkeoloji Müzesi'ni, kaleyi ve Romalılardan kalma amfiteatrı gururla gösterdiler."

Arnavut politikacılara göre, "Türkiye, Batı ile entegrasyon sürecinde ancak bir kaldıraç vazifesi görmektedir." Arnavut akademisyenler ise, buna bile razı değildirler. Alba de Crispino, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyaretinin ardından kaleme aldığı makalesinde, Arnavutluk'un Türkiye'ye ihtiyacı olmadığını, Amerika ile doğrudan ve iyi bir ilişkiye sahip olduklarını, Avrupa Birliği'ne ise Türkiye'den çok daha yakın olduklarını vurguluyordu. Sayın Davutoğlu'nun yürüttüğü Balkan politikasının açmazını ise Makedonya'daki Arnavut Demokratik Partisi'nin lideri ve koyu bir Arnavut Milliyetçisi olan Arben Xhaferi (Arben Caferi) kaleme aldığı ve Türk basınında da kısmen yer bulan "Neo Osmanlı Meydan Okuması" başlıklı yazısıyla dile getiriyordu. Bu yazısında Xhaferi, Davutoğlu'nun Saraybosna'da yaptığı "Türk Dış Politikası ve Balkanlar" başlıklı konuşmasına atıfla şu soruları sormuştu: "Türklerin Avrupa Birliği üyeliği ile Osmanlı'nın yeniden doğuşu karşıtlığı nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Osmanlı karşıtlığı üzerine kendi milliyetlerini ve devletlerini kurmuş olan milletlerin kullandığı tarihi kavramlar nasıl bir harmoniye kavuşturulacak? Avrupa, ABD ile birlikte Balkan ülkelerinin yardımına gelerek bu ülkelerin Avrupa Birliği'ne entegrasyonu için milyar dolarları harcamalarına rağmen hâlâ zorluklarla karşı karşıyayken, Türkiye sadece nostaljik argümanlarla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırabilecek mi? Türkiye dışındaki Osmanlı mirası kime ait? Pjeter Bogdani bu kültürün çok mühim bir unsuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak 'Yeni Osmanlı' tanımında Arnavut kültürü için yer var mı?"

Xhaferi'nin yukarıdaki sorularına halen ciddi bir cevap verilmedi. Zira Türkiye, Xhaferi'ye cevap verecek donanımda Müslüman Arnavut aydınlar yetiştirmedi. Anlaşılan odur ki, Türk dış politikası, kendisinin girip giremeyeceği belli olmayan AB için Balkan Müslümanlarını teşvik etmek ve uzun vadede bütün bir Balkanların Hristiyan devletlere dönüşmesiyle yüzleşmek veya Balkan Müslümanlarını etnik kimliklerinden öte "Müslüman" kimliği üzerinde yeniden yoğuracak güçlü bir sosyopolitik, kültürel ve ekonomik hareket başlatmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir dilemma ile karşı karşıyadır.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Sayılar

Gürkan BİÇEN
Fikret Adanır, 1979’da Frankfurt Üniversitesi’nde savunduğu tezinden uyarladığı Makedonya Sorunu isimli kitabında 1902 senesinde “Makedonya Öğrenci Derneği” tarafından Makedonya’da bir memorandum yayımlandığını ve buna göre yedi yüz bini bulan nüfusu ile Türklerin ülkenin ikinci büyük topluluğu olduğunun belirtildiğini aktarır ve devamla, “Buna rağmen ister Makedonya’ya komşu ülkelerin, ister Büyük Güçlerin ülkenin geleceğiyle ilgili planlarında, sayısal açıdan hala ülkenin en büyük ikinci grubunu oluşturan Türk topluluğunun varlığı, bir quantite negligeable (nicelik olarak göz ardı edilebilecek derecede küçük; ehemmiyetsiz) olarak, hiçbir zaman dikkate alınmadı” der. Adanır, meselenin temelinde yer alan anlayışı ifade etmesi için sözü R.Pinon’a bırakır: “İlk önce rakip Hristiyan ırklardan hiçbirinin Makedonya toprağında Türk’e herhangi bir hak tanımadığını saptamak ilginçtir. Yönerge hazırlamak ve hak yaratmak için fetih ve beş yüzyıllık egemenlik onlara yeterli görünmüyor.”

Aynı tarihlerde İmparatorluğun bir başka bölgesinde, Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı %2,5 ila % 5 arasında tahmin ediliyordu. İngiliz mandası altında Filistin’e yerleşen yüz binlerce Yahudi’den sonra bile, siyonist yapı bir devlet olarak ilan edildiğinde, bu oran ancak %31’e ulaşıyordu. Richard Holbrooke, siyonist yapının devlet ilanını duraksamaksızın tanıyan Harry Truman’a bunun yanlış bir karar olduğunu söyleyenlerin petrolü, sayıları ve tarihi öne sürdüklerini ve “üç milyon Arab’a karşı altı yüz bin Yahudi”yi tercih etmenin yanlışlığına vurgu yaptıklarını anlatır. Siyonist yapının tanınması Büyük Güçlerin sayılarla, tarihle ve bu ikisinin ortaya koyduğu haklarla bir ilgilerinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Onlar için Arapların binlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarının ve çoğunluk olmalarının bir anlamı yoktur. “Balfour Deklarasyonu”ndan “Beyaz Belge”ye ve oradan “Nakba”ya giden yolda atılan her adımın mantığını katliamlar eşliğinde işletilen “sömürgeleştirme” ve “köleleştirme” kavramları şekillendirir.

Batı, Osmanlıyı Balkanlardan sürerken, onun bölgeyi şekillendirmeye yönelik son gayretlerini hayretle karşılar ve “Türkler artık hiçbir güçleri yokken buna niçin kalkışırlar?” diye sorar. Türkler son bir gayretle de olsa, Trablusgarp’tan Irak’a kadar birçok yerde bölgeyi bir kez daha şekillendirmeyi deneyerek çekilirler. Moralleri çöken, birlikleri darmadağın olan, kavimlerine güvenlerini kaybeden eski yerel kumandanlar İstanbul’u telgraf yağmuruna tutarlar. Esat Paşa, “Allah ve peygamber aşkına, beni bu halkla baş başa bırakmayın. Bana biraz Türk gönderin” derken, Priştine’den Mehmed Paşa da aynı taleple İstanbul’a telgraf çeker. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine sığan savaşlarda emperyalist Batı ile Osmanlı’nın mücadelesi yaklaşık beş milyon kilometre karelik bir alanda cereyan ediyordu. Bugün Arap Birliği üyesi ülkeler on dört milyon kilometre kareye yakın bir yüz ölçüme ve üç yüz milyonu aşkın nüfusa sahiptirler. Uğrunda savaşmaları gereken Filistin ise sadece yirmi sekiz bin kilometre karedir.

İnsanlığa şahit olan, adil ve vasat bir ümmet iddiasını yüklenen İslam ümmetine emredilen de sayıların aritmetik büyüklükleri ile değil niteliksel ağırlıklarıyla ilgilenmektir. Onun için Allah Bedir’de sayıca çok düşman topluluğu yerle bir ederken, Huneyn’de onca kalabalığına rağmen Müslümanlara dünyayı dar etmiştir. Kalabalık Arap ordularına karşı giriştiği savaşlarda onları perişan eden siyonistlerin kendilerinden kat kat küçük Direniş örgütleri karşısında en ağır, en aşağılayıcı yenilgileri tatmış olması ve milyonluk orduları dize getirmesiyle mağrur bu çetenin Direniş karşısında bir “laf anlamazlar güruhu”na dönüşmesi Allah’a dayanmış, şahitliğinde adil bir topluluğun gücünün göstergesi değil midir? Allah günlerini (Yevmullah) kulları arasında işte böyle döndürür ve halkları köleleştirmek, kaynaklarını sömürmek isteyen zalimlere, onlar milyonları dikkate almayı reddederken, o küçük sayıları hesaba katmayı işte böyle öğretir.

Kudüs’e akan bu ırmak, çokluğuyla, yandaşlarıyla, gücüyle ve ordusuyla sarhoş her zalimi önüne katıp sürükleyecek ve geçmiş ümmetlerden emanet aldığı Direniş sancağını gelecek nesillere tertemiz bir şekilde teslim edecektir.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Mavi Marmara’dan Kudüs’e

Gürkan BİÇEN
Avlonyalı Ekrem Bey Osmanlı Arnavutluk’una ilişkin anılarında, “Savaş Yunanlılara veya Sırplara karşı ise Arnavutlar daima hazırdı.” der. Osmanlı ordusunun belkemiği sayılabilecek Arnavutların daima hazır olduğu bir diğer görev ise Kudüs nöbetidir. Beşinci Ordu’nun İşkodra Fırkası’nın sancağı halen Halil er-Rahman’da bulunmaktadır. Bu sadece askeri bir nöbet de değildi. İmparatorluğun en üst idari mevkilerinde yer alan Arnavutlar kendilerini Kudüs’ü ve Filistin’i siyasi olarak da muhafaza ile yükümlü görüyorlardı. Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında yüklüce bir bedel karşılığında Tel-Aviv’de yirmi bin hektar arazi kiralama arzusuyla İstanbul’a gelen ve kendisinden bu girişim için yardım talep eden Parisli Baron Rotschild’i kesin bir dille reddetmişti. Ferit Paşa; “Filistin bir zamanlar Yahudilere aitti, ancak Büyük Süleyman ve Küçük Davut’un zamanından bu yana binlerce sene geçti. Haklı veya haksız, Filistin bugün kesin olarak Araplarındır, Osmanlı İmparatorluğunun da bu durumu değiştirmek için ne siyasi ne de manevi bir nedeni vardır” diyordu.

Yahudi halkı Filistin’den çıkarıldıktan sonra Eski Dünya’nın birçok yerine dağılmış halde bir hayat sürdü. Müslümanlarla birlikte yaşadıkları Endülüs de bunlardan birisiydi. Jacques Attali’ye göre, Endülüs’ün düşme sürecinde Müslümanların yanında yer almayan Yahudilerin kovulmasının sebebi Avrupa’nın kim olduğunu unutma arzusunda saklıydı. O, Avrupa’nın artık Kudüslü değil de Romalı olmayı istediğini söyler. Böylelikle Avrupa Kitab-ı Mukaddes’in verdiğini (Kudüs’ü) reddetmiş ve kendi tercihini (Roma’yı) belirlemiş olacaktır. Bu zihni dönüşümün işaretleri daha önce hiç bilinmeyen ve öyle de olmayan “sarışın İsa” figürlerine yansımıştır. Osmanlı ise bu faydalı unsurun kovulmasını “ahmaklık” olarak kabul etmiş ve bilindiği üzere onların birçoğunu ülkesine yerleştirmiştir. Avrupa’da mutsuz olan birçok Yahudi de sayıları yüz bini bulan Osmanlı tebası Yahudi cemaatine katılmayı düşlemektedir.

Yahudilerin Filistin’e dönüş çağrıları Endülüs sürgününden sonra yeniden başlamış ve Attali’nin nakline göre II.Selim döneminde hazinede önemli bir mevkie ulaşan Joao Mendes (Joseph Ha Nassi) Taberiyye’de “bir Yahudi devleti kurmak üzere” toprak temliki elde etmiştir. Bunu, Kanuni’nin Taberiyye’yi yeniden inşa projesinin devamı olarak kabul etsek ve “Yahudi devleti” kurma iznini bir abartı olarak telakki etsek de, bu durum Yahudilerin Filistin’e olan ilgisinin Osmanlı tebası oldukları halde bile devam ettiğini ortaya koyan bir örnekliği hak etmektedir.

Avrupa’nın aksine Müslümanlar “halife” her nerede olursa olsun Kudüs ile ilgilerini tıpkı Yahudiler gibi “Kitap” ekseninde belirlemişlerdir. Hilafet merkezinin Şam’da, Bağdat’ta veya İstanbul’da olması Kudüs’ün statüsünü değiştirmemiştir. Müslümanlar kendilerine tahsis edilen Kabe ile birlikte insanlık ailesinin tümüne tahsis edilen Mescid-i Aksa’ya ümmetin insanlığa şahitlik mevkii olarak bakmışlardır. Mescid-i Aksa’yı barış yanlısı tüm kavimlerin, dillerin, dinlerin temasına açık tutmuşlardır. Bu şahitliğin korunmasını da hangi kavimden olursa olsun tüm Müslümanlar üzerlerine ortak bir borç olarak almışlardır. Filistin’in her karışında bu şahitliği koruyanların kanlarını bulmak mümkündür.

Müslümanların Filistin’i kaybetmelerinin ardından kurulan yeni denklemde Filistin davasını bir Arap – Yahudi (siyonist) çatışması olarak ele alan yaklaşım Filistin’i özgürleştirme yolunda başarı sağlayamamış, zaten sömürgeleştirilmiş Arap devletlerinin Arapçılık, Arap Birliği temelinde yükselen çabaları siyonist yayılmacılığa bir sınır koymanın dışında, sonuç vermemiştir. Laik, kavmiyetçi Araplar Filistin davasını kendi eksenlerinde yürütmek isteseler de Müslümanların “Kitap” ile olan bağları onları er ya da geç bu denklemin içinde yer almaya mecbur etmiştir. Hasan El Benna İhvan- Müslimin üyelerini bu uğurda harekete geçiriyor ve şahadetine kadar da Filistin davasının Müslümanların ortak davası olduğunu anlatıyordu. Soğuk Savaş döneminin şartları Filistin davasının Müslüman rengini ikinci plana atmış olsa da, bu tohum yeni bir baharı bekliyordu.

Hasan Nasrallah, siyonistlerle olan mücadelenin en tehlikeli dönüşümünün Camp David Anlaşması ile Mısır’ın denklemden çıkarılması olduğunu ancak, Allah’ın takdiri ile denkleme Arap olmayan ve fakat İslam temelinde yükselen yeni bir gücün, İran’ın girdiğini ve Müslümanların ortak davasına dönüşen Filistin meselesinde artık yenilgiler çağının kapandığını müjdelerken, Amerikan kolonileri olarak görülen Arnavutluk, Kosova, Bosna, Makedonya gibi ülkelerde dahi Müslümanların bakışlarını Kudüs’e çevirebilme başarısını gösteren Mavi Marmara ile terazinin Filistin tarafına yerleşen Türkiye’nin muhtemel gücü henüz sınanmamıştı. Mavi Marmara ile Türkiye bir yüz yıl evvel Kudüs’ün müdafii olan Balkanların yetim Müslümanlarını, onlar bugün Amerika’nın emriyle Afganistan’a muharip kuvvet gönderiyor olsalar bile, Filistin davasına hizmet için seferber edebileceğini gösterdi.

İstanbul’dan hareket eden Mavi Marmara, vicdan sahibi gayrı Müslimlerden ayrı olarak, Filistin denklemine taşıdığı Müslümanlarla Filistin davasının ümmetin ortak davası olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Osmanlı Arnavutluk’u geride kalsa da, Mavi Marmara mücadeleye, “Savaş siyonistlere karşı ise Arnavutlar, Boşnaklar, Kürtler, Türkler, Araplar, Lazlar, Çerkezler… daima hazırdır” anlamını kattı. İşte bu yüzden Ramazan ayının son cumasını Kudüs Günü olarak değerlendiren Türkiyeli Müslümanlar bu tarihi anı unutturmamak adına bundan sonra düzenlenecek Kudüs Günü etkinliklerine “Mavi Marmara” etiketini de koymalı ve bu manayı olabildiğince derinleştirmelidirler.

Selam olsun Mavi Marmara’ya ve İşkodra Fırkası’nın sancağını halen muhafaza eden Filistin halkına.

13 Ağustos 2010 Cuma

Birleştirici dil

Gürkan BİÇEN
2005 tarihli bir röportajında Hamid Algar, “Asıl mesele tasavvuf araştırmacılarının çoğunluğunun Türkçe bilmemeleri. Bildiğiniz gibi akademik çevrelerde Arapça ve Farsça yaygın ama Türkçe önemsenmiyor. Türkçe, dil devrimi sonucunda maalesef öğrenilmesi şart olan İslamî diller arasından çıktı.” diyordu. Algar’a göre dil devrimi Türkçe’yi İslam’ın taşıyıcı dilleri arasından çıkarmış, kavmi bir alana sıkıştırmıştı. Türk dil devrimini inceleyen Geoffrey Lewis de, Algar ile benzer bir kanaattedir. Lewis, devrimin kendi içinde başarılı olsa da, bunun bir trajedi olduğu hakikatini değiştirmediğini savunur. “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu” isimli eserinde, Lewis, “ Türk dil reformunun amacı, uzun zamandan beri dilin bir parçası durumunda olan Arapça ve Farsça’ya ait dilbilgisi özelliklerini ve bunlardan ödünç alınmış binlerce sözcüğü tasfiye etmektir” ifadesine yer verir. Devrimin başarısını ve aynı zamanda trajedinin boyutunu göstermek için de, Mustafa Kemal’in Nutuk’unun 1934 ve 1963 baskıları arasındaki farkı delil olarak getirir. D.Mehmet Doğan da, “Yüzyılın Soykırımı” kitabında benzer deliller sunar.

Anadolu halkının dini tevarüs ettiği Arap ve Fars dillerinin etkisinden arındırılan Türkçe, geçmişe yönelik bağlarından koparıldıkça seküler bir dil haline gelmiş ve bugün için yetmiş milyon insanın konuştuğu sıradan bir dile dönüşmüştür. Bin yıllık süreçte İslam’ın taşıyıcı dillerinden birine evrilen Türkçe, dil devrimi ile kendi içine kapanmıştır. Ulus devlet sürecinin Anadolu halkına verdiği ve etkisi artarak devam eden temel zararlardan birisi Türkçe’nin soykırıma tabi tutulmuş olmasıdır.

Modern Türkiye’nin uluslaşma projesinin araçlarından olan okullaşmanın ürettiği aydınlar, Türkçe’nin evrildiği seküler, kavmiyetçi özellikten büyük oranda rahatsız değildirler. Onlar, dilin bir kavmi diğerlerinden ayrıştıran ve benzerleri ile bütünleştiren en temel araç olduğunu savunurlar. Onlara göre dil, birbirini tanımanın, birbiriyle tanışmanın aracı olmaktan ziyade üstünlüğün bir ifadesidir. Halbuki Müslüman zihin kutsal bir ırk ve dil faraziyesini reddettiği gibi üstün bir ırk ve dil faraziyesini de reddeder. Müslüman zihin için kutsal olan tek şey “Kuran”ın metnidir. Kuran’ın inzal olunduğu Arapça da değil.

Nasıl ki, Balkan halklarının uluslaşma süreci Türk karşıtlığı / düşmanlığı üzerine bina edilmişse, kimilerine göre gecikmiş ulusallaşma sürecindeki Kürtlerin kimliği de Arap, Türk, Fars gibi Müslüman halklara yönelik düşmanlık duygusu üzerine bina edilmektedir. Kürdistan Özerk bölgesinde yürütülen çalışmalara yönelik olarak Sandra Phelps, Kürt milliyetçiliğinin sosyolojik kurgusunun milliyetçiliğin sembolleri bakımından, diğerlerinden farklı olmadığını söyler. Ona göre, marşlar, danslar, bayrak gibi semboller bakımından Kürt milliyetçiliği diğerleri ile benzer halde olsa da söylem ilginçtir: Kürtler, Kürt olmaktan gurur duyuyorlar… Biz, Phelps’in Türklerin de Türk olmaktan gurur duyduklarını bilip bilmediğine vakıf değiliz. Ne var ki, Kürtlerin, Türklerin yaşadığı tarihi tecrübeyi tekrar ettiklerinin farkındayız. Okul kitaplarının, müfredatın, yöntemlerin, hülasa her şeyin gözden geçirildiği Kürdistan Özerk Bölgesinde hayat "Yeniden inşa" sözü üzerinde yükseliyor ve bir tür ulus inşa süreci yürütülüyor. Kürtçe’nin ve böylelikle Kürt halkının akıtılmak istendiği mecrayı özetleyecek sözler ise Kürdistan Özerk Bölgesinde okutulan ulusal marşta yer alıyor: "Hey düşman, Kürt ulusu dili ile yaşıyor, bayrağı asla inmez"

Sadık Yalsızuçanlar, Mezopotamya’nın kadim ve güçlü dilleri arasında yer alan Kürtçe’nin bugün Türkiye’de de seküler bir alana kaydırılmaya çalışıldığından söz ederken medrese geleneğine değiniyor ve Hamid Algar’ın sözlerine tersinden temas ediyor. Yalsızuçanlar, “Kürt medreselerinde biliyorsunuz Bediüzzaman'ın da öngördüğü şekilde birkaç dilde öğretim yapılıyordu. Tabi ana dil olarak Kürtçe başta geliyordu. İlim dili olarak Arapça ve Farsça ile Türkçe. Bu çok dilli öğretim, İmparatorluğun bütün coğrafyasında hâkimdi.” derken İslam potasına karışmanın azaltan değil arttıran etkisini vurguluyordu. İslam’ın aktarılmasında gerçek bir rol almasıyla Kürtçe, böylelikle Kürtler, coğrafyayı bölen değil birleştiren bir unsur oluyorlardı.

Bugün Anadolu halkının Müslüman zihni hakim kılması yönünde kırması gereken ilk pranga dile yönelik yaklaşım olmalıdır. İslam adına kaybedilen Türkçe’nin İslam adına yeniden kazanılması ve Kürtçe’nin de yitirilmemesi zihni dönüşümün hareket noktasıdır. İslam’ın kardeşlik ilkesini soyut ifadelerden somut vakalara tahvil etmemiz, kardeşliği elle tutulur, gözle görülür, mizanda tartılabilir hale getirmemiz gerekir. Müslüman halkların hakları konusunda Müslüman halkın kanını, onurunu ikinci plana atacak tüm çözümlere hayır derken, kendi siyasal gerçekliğimizi de oluşturma gayretinde olmalıyız. Anadolu halkının İslami vahdetini sağlamayı bir ibadet bilmeli ve İmam Humeyni’nin “İbadetimiz siyaset siyasetimiz ibadettir” sözüyle özetlenebilecek kararlı bir duruş gösterebilmeliyiz. Çözüme yönelik teklif ile temenninin aynı şeyler olmadığının ayırdına varılmalıdır. Kavramsal düzeyde yürütülen tartışmalara “birleştirici dil” ve “genişletilmiş alfabe” de katılmalı, anayasal düzeyde “resmi dil” kavramından “birleştirici dil” kavramına geçişin sağlaması muhtemel faydalar değerlendirilmelidir.

İslam’ı, İslam kardeşliğini, Allah’ın yeryüzünde oluşturmak istediği toplumu anlatmayan / aktarmayan hiçbir dil, resmi dil bile olsa, bizim değildir. Sahip çıkmamız gereken şey dini aktaran bir dildir. Komşunun dili bile olsa.

6 Ağustos 2010 Cuma

Güneşi batıdan getiremezsin

Gürkan BİÇEN
Paul Tibbets, belki, annesinin ismini verdiği bombardıman uçağından bıraktığı "little boy" Hiroşima'ya ulaşınca, bir anda yüz kırk bin insanı katledebileceğini bilmiyordu. Ancak bu katliamın üzerinden geçen onlarca yıl sonra kendisiyle yapılan röportajlarda ısrarla o bomba sebebiyle asla pişman olmadığını söylerken, Daniel Headrick'in, "Etik açıdan insanlık son üç yüz yıldır hemen hemen hiçbir ilerleme kaydetmemiştir. Ama enformasyon sistemlerindeki araçsal ilerleme inanılmaz boyutlardadır. (...) Çok fazla enformasyona sahip olsak da, 'insanlığın iyileşmesi' hala çok uzak bir olasılık" sözünü, Batı Dünyası açısından haklı çıkarıyordu. Batı aklının / vicdanının Atlantik ötesi temsilcisi Amerika'nın o dönemki başkanı Truman Hiroşima'nın ardından Nagazaki'de de bir katliama onay verirken bu katliamın üç gün evvelinde yaşanan Hiroşima tecrübesi insanlık ailesini dondurmuş haldeydi. Truman Avrupa'da da bir atom bombası tecrübesi yaşanmasını istiyordu ancak Avrupa'nın dini yapısı onu bu niyetinden vazgeçirmiş olmalıdır. Almanya atom bombasından kurtulsa da, İkinci Dünya Savaşı boyunca bombaların düşmediği Dresden Amerika'nın ve Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin gücünü ispat için savaşın son günlerinde taş üzerinde taş bırakılmamacasına bombalanmış ve kullanılan fosfor bombalarının da etkisiyle yüz otuz beş bine yakın insan hayatını kaybetmiştir. Böylelikle savaş sonrasının egemen güçleri tüm halklara nükleer yahut konvansiyonel silahlarla neler yapabileceklerini göstermiştir. Bize kalan ise Amerikan tankları ve dolarları ile gelen demokrasiyi kutlamak için Paris caddelerinde Amerikan askerlerini öpen kadınları izlemek ve aydınlık günlere dair vaatleri dinlemek olmuştur. Bunca hayata yönelik umarsızlık göstermiştir ki, Batı'nın vicdanı arka plandaki iniltileri bastıracak bir siren sesi ve cesetleri kapatacak bir ambulans görüntüsü ile rahatlayacak derecede lekeli bir vicdandır.

George Orwell'ın, "Kapitalist emperyalizm"in "Komünist emperyalizm"e yönelik erken dönem saldırısının edebiyat alanındaki temel eserlerinden birisine dönüşen ve her şeyi kontrol altında tutan "Big Brother" karakteri ile meşhur "1984" romanını CIA için kaleme alıp almadığına emin değiliz ama romanın yazıldığı dönemde İran petrol kaynakları ve stratejik konumu sebebiyle önem arz etse de, Soğuk Savaş'ın her iki tarafı için bir "kimlik" özelliği taşımıyordu.

Petrolü millileştirme amacıyla hareket eden Musaddık'ın bir Amerikan darbesiyle devrilmesinden çeyrek asır sonra emperyalist dünya İran'ın İslami rejime inkılâbı ile yüzleşiyordu. Asaf Hüseyin, "Bu asrın şahit olduğu bir diğer önemli olay, 1979 senesinde İran'da İslam Cumhuriyeti'nin kurulması ve bu ülkedeki Amerikan çıkarlarının yerle bir edilmesiydi. (...) İran İslam Cumhuriyeti'nin şahsında ortaya çıkan bu üçüncü güç, süper güçlerin hâkimiyeti ve müktesep hakları için en büyük tehlikeyi oluşturmaktaydı." derken petrol ve stratejik konuma eklenen temel öğeyi, kimliği işaret ediyordu. Batı'nın lekeli vicdanı ile İslam'ın salim vicdanı, hakkın, adaletin, feda kültürünün yok edildiğinin, tarihin sonuna yaklaşıldığının düşünüldüğü bir zamanda bu inkılap ile karşı karşıya geliyordu. İmam Humeyni bu tarihi anı İran halkına şu sözlerle açıklıyordu: Siz bütün dünyayı saran bir putu kırdınız.

Amerikan putu İran'ı, kölesi Saddam ile cezalandırmaya kalktığında Müslüman Dünya, bu putun desteğiyle kendi halkını katleden Şah'tan sonra Müslümanları kitlesel olarak kıyıma uğratabilen bir zalimi ve destekçilerini de görmüş oldu. Tahmili Savaş boyunca Saddam'ın kimyasal silahlarla öldürdüğü İranlı Müslüman sayısı yüz bini bulmuştu. Bugün Siyonist yapının katliamlarının kınanmasını engelleyen Amerika, 21 Mart 1986'da Irak'ı İran'a karşı kimyasal silahlar kullanması sebebiyle kınayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi açıklamasına da karşı çıkıyordu. İranlı Müslümanların ülkeyi Şah'tan, İnkılabı ve böylelikle Müslümanları tüm bir insanlığa şahit kılacak salim vicdanı Saddam eliyle yok etmek isteyen Amerika'dan kurtarmak için ödedikleri bedeldi bunlar. İnkılabın şahitliği devam ediyor ama Şah'tan, onun akıbetinden ibret alamayan Saddam artık yok!.. Amerika, bir Nemrut edasıyla, kölelerinden Tarık Aziz'i yaşattı ve Saddam'ı öldürdü.

Anadolu Müslümanlarının, Milli Görüş eliyle insanlık ailesine sunmak istediği özgürlük, adalet ve refahın elde edilebilmesi için izlenecek yolun esaslarından birisini Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, "antiemperyalist" olmak şeklinde ifade ediyor. Buna ilaveten, "Milli Görüş davasına inananların, Allah'tan başkasına boyun eğmeyeceğini" söylüyor. Kurtulmuş'a göre; "1 Mart 2003 tarihli tezkere ile Amerikan askerlerine topraklarını kullandırtmaktan imtina eden Türkiye, bir milyon Iraklı Müslüman'ın hayatını kaybettiği Irak Savaşı'nda Amerikan uçaklarına yüz beş bin sorti imkanı sağlayarak bu kana bulaşmış haldedir ve aslında akan kan bizim kanımızdır." Bu doğru bir duruş, doğru bir hatırlatmadır. Bununla birlikte, Anadolu'nun salim vicdanı olma iddiasıyla hareket eden Milli Görüş, Batı'nın lekeli vicdanına, emperyalist saldırılarına karşı duruşunu ortaya koymak açısından Irak'tan sonra yeni bir imtihanla yüzleşebilir: İran. İslam'ın salim vicdanının tarih sahnesindeki yerini koruyabilmesi onu çevreleyen Müslüman halkların bu vicdanın sesine kulak vermeleri, bu sese kendi seslerini katmaları ile mümkündür. Bu sesin yok edilmesine izin verilmesi, uzun dönemler boyunca dönememek üzere, Müslümanların tarihten çekilmelerine sebep olabilir.

Müslüman halklar olarak biz, evet, Allah'tan başkasına boyun eğmiyoruz. Yeryüzünü sarmalayan Nemrut edalı puta, Amerika'ya sesleniyoruz: Bütün kölelerini öldürsen ve tüm lekeli vicdanları buna şahit tutarak kibirlensen de, asla ve kat'a, güneşi batıdan getiremezsin.

30 Temmuz 2010 Cuma

Korktukları nedir, biliyorum

Gürkan BİÇEN

Bir insan ömrünün çok uzağında olsa da hepimiz Hayber’in fethini biliyoruz. Öyle ki, ravilerin coşkulu tasvirleri arasında kendimizi kale kapısını kıran Hz. Ali’nin sağında hissettiğimiz dahi olmuştur. İşte bu mütevatir anlatım sebebiyle biz, “Hayber fethedilmiş” değil “Hayber fethedildi” diyoruz. Oradaymışız, gözümüzle görmüşüz gibi.

27 Mayıs veya 12 Eylül ihtilalleri yaşandığında henüz dünyaya gelmemiş olanlar birçok farklı kaynaktan aktarılan, birbirini doğrulayan rivayetlerin ve yine yüzlerce, binlerce, on binlerce yazılı malzemenin mütevatir hale getirmesiyle bu iki dönemin Anadolu halkının yüzleştiği acıların temel sebepleri arasında yer aldığını bilirler. Bunun için Yassıada’da yargılanmasa da, Diyarbakır’da, Mamak’ta işkence görmese de, bitmek bilmeyen gözaltı süreleri içinde Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yargı çevreleri arasında oradan oraya sürüklenmese de, bu olayları Türkçe’nin gramer kurallarına istinaden görmüş, yaşamış, oradaymış gibi anlatırlar. Bu hem dil hem şahitlik açısından da doğru olanıdır. Öyle ise Sayın Başbakan’a, referandumda “hayır” oyu vereceğini açıklayarak, ihtilal dönemlerine işaretle, “O zaman sen dünyada bile yoktun” diyenler neyin endişesindeler?

Ekim İhtilali yalnız Çarlık Rusya’sının değil, tüm bir Avrupa’nın da kaderini değiştirdi. Birinci Dünya Savaşı, Orta Avrupa Hanedanlıklarının çöküşü, komünist ideolojinin yayılması, Alman istilası ve akabinde komünist rejimlerin yerleşmesi. Türkiye ise Cumhuriyet rejiminin uzun bir dönemini komünizm benzeri bir ekonomi ve bürokrasi ile geçirdi. Sosyalist Blok’un çözülmesi ile Hıristiyan çoğunluklu Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinde bir “aklanma” süreci başlatıldı. Yeni yönetimler komünist dönemde işlenen suçları ve bunların asli ve feri faillerini açığa çıkarmak için yasal düzenlemelere gittiler. Komünist dönemde görev alan sivil, askeri ve adli bürokrasi ile topluma yön veren birçok meslek grubu inceleme altına alındı. Böylelikle komünist dönem artıklarının yeni dönemde siyasi ve bürokratik hayata yön vermelerinin önüne geçilmek istendi. Hıristiyan çoğunluklu ülkeler için bu böyleyken Müslüman çoğunluklu ülkelerde bundan imtina edildi. Müslüman çoğunluklu ülkelerde komünistler parti tabelalarını değiştirerek yollarına devam ettiler.

12 Eylül ihtilalinin ardından yaşananlar salt askeri bürokrasinin değil onlarla birlikte hareket eden sivillerin de içinde yer aldığı bir süreçtir. 12 Eylül Anayasası olarak andığımız bu Anayasa, sadece halkın yönetimi ele almasının değil, bu dönemde işlenen suçların asli ve feri faillerinin açığa çıkarılmasının da önüne geçmek üzere hazırlanmıştır. Anayasa değişikliği ile sivil/askeri/adli bürokraside başlayacak çöküşün Türkiye’de de bir “aklanma” isteği doğurabileceğine dair endişeyi korkuya çevirecek bir sürece evrilmesidir ağzı kalabalıkları “Hayır”cı cepheye iten şey. Halkın takdir hakkını arttıran her gelişme geçmişe dönecek bir projektör olacaktır. Böylelikle üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen hala kimsenin el süremediği kayıtlar / arşivler aralanacak ve biz bugün isimlerini hürmetle andığımız birçok siyasetçinin, hukukçunun, gazetecinin, işadamının, sendikacının, eğitimcinin o dönemde işlenen suçların bir yerinde yer aldığını göreceğiz.

Ama “Hayır”cılar korkmasınlar. Zira -komitacılar dışında- Müslüman ahali bu topraklarda hiçbir zaman devri sabık yaşatmamıştır

23 Temmuz 2010 Cuma

Lejyonerler kimlerin oğulları?

Gürkan BİÇEN
Bugün İtalyan olarak tanımladığımız halkın siyasi birliğinin kurucularından Massimo d'Azeglio, “L'Italia è fatta. Restano da fare gli italiani” (İtalya yaratıldı. İtalyanları yaratmak kaldı) dediğinde Müslümanların siyasi birliğini temsil eden Osmanlı İmparatorluğu önemli bir güç olarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı’nın din eksenli algılayışla hayata geçirdiği “Millet” sistemi zayıflamış olsa da henüz hayatiyetini kaybetmemişti. Bu sebeple kan bağına dayalı bir sosyal/kültürel/siyasal birlik oluşturma gayreti anlamsız kabul ediliyordu. Ne var ki, Balkan coğrafyasında kaybedilen topraklar İttihatçıları bir dengeleme faaliyetine girişmeye sevk etmiş, Balkan coğrafyasında kaybedilen toprağa ve nüfusa karşılık olmak üzere Ermeni tehciri gerçekleştirilmişti. Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybedilen topraklardan Anadolu’ya gelenlerin Müslümanlar olması, ardından yaşanan mübadeleler ve bu yolla ülkenin dini açıdan aynileşmesi ilk etapta mesele olarak görülmese de, rejimin “Türk” tanımını Balkan halklarının kullandığı “Müslüman” karşılığından arındırması ve din temelli algının reddi yeni bir “Türkiye” ve yeni bir “Türk” yaratılacağının işareti olmuştur. Bu, aynı zamanda, Anadolu’daki Müslüman halkın da, Avrupalı jeopolitik dengelerin belirlediği manada oluşan “ulus” devlet modelinin problemleriyle yüzleşmesi demekti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye sonrası beliren ilk kadroları tarihe karşı gerçekleştirdikleri ihtilalin umdukları semerelerini büyük ölçüde aldılar. Müslüman zihnin “millet” algısı yerini kavim temelinde yükselen “Türk” algısına, dinin siyasal alanı tanzim eden belirleyiciliği ise yerini seküler yaklaşımlara bıraktı. Anadolu’nun yaşadığı büyük göç hareketleri, bu topraklarda yeni bir hayat kurma gayretinde olan köksüz insanların rejime yönelik minnettar tutumları, Balkan göçmenlerinin yeni rejimin yöneldiği Avrupa kültürüne görece aşinalığı süreci hızlandıran unsurlar arasında sayılabilir. Rejimin totaliter yapısı ise tüm farklılıkları bastırıp bir arada tutmanın esas etmeni olmuştur.

Türk kavmiyetçiliği üzerine bina edilen rejim için bugüne dek çözülemeyen mesele Kürt varlığıdır. Kürt halkının temelde kendi tarihi coğrafyasında yerleşik olması rejimin Kürtlerin sosyal dokularına nüfuzunu zorlaştırmış, sürdürülebilir çatışma modeliyle yürütülen şiddet eylemlerinin gölgesinde Kürt nüfusun kırsaldan şehirlere ve bölgeden bölge dışına göçü sağlanana kadar da bu halkın geleneksel yapısı değiştirilememiştir. Ancak, otuz yılı bulan sürdürülebilir çatışma modelinin neticesi, bugün Kürt halkının bir “kavim” olarak tanınma arzusudur.

Anadolu’nun Müslüman halkı arasında, Müslümanların birinci kimliğinin, temel aidiyetinin İslam olmak fikrinden /inancından uzaklaşılmasıyla baş gösteren bu meselede kavmiyetçi/seküler/despot kişilerin duruşu belliyken Müslümanların duruşu çok zaman belirsiz kalmıştır. Müslümanlar bünyelerinden bir parçaya karşı umarsız davranmış, kimi zaman ise hamaset peşinde koşmuşlardır. Bir kısmı, süreci anlamlandırmaktan aciz kaldıklarını ifade etmiştir. Cihan Aktaş, “Nasıl oluyor da ağırlıklı olarak dindar olan, İslamcılık hareketlerini önemli ölçüde etkilemiş bulunan mensuplarıyla da övünen bu nüfusun başat temsilcileri dini söylemlerle mesafeli olduğu bilinen PKK ve DTP olarak görünüyor…” derken bu acziyeti ortaya koymuştur.

Otuz seneye yakın bir zamandır şiddet sarmalıyla gündeme gelen şey aslında Kürt meselesi değildir. Bu tam anlamıyla bir Müslüman zihin meselesidir. Anadolu Müslümanlarının kendi kaderlerine hakim olma iradesini gösterememe, kendi gündemlerini belirleyememe, kendi yöntemlerini hayata geçirememe meselesidir. Bundan daha vahimi Anadolu Müslümanlarının savruldukları, Müslüman zihni kuşatan muhafazakâr/sağcı, kavmiyetçi, toprakçı, bayrakçı, dilperest saplantıların farkına varamamalarıdır. Bu topraklarda Müslümanlar Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği ancak toplumun dönüştürülmesi için oluşturulmuş mitleri kutsar, bunların hakikatini sorgulamaktan imtina eder hale gelmişlerdir. Müslüman’ın tek vatanı İslam iken vatanı toprağa, tek dili kardeşlik temelinde yükselen bütün ilişki/konuşma/anlaşma biçimleriyken sekülerleştirilmiş Türk diline, tek milleti bütün müminleri kuşatan İslam Milleti iken kültürel anlamda bile olsa Türk kavmine dönüştürmüşlerdir. Toprak “insan”dan önemli hale gelmiş, hiçbir kutsiyeti olmayan, istenildiği an değiştirilebildiğini tarihsel bir gerçeklik olarak gördüğümüz alfabe “Müslüman”ın kanının/onurunun/varlığının önüne geçirilmiştir. Müslümanların “insan”ı her şeyin önüne almaları; Müslümanlar arasında aşılamayacak meselenin olmadığını, Allah’ın hakkında bir delil indirmediği hiçbir şeyi savunmayacaklarını, her hakkı sahibine vermekte kararlı olduklarını ve bunun siyasi/hukuki/ekonomik sonuçlarını göğüslemeye hazır olduklarını ilan etmeleridir, Müslüman zihnin ve böylelikle Kürt meselesinin çözüm yolu.

Çözümü güvenlik eksenine dayamak, oluşturulacak lejyoner birliklerin çözümü sağlayabileceğini düşünmek esaslı bir hatadır. Müslümanların birbirine doğrulttuğu silahların susturulmasının yolu her kavimden Müslüman’ın Müslüman Kürt kimliğinin ihyasında Kürt halkına yardımcı olmasından, onları ümmetin içindeki onurlu yerlerine, Selahaddin Eyyubi’nin makamına taşımalarından geçecektir. Doğrudur, lejyonerler daha az sayıda eğitimsiz askerin ve daha çok sayıda Kürt kavmiyetçisinin hayatını kaybetmesini sağlayabilir. Ama bu lejyonerlerin ve kavmiyetçi Kürtlerin anne babalarının Müslüman isimlerini değiştirmez, yakılacak ağıtların dilini farklılaştırmaz.

Tavsiye ederim, sorun onlara; Lejyonerler kimlerin oğulları?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Bu dili reddediyorum

Gürkan BİÇEN

Yanılmıyorsam 1998 yılıydı. Hukuki Araştırmalar Derneğinin (HUDER) bir toplantısı için İstanbul’a, Hidiv Kasrı’na davet edilmiştik. Belirlenen saatte hazır olduğumuz halde toplantının başlamaması üzerine niçin beklediğimizi sorduk. Şevket Kazan’ın Strassbourg’tan geleceği, Refah Partisi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yaptığı müracaat ile ilgili bir bilgilendirmede bulunacağının söylenmesiyle beklemeye karar verdik. Dört saat sonra beklenen kişinin gelişiyle toplantıya geçildi. Kasrın bize ayrılan odasında uzunca bir masa etrafında hukukçulardan oluşmuş bir ekip halinde, az sonra sözü Şeref Malkoç’a bırakacak olan Şevket Kazan’ı dinlemeye başladık. Kazan, sanki bir turistik geziyi anlatıyordu. Strassbourg’da kimlerle görüştüğü, Avrupalı hukukçuların kanaatleri, lobiler, Mahkeme koridorlarındaki fısıltılar gibi hususlar Kazan’ın gündeminde değildi. Refah Partisi’ne yakınlığı ile bilinen bir derneğin üyeleri ve muhtemel şube kurucuları için düzenlenen bir toplantıda partinin haksız bir şekilde kapatıldığını tekrarlayan genel bir konuşmayı dinliyorduk. Konuşmanın bir yerinde sarf edilen bir cümle ile irkildim. Konuşmanın sıkıcılığı hatibin kendi konumuna yönelik algısı sebebiyle benim için artık ürkütücü bir hale dönüşmüştü. Milletvekili olabilme ehliyetini Anayasa Mahkemesi kararıyla kaybeden Kazan, “Düşünebiliyor musunuz? Ben artık milletvekili olamayacağım!” diyordu. Sözünü bitirmesini beklerken bu cümleyi kullanmasının gerekçesini sormaya hazırlandım. Ne var ki, o, kimseye soru sorma fırsatı ve hakkı tanımaksızın çıkıp gitti. Böylelikle diğer sorularım ile birlikte bu sorum da, toplantıya katılanlardan bazılarına aktardığım bir şaşkınlık ifadesi ve nahoş bir anı olarak bende kaldı.

Zaman kimimize bir şeyler katarak kimimizden bir şeyler eksilterek akıp gidiyor. Şevket Kazan’ı Saadet Partisi’nin 11 Temmuz 2010 tarihli genel kongresinin akabinde NTV’de yayımlanan bir programda gördüm. Kongrenin bir tasfiye hareketi olduğundan, Numan Kurtulmuş’un hata ettiğinden ve bunun cezasını çekeceğinden bahsediyordu. O, kendisinin bir abi olarak görüldüğünü söylese de, ekrana yansıyan; yıllar evvel HUDER başkanını makam odasında tahkir eden Adalet Bakanı Şevket Kazan idi. Milletvekili olamamasını anlamlandıramayan Kazan ile GİK’de yer alamamasını anlamlandıramayan Kazan portresi çakıştı zihnimde. Adalet Bakanlığı dönemini hatırladım. Başarısız bir bakandı. Ölüm oruçlarının sürdüğü o günlerdeki anlaşılmaz tavrı, F Tipi Cezaevlerinin inşasındaki katkısı, var olan açık kadrolara atama yapmayıp bununla övünmesi, yakınındaki insanlara yönelik rahatsız edici tutumu…

Şevket Kazan’ın üslubuna ve siyasi kariyerindeki hatalarına koyduğumuz çekince onu değersiz gördüğümüz anlamına da gelmez. Şevket Kazan’ın Milli Görüş’e olan katkılarını inkar etmek mümkün değildir. Kimsenin ortaya çıkmadığı bir zamanda bir avuç insan arasında yer almıştır. Anadolu’nun Milli Görüş ile tanışmasında emeği geçmiştir. Tüm bunları göz ardı etmek vefasızlık olacaktır. Ne var ki, Milli Görüş, politik yüzü bu olsa da, salt Saadet Partisi yönetiminden ibaret de değildir. Durmaksızın hareketi, ilerlemeyi prensip edinmiş bir fikri zeminde kimsenin sürekli olarak bir mevkide bulunması mümkün olmadığı gibi, kimseye verilmiş bir koltuk garantisi de yoktur. Milli Görüş, açıkladığı ilkeleri değişmeksizin, siyaset dilini ve çehresini yenileyerek yoluna devam edebilme ehliyetini ispat noktasındadır. Böyle bir kavşakta siyasi akıl açısından elverişli olan araç da, yeni dile hakim olanların öne çıkarılmasıdır. Anadolu’yu bu yeni dile aşina kılmak için yüzlerce kez adım adım dolaşacak bir nesle, böylesi bir yönetime ihtiyaç vardır. Dikkatlerin Saadet Partisi’ne ve böylelikle Milli Görüş’e çevrildiği bir dönemde Milli Görüş’e gönül verenlerin de, Numan Kurtulmuş’un Milli Görüş’ü içeriği ve programı elle tutulur, gözle görülür bir ideolojik çerçeveye oturtma gayretinde olduğunu görmeleri icap eder.

Hz Ali, “Kişi dilinin altında saklıdır.” buyuruyor. Ben Şevket Kazan’ın kızgınlığını bugünün dünyasını şekillendiren şartları doğru okuyamamasına, bu günün dilini kurgulayamamasına yoruyorum. Ama, her halükarda, davanın dünkü emektarlarının davanın bu günkü temsilcilerine yönelik bu tehdit dilinin kabul edilmemesi, reddedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hayırlarda yarışmak isteyenlerin bu dili kullananları Müslümanca bir nezaket ve feraset ile durduracaklarını umuyorum.

13 Temmuz 2010 Salı

Yüz bin kişi nerede ?

Gürkan BİÇEN

Sosyalist Blok’un çözülmesine yol açan unsurlar arasında diğerleri ile birlikte Kilise’nin payını da teslim etmek gerekir. Bu, Arnavutluk açısından da böyledir. Vatikan, Avrupa kiliseleri ve Dünya Kiliseler Birliği Müslüman Dünya’nın unuttuğu bir dönemde dünyanın tek ateist devleti Arnavutluk’u unutmuş değildi ve Arnavut halkı Vatikan’dan ve Avrupa’dan yayım yapan radyoların sesine kulak vermekten imtina etmiyordu. Komünist rejimlerin 1989’da Romanya’da başlayan çöküşü bir yıl sonra etkisini Tiran’da gösteriyor ve Arnavutluk “Yeni Dünya Düzeni” tablosunda kendisine biçilen rolü oynamaya hazırlanıyordu. 25 Nisan 1993’te Tiran havaalanına inen Papa II.John Paul eğilip toprağı öperken sanki Arnavutluk’u yeniden kutsuyordu.

Soğuk Savaş boyunca Kilise bu savaşın gereklerine göre konumlanmış olsa da bugün Kilise’nin duruşu Avrupa’nın (hem de kaybedilen halklarla birlikte) yeniden Hıristiyanlaştırılması hedefine ayarlanmış haldedir. Papa XVI.Benedict bu niyetini hiçbir zaman yadsımamış, bilakis, mütemadiyen Avrupa’nın laik güçleri ile mücadele etme gerekliliğinden bahsetmiştir. Balkanların Arnavutlar, Boşnaklar, Torbeşler, Pomaklar, Çingeneler gibi kayıp halklarının Avrupa ve Amerika kurumlarına entegrasyonu sürecinde kültürel dönüşümlerini sağlamak da Kilise’nin temel hedefleri arasına yerleşmiştir. Her ne kadar, Avrupa ve Amerika resmi düzeyde laik kurumları Balkan halklarına dayatsa da, Kilise sosyolojik dönüşümü sağlayacak argümanları kullanmaya devam etmekte, kayıp halkları yüzlerce yılda oluşan kimliklerine, ki bu İslam’dır, yabancılaştırmak için çaba sarf etmektedir.

Entegrasyon sürecinin (asıl anlamı kültürel ve akabinde dini asimilasyondur) siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve dini ayaklarının sabitlendiği Arnavut bölgesinde Müslümanlar da bir kısım zayıf, içeriksiz ve hedefsiz çalışmalar yürütmektedirler. Batı’nın yerleşik kurumları ve bunlar arasındaki güçlü bağların aksine Müslümanların faaliyetleri düzensiz, yetersiz ve kimi zaman anlamsız haldedir. Genel olarak dış yardımlarla yürüyen bu faaliyetler Müslüman kimliği ayakta tutacak, onu gururla taşıyacak, ümmet karşısında sorumluluk üstlenecek, ümmetin bir parçası olarak hareket etmelerini sağlayacak nitelikten yoksundur. Ancak bunun böyle olmasında tek suç bölge Müslümanlarında da değildir.

Bosna Savaşı ile Türkiyeli Müslümanların dikkatleri Balkan bölgesine çevrilmişti ve yüreklerimizi dağlayan sahneler orada hala Müslümanlar olduğu gerçeğini açığa çıkarmıştı. Türkiyeli Müslümanların yardımları bu cepheye akmış ve bu cephenin bereketi bize dünya çapında iş yapma kapasitesine ulaşan gurur duyulacak bir kurumu İHH’yı kazandırmıştır. Ne var ki, resmi düzeyde hareket eden bir kısım kurum ve kuruluşlar gibi İHH da savaşın ardından oluşan yeni durumu anlamaktan, Batı’nın bölge Müslümanlarına yönelik taarruzunu değerlendirebilmekten aciz kalmıştır. Türkiye’nin Balkan politikasına resmi ve sivil düzeyde yön veren insanlar modern toplumların dönüşüm şekillerini kavramaktan uzak bir halde, modernizm öncesi kullanılan yollarla Müslüman kimliği diriltebileceklerini, bu kimliği diğerleri arasında onurlu ve sağlam bir mevkie ulaştırabileceklerini düşünmüşlerdir. Devlet bazında yapılan çalışmaların anlamsızlığını ve israf edilen paranın hesabını gündeme getirmesek de, Mavi Marmara aynasında beliren Arnavutluk gerçeği İHH’yı ve bu vesile ile Türkiyeli Müslümanların Arnavutluk çalışmalarını gündeme getirmemizi zorunlu kılmıştır.

Türkiye’de eğitim görmüş, halen Arnavutluk’ta yaşayan bir Arnavut dostum, Mavi Marmara gemisinde verdiğimiz şehitlerin ardından Yunanistan’da bile insanların sokaklara döküldüğünden ancak, gemide Kosova ve Makedonya’dan dört Müslüman Arnavut’un yer almasına rağmen, Arnavutluk’ta kimsenin kılının kıpırdamadığından, bunun sebebini gerçekten merak ettiğinden bahsedince ona bunun sebebini İHH’ya sorması gerektiğini söyledim. Bu cevabıma şaşırdı ve hiçbir bağ kuramadığını ifade etti. Kendisine şu linki (http://www.ihh.org.tr/12542/ ) açıp okumasını ve daha sonra konuşmamızı önerdim. Bir İHH çalışanı tarafından kaleme alınan bu yazıda, “İHH Arnavutluk’ta, eğitim, gıda, iftar, kurban ve yetim çalışmalarıyla 100 bin kişiye ulaşıyor. Bu çalışmaların büyüyerek devam etmesi çok çok çok önemli…” deniliyordu. Bu, dört milyona yakın bir nüfusa sahip ülkedeki her kırk aileden birisinin İHH ile bir şekilde teması olduğu anlamına geliyordu. Dostuma Gazze – İsrail Savaşı sırasında da Arnavutluk’ta protestoların olmadığını, yine Hizbullah – İsrail Savaşı’nın ardından bir kısım Müslüman Arnavut’un Şii Müslümanlara karşı bir deklarasyon yayımladığını hatırlattım. Öyleyse bir problemin varlığını kabul etmeli ve Arnavutluk’ta faaliyet gösteren Türkiyeli kurumların neler yaptığını sormalıydık. Yüz bin kişiye hitap edildiğini ilan ettiğimiz bir yerde bir tek kişi olsun meydana inmediyse, Müslüman kimlik adına yürüttüğümüz faaliyetin içeriğini tartışmaya açmak bir zaruret olarak görülmelidir.

Arnavutluk ve Kosova gibi Batı’nın tüm kurumlarıyla işgal ettiği bir alanda çalışma yapmanın zorluğunu baştan teslim etsek de, bu, yapılan çalışmaların mahiyetini sorgulamamıza da engel olmamalıdır. Her şeyden evvel, Arnavutluk Cumhuriyeti Anayasasının ve kanunlarının Arnavutluk toplumunu oluşturan unsurlara verdiği haklar çerçevesinde hareket edildiği halde bile Müslüman unsurun kendisini gizlemesine ihtiyaç olmadığı bilinciyle davranan bir sivil toplumu oluşturma yönünde irademizin olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu soru, Müslüman unsuru hayatın neresinde görmek istediğimize yönelik irademizle yakından ilişkilidir. Türkiye’de olduğu gibi Arnavutluk’ta da Müslüman unsuru gözlerden uzak bir yerde tutma yönünde işletilen bir politika ne Müslüman Arnavutlara ne de onların kardeşi ve hamisi olan Türkiyeli Müslümanlara bir fayda sağlamamaktadır. Müslüman Arnavutları ümmetin problemleriyle hemhal ve onları Arnavutluk toplumunun her noktasında görünür kılan bir politika onlara ümmetin –tabii ki Türkiye’nin de- meseleleri karşısında sorumluluk yükleyecek ve böylelikle onlar kendilerini ümmetin dertleriyle hemhal bulacaklardır. Ancak bu bilinçle yetiştirilmiş bir Müslüman Arnavut Mavi Marmara’da saldırıya uğrayanın aslında kendisi olduğunu anlayabilecek/hissedebilecektir. Çalışmalarımız Müslüman Arnavutların kimlik bilincini yeniden inşaya ve onları görünür kılmaya yönelmediği müddetçe Batı ekseninde hareket eden kişiler Arnavut halkının sözcüsü olmaya devam edeceklerdir.

Batı, Müslüman Arnavutlar dahil olmak üzere, Arnavut toplumunu Hıristiyan değerlere/mitlere sahip çıkmak üzere eğitir haldedir. Yüz yılı aşkın bir zamandır yürüdüğü bu yolda aldığı mesafe hiç de azımsanacak gibi değildir. Bu gün Mavi Marmara’yı yalnız bırakanların bir kısmını biz eğitsek de, onlar Batı’nın mitlerine; İskender Bey’e, Nena Terasa’ya, Fan Noli’ye, Pjeter Bogdani’ye saygı duyar, onların peşinden gider haldedirler.

Arnavutluk’ta çalışma yapanları Kilise’nin ağzıyla uyarmak istersek, “Çocukların ekmeğini atarken” birçok kez düşünelim, diyebiliriz.