Translate

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Nasrallah’ın bahsettiği tekfirciler

Gürkan BİÇEN



Suriye üzerinden Orta Doğu’ya musallat edilen bela Lübnan sınırlarına dayandı ve beklendiği üzere Hizbullah duruma müdahale etme gereği duydu. Doğrusu Nasrallah’ın açıklamalarından birkaç gün evvel Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım Hizbullah’ın bu bela ile baş edebilecek güçte olduğunu ve bunun için İmam Hamanei’nin emrini beklediğini ilan etmişti. Bu bela İslam Dünyası’nda yayılan bir veba, bedeni ele geçiren bir kanser hücresi olan tekfircilerden başkası değil.

Istılahi anlamıyla tekfir bir başkasını İslam dininden çıkmış olarak kabul ve ilan etmektir. Siyasi yüzüyle tekfircilik İmam Ali döneminde baş gösteren Haricilere kadar uzanan bir algı bozukluğudur. Tekfircinin mantığı bir başkasının yanlışlığı üzerinden kendi doğruluğunu ispata dayanır. Yani tekfirci için doğru olmanın/ Müslüman olmanın ölçütü kendisinin sözlerinin sıhhatinden ziyade, bir başkasının kendisiyle aynı şeyi söylememesi sebebiyle dinin dışına çıktığı kanaatinde olmasıdır.  

Müslüman Dünya’nın iki ana akımı Sünni ve Şii ekollerinin birbirlerine yönelik tutumunun da incelendiği uluslararası bir araştırmada Şiileri Müslüman kabul etmeyen Sünnilerin oranı Irak’ta %14, Lübnan’da %21, Tunus’ta %41, Ürdün’de %43, Mısır’da %53, Filistin’de %40 ve Fas’ta %50 olarak gösteriliyordu (Bakınız: The World's Muslims: Unity and Diversity –Pew Research Center). Bu rakamlar Şer Ekseni Amerika ve müttefikleri tarafından Suriye’de oynanan oyuna katılmak için ülkelerini terk eden binlerce Tunuslu, Mısırlı, Ürdünlü ve hatta Filistinli tekfircinin kaynağını göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Türk halkı tekfirci mantığın icraatlarına genel olarak yabancıdır, diyebiliriz. Yaşanan bazı hadiselerin medyatik boyutu dışında bu kişilerin bakış açılarına dair kayda değer bir bilgi kamuoyu ile paylaşılmış değildir. Bu kişilerin Türkiye’deki sıradan halka bakışlarını yansıtması açısından mesleki tecrübemden kaynaklanan iki örneği zikretmeyi gerekli görüyorum. Bunlardan birincisi Türkiye’de yapılanmaya çalışan El Kaide unsurlarından iki hücrenin emniyetin teknik takibine yakalanan telefon görüşmesidir. Bu görüşmede bir hücrenin lideri diğerini arar ve şunları söyler: “Duydum ki, siz çocuğunu okula gönderene kâfir demeyene kâfir demiyormuşsunuz.”

Görüldüğü üzere iki hücre lideri açısından Türkiye’de çocuğunu okula gönderen kişinin kâfir olduğuna dair bir şüphe bulunmuyor. İhtilafa düştükleri husus çocuğunu okula yollayana kâfir demeyenin durumu. Telefonun ucundaki şahıs cevap veriyor: “Olur mu öyle şey! Biz de kafir diyoruz.”

Tekfirci zihniyetin Türk halkına bakış açısı böyle olduğu için, yıllar evvel İstanbul’da yaşanan, onlarca kişinin hayatını kaybettiği bir bombalamanın ardından yakalanan kişilere meselenin hakikatini anlayabilmek için soruyoruz: Bunu niçin yaptınız, yaparken ne düşündünüz, sivilleri düşünmediniz mi?

Aldığımız cevapla irkiliyoruz: Niçin dert ediyorsunuz ki? Şayet onlar (ölenler) kâfir ise onlar için üzülmenize gerek yok. Onlar Müslüman ise Allah onları cennetine koyacaktır.
Yıllar sonra, tekfirci mantık için bundan ötesi olmadığını Katar’ın emir kulu Yusuf Kardavi’nin Suriye’deki âlimlerin, memurların ve sivillerin ayrım yapılmaksızın öldürülmesi gerektiği, masum olanların hakkını Allah’ın alacağı yönündeki kan donduran sözlerini işitince bir kez daha fark ediyorum. Bilinmelidir ki, bu güruh sadece sakal bırakmayı değil,  okul önlerine, ana caddelere koydukları bombalı araçlarla masum çocukları, sivilleri öldürmeyi de dinin rüknü kabul ediyor ve bu cinayetleri işlerken Allah’tan sevap umuyor. Yine bu güruh sakalları sebebiyle kendilerine Müslümanca yaklaşanların ekseriyetini Müslüman olarak görmüyor ve onlara ancak tahammül ettiğini düşünüyor. Kendileri gibi düşünmeyen kişilerin namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor olması onların gözünde bu kişileri Müslüman kılmaya yetmiyor.

Dinin cahili olan bu güruh umulur ki ıslah olur. Lakin görünen o ki, bu güruh dinin hadimi ve hamisi Hizbullah’ı hedefe koymakla Allah’ın takdir ettiğini düşündüğümüz yola, helake kapı aralamış haldedir. Bize düşen ise bu güruhun fasid yüzünü açıklamak ve Hizbullah’ın eliyle tedip edilmeleri için dua etmektir.



12 Mayıs 2013 Pazar

Utanmaz Adam

Gürkan BİÇEN


Bizim kuşak bilir, Oğuz Aral’ın Gırgır’a kazandırdığı, her türlü dalaverenin içinde yer alan, her maceradan sıyrılmasını bilen, herkesle tokalaşıp herkese tezgâh açabilen, her şeye rağmen sempatik görünmeyi beceren, gerektiğinde gözlük takıp tıpkı bir akademisyen gibi kürsüden hitap eden,  siyah saçlı, kısa boylu, kuvvetle muhtemel Konyalı bir tiptir, Utanmaz Adam. Aral’ın “Utanmaz Adam”ı nihai tahlilde, bu maceralar ile verir mesajını bizlere;  kimseye gerçek bir zarar vermeksizin gönlünce dolanır durur mizah âleminde. Oğuz Aral “Utanmaz Adam”ın bir gün ete kemiğe bürünmekle kalmayıp kurnazlıktan şeytanlığa terfi edeceğini ve Türkiye’yi beladan belaya sürükleyeceğini hiç tasavvur etmiş midir? Sanmıyorum…

Son on yıldır Türk dış politikası Utanmaz Adam’ın maceralarını çağrıştırır tezgâhlarda dokunuyor. Güce tapan bir anlayış Müslüman halklara karşı mütekebbir, Batı karşısında ise itaatkâr bir tavırla kendisine gelecek arıyor. Bunun sebebi hakkında bir çıkarımda bulunan İsrael Shamir Türk dış politikasının görünürdeki mimarı Ahmet Davuoğlu’nun “Türklerin yeniden başarmak için yapmaları gereken nedir?”, sorusuna 20 yıl evvel kaleme aldığı bir makalede cevap verdiğini anlatır. Shamir’e göre, Suriye’deki Türk müdahalesinin baş destekçisi Ahmet Davutoğlu, “Eğer ihtiyacımız varsa şeytanla bir anlaşma yapabiliriz ve yapmalıyız.”, diyordu.  Davutoğlu’nun sözlerini ve ruh halini yansıtan Shamir şöyle devam eder: “Onun (Davutoğlu’nun) bakış açısıyla, Yavuz Sultan Selim’in yönetimi altındaki İmparatorlukta uygulanan Sünni İslam sadece doğru inanç değil, müspet sonuçların garantisi olan bir demir yastıktır. Onun yönlendirdiği bir devlet yanlış yapmaz. Böyle bir devlette şeytanca işler bile Her şeye Kadir olan tarafından müspet sonuçlara çevrilecektir. Bu sebeple, İmparatorluk 600 yıl yaşadı ve başardı. Genç Davutoğlu partnerlerin iyi veya kötü olmasına bakmaksızın, İslamcı Türkiye’nin güçlü partnerlerle kurulacağını bunun için yazdı. Bu, inancımız ve Kadir-i Mutlak’ın yardımıyla kazanacağımız zafer için Şeytanla bile bir anlaşma (Faust Paktı) yapabiliriz, anlamına gelir. Amerika birçok Müslüman için olduğu kadar Davutoğlu için de bir şeytandır ama onun belirsiz felsefesiyle silahlanmakla o, Türkiye’nin gelecekteki zaferi için şeytana katılmaya hazırlanıyor. Sonra onun belirsiz teolojisini belirsiz politikasına dönüştürme vakti geldi. Amerika ondan militanları Suriye’ye getirmesini istedi ve o da böyle yaptı. Türk arkadaşlarım Erdoğan’ın kişisel olarak böyle teolojik inançları olmadığını ama pratik kabulleri takip ettiğini söylediler. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile ittifak meselesi Erdoğan ile onun bir zamanlar hocası olan Necmettin Erbakan’ı ayırdı. Erbakan buna karşıydı; Erdoğan bunu kabul edilebilir buldu. Erdoğan bir günde Erbakan’ın takipçilerini reformist oluşum Ak Parti’ye taşıdı ve on yıl önce iktidara geldi ve genel olarak başarılı oldu. Azınlık, mevcut etkisini sürdürse de seçimlerde başarılı olamayan Saadet Partisi, muhalefet oldu.” Shamir, Davutoğlu’nun saptığı bu yanlış yolu şöyle yorumlar: Geleneksel inançlara sahip insanlar biliyorlar ki, her kim Şeytan ile anlaşırsa er ya da geç kahrolur; onunla birlikte içmek için yeteri kadar uzun bir kaşık yoktur.

Stratejik Derinlik isimli çer çöp tezin sahibi Davutoğlu “Büyük Şeytan”a karşı mücadele etmek yerine, “Büyük Şeytan”la birlikte, onun gayrı meşru yönetimler üzerindeki gücünü kullanarak, Türklere (Müslümanlara değil) tarihte yeni bir sayfa açmak üzere halklara karşı bir mücadeleyi tavsiye etti. 400 yılı aşkın bir süredir gerilemeye devam eden İslam Dünyası için o, yabancı işgallerin her türünü meşrulaştıracak bir yol önerdi. Ne rasyonel ne de ahlaki olan bu rol Türk kavmiyetçiliği ile malul İslamcı eskitmesi çevreler ile muhafazakârlar tarafından severek kabullenildi. Davutoğlu’nun fantezilerine eklemlenen, Davutoğlu tarafından bürokrasinin çeşitli kademelerine taşınarak doğrudan ve dolaylı olarak istihbarat servislerine ve Amerikan menfaatlerine eklemlenen unsurlar hakikati gölgelemede en az Davutoğlu kadar arzulu oldular. Böyle bile olsa, hakikat tümüyle karartılamayacak bir nurdur. Ağızlarıyla bu nuru söndürme çabasında olanlar, halklarına yalan söyleyenler, halklarını batıl davalarının peşinde sürükleme gayretinde olanlar hakikat nurunun onları da faş edeceğini bilmenin korkusunu yaşamaktadırlar.

Hakikat çok ama çok açıktır. Davutoğlu İslam’a, Müslümanlara itibar etmemektedir. O güce tapmaktadır. Obama’ya Clinton’a, Kerry’e kulak verip İmam Hamanei’ye, Salihi’ye burun kıvırmak ve hatta köpeklerini onların üzerine salmak ne İslami ne de ahlakidir.  Türkiye Davutoğlu’nun ayakları yere basmayan, bu sebeple bir proje değil bir fantezi olan, Müslüman halkların aleyhine işleyen politikasının kurbanıdır. Türkiye’yi kurbanlık koyun haline getiren bu zat maalesef siyasi ahlaktan da yoksundur. Asgari medeni ve siyasi ahlaka sahip bir kişinin öngörülerinin yanlış çıkması halinde yapması gerekeni, istifa etmeyi düşünmek yerine hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı tercih etmek Oğuz Aral’ın “Utanmaz Adam”ının bile yüzünü kızartacak bir davranıştır.

Davutoğlu, senden bıktık. Senin halkımızı aldatmandan, senin halkların düşmanı şeytanlarla kol kola fotoğraflarını görmekten, senin Müslümanlara karşı mütekebbir dilinden, senin ülkemizi kana boyayan, bizleri katillere çeviren politikalarından, senin “Utanmaz Adam”ı bile utandıran pişkinliğinden gerçekten bıktık.

Davutoğlu! Bir karikatürist gelip “Utanmaz Adam”ın yeni versiyonunda seni figür olarak kullanmayı düşünmeden evvel istifa etmek gibi yaratıcı bir fikir üretmeyi becer ve düş milletin yakasından.


Not: Reyhanlı’da hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve halkımıza sabır, yaralılarımıza şifalar diliyorum. Bizi bu noktaya taşıyan Davutoğlu ve Erdoğan’ı da şiddetle kınıyor, Kahhar olan Allah’a havale ediyorum.