Gürkan BİÇEN
Bir üstad, Hakan Albayrak’ı kast
ederek, “Vaktiyle kimlere değer vermiş, ümit bağlamış, yükseltmişiz”, mealinde
bir serzenişte bulununca aklıma yönetmenliğini Özer Kızıltan’ın yaptığı,
senaryosu Önder Çakar tarafından kaleme alınan “Takva” isimli film geldi. Filmde
sıradan bir mürit iken ruhi anlamda yükseldiğine kanaat getirilen Muharrem’e
bir kısım sorumluluklar yüklenmesinin, dünya işlerine bulaşmasının ardından
geçirdiği dönüşüm ele alınıyor ve bu süreçte muhafazakâr camiadaki bazı
yanlışlara da dikkat çekiliyordu. Muharrem, akçalı işlerle ilgilenmeye
başladıktan sonra samimiyetinin de sorgulanmasını gerektirecek bir sürecin
kurbanı haline geliyordu. Filmin sonuna doğru “Şeyh” onun bu durumunu izah ederken,
yükselişin, seyr-i sülukun makamları olduğundan, nihai noktaya geldikten sonra
dünyaya, halkın arasına irşada dönmenin de bir adabı bulunduğundan lakin kimi
zaman yükselmeyi başaranların inmeyi başaramadığından bahseder.
Hakan Albayrak’ı kendi halinde
bırakmamız, oynadığı oyunla oyalanmasını izlemekle yetinmemiz, şahit olduğumuz
şeyleri “kırık kol-yen” düzleminde tutmamız onu Müslümanlar arasında bir konuma
getiren insanları hayal kırıklığına uğratmakla kalmayıp İslam İnkılâbı Rehberi
İmam Hamanei’ye yönelik boyunu aşan sözleri sarf etmeseydi, mümkün olabilirdi. Ne
var ki, o, sadece kendi adına konuşan birisi değil ve bu yazımızda onun benim
için değersiz şahsını aşar nitelikte.
Yeni Şafak’tan ayrılıp “askerlik
hizmeti”ni Ankara’da tamamladıktan sonra atandığı Star Gazetesi’nde yayımlanan
“Karşı Devrim Rehberi Hamaney” yazısıyla İran İslam İnkılâbı Rehberi ve
İnkılab’ın Suriye konusundaki tutumuna “Yezidi
siyaset” diyen, AKP Hükümeti’nin İsrail ile kavga ettiğini ileri süren
Hakan Albayrak, Mehmet Bekaroğlu’nun kendisini “NATO askeri”ne benzetmesi
üzerine kaleme aldığı “ABD’ye girişim yasak. Ya sizi?” başlıklı yazı ile de
Siyonistlerin kendisinin “İsrail”e girişine yasak koyduklarını, ABD’ye de
giremediğini ve bunun göğsündeki bir madalya olduğunu anlatmış. Mavi Marmara
gemisinde yer alan Hakan Albayrak’ın bugün kurduğu cümlelerin ne kadarı
hakikati eğip büküyor görmek gerekiyor.
Bilindiği üzere Mavi Marmara’nın
Akdeniz sularında seyri esnasında Türk hükümet ricali Türkiye’de değillerdi.
Başbakan da dışişleri bakanı da yurtdışında idi. Saldırının vuku bulmasını
takiben Türkiye siyaseti ve bürokrasisi neredeyse kilitlenmiş, bu ikisinin
yurda dönüşüne kadar anlamlı bir icraat gerçekleştirilmemişti. Hatta Bülent
Arınç örneğinde olduğu gibi, “Hiç kimse bizden İsrail’e savaş açmamızı
beklemesin”, türünden postu baştan yere seren açıklamalar yapılmış, Mavi
Marmara saldırısının hesabının uluslararası kurumlar önünde sorulacağı
tekrarlanmaya başlanmıştı. Kamuoyu Türkiye’nin iç hukukta yapması gerekenleri
tartışmaktan bilinçli bir şekilde uzaklaştırılıyordu. Halbuki Milliyet’ten Aslı
Aydıntaşbaş 2 Haziran 2010
tarihinde yazdığı, Ahmet Davutoğlu ile Hillary Clinton arasında Mavi Marmara
ile ilgili olarak geçen diyalogu aktardığı yazısında Davutoğlu’nun (ve tabii ki
Türk yetkililerin) siyasileri dahil olmak üzere Siyonistleri Türkiye
Cumhuriyeti mahkemelerinde yargılayabileceklerini bildiklerini ortaya
koyuyordu. Bu yazıya göre Davutoğlu ile Clinton arasında şunlar konuşulmuştu:
“Davutoğlu: (Gazze’deki sorun ve
Mavi Marmara baskınının hukuksuzluğunu anlattıktan sonra) Siz de annesiniz.
Bunu anlamanız lazım. Biz yüzyıllar boyu Rusya ile hasmane ilişkiler,
yıllar boyu Yunanistan’la sıkıntılar yaşadık. Ama ne Rusya, ne Yunanistan o en
sıkıntılı dönemlerde bile bunu yapmadı. İlk kez iradi olarak bir ülke
vatandaşımızı öldürüyor.
Clinton: Duygusal olmanızı
anlıyorum. Ama önemli olan bu noktada bir diplomatik çözüm bulabilmek. Şimdi ne
yapabiliriz?
Davutoğlu: Taleplerimiz var. Öncelikle tutukluların derhal
teslim edilmesini istiyoruz. 24 saat içinde ve kimse kalmayacak şekilde. Ayrıca
olayla ilgili bağımsız bir soruşturma talebimiz var. Aileler ve mağdurların
tazminat taleplerinin de önü kesilmemeli (İsrail gözaltına alınanlara bu
talepten feragat edildiğine dair bir belge imzalattı.)
Clinton: Peki bu talepleriniz
karşılanmadığı takdirde ne olacak?
Davutoğlu: Bunlar bizim için hayati konular. İlişkilerimizi
tamamen gözden geçireceğiz. Buna İsrail’deki büyükelçiliği kapatıp diplomatik
ilişkimizi tamamen kesmek dahil. Ayrıca
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan başlayarak bu olayda sorumluluğu olan tüm
İsrailli yetkilileri Türk mahkemelerinde yargılayabiliriz. Adımlarımız
ağır ama cüretkâr olacak.
Clinton: Anlıyorum.”
Yine TBMM tarafından yayımlanan
deklarasyonda, “Türkiye, İsrail'e karşı milli ve uluslararası yargı yollarına
başvurmalıdır.”, ifadesine yer verilmesi bunun mümkünlüğünü ortaya koymaktaydı.
Bu dönemde Siyonistlerin Türk
mahkemelerinde yargılanmasının zorunlu olduğunu düşünen birkaç kişinin kaleme
aldığı ancak ana akım medyada yer almaması sebebiyle etkisi olmayan yazıların
ardından ricamız üzerine Müslüman camiadan önde gelen bir isim Hakan Albayrak’a
telefonla ulaştı ve kendisinden Mavi Marmara için Türkiye’de ceza davası
açılabileceğine dair, hükümeti bu yöne sevk edici yazılar yazmasını istedi. Hakan
Albayrak telefondaki muhatabına verdiği cevap ile Mavi Marmara davasının
neresinde yer aldığını ortaya koyuyordu: “Türkiye’de dava açılmasına karşı Clinton ilk günden Davutoğlu’nu tehdit etti.
Ben Davutoğlu’nu zora sokacak hiçbir şey yapmam, yazmam; Siz yazın.”
Anlaşılan o ki, Aslı
Aydıntaşbaş’ın aktardığı gibi Clinton Davutoğlu’na “anlıyorum”, demekle
kalmamış, Siyonistlerin Türkiye’de yargılanma ihtimaline binaen tehdit de
etmişti. Hakan Albayrak ise Mavi Marmara şehitleri üzerinden Filistin davasını
öncelemek yerine Ahmet Davutoğlu’nun siyasi ikbalini sağlama almayı tercih
etmiş ve Mavi Marmara üzerinden hamaset üreten yazıların dışında kalem
oynatmamıştı.
Bunun üzerine “Kayıkçının
Küreği” başlığıyla kaleme aldığım bir yazıda;
“Mavi Marmara saldırısının akabinde Türkiyeli
siyasiler ve diplomatlar ‘uluslararası hukuk’ söylemine bir can simidi olarak
sarıldılar. Kamuoyu bilinçli ve sistemli bir şekilde Türkiye’de işletilmesi
gereken hukuki süreç hakkında bilgilendirilmekten mahrum bırakıldı. Siyasilerin
bu sürecin neticelerinden korkmasını anlayabilsek de, gemisinde dokuz
insanımızın hayatını kaybettiği İHH’nın ve bu kafileye fiilen destek veren
başta MAZLUMDER olmak üzere birçok STK’nın Türkiye’de işlemesi gereken hukuki
sürece gözlerini kapatmasını, bu süreçle ilgili hiçbir açıklama yapmamalarını,
bu sürecin işletilmesini isteyen Mavi Marmara şehitlerinin ve gazilerinin
ailelerinin seslerine kulaklarını tıkamalarını anlayamıyoruz.
Mavi Marmara’yı geçmişlerin hikâyelerinden bir hikâyeye dönüştürme gayretinde
olan Siyonist cephe siyaset cephesinden yürüttüğü saldırının meyvelerini sessiz
kalan sivil toplum kuruluşlarında, görmezden gelen medyada, nanenin ondalığını
veren hahamlara emsal dini çevrelerde topluyor. Mavi Marmara ile yola çıkan
kafilenin içinde bulunan Hakan Albayrak, Ahmet Varol gibi yazarların
Türkiye’deki hukuki süreci gündeme getirmekten imtina etmeleri nasıl
açıklanabilir? On binlerce okura hitap eden bu insanlar Mavi Marmara’yı bir
hikâyeler kitabına dönüştürmekten utanmazlar mı? Yine her konuda kalem oynatan
Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman gibi âlim şahsiyetler Siyonistlerden
Türkiye’de alınması gereken hakkın sorgusunu yapmazlar mı?”, ifadelerine yer
verdim. Bu yazımdan kısa bir süre sonra, Mavi Marmara Soruşturması’nda aktif
bir şekilde çalışan MAZLUMDER İstanbul Şubesi Hukuk Komitesi bir açıklama
yaparak sürecin ağırdan alınmasını eleştirdi. Açıklamada şu ifadelere yer
verildi:
“Gelinen süreçte soruşturmanın
ulusal ve uluslararası siyasi mülahazalarla geciktirilmesi ve kamuoyunun hukuki
ve cezai yargılamanın bir an önce başlatılması yönündeki beklentilerinin
karşılanmaması, ulusal ve uluslararası siyasetin hukuk üzerinde etkinlik kurma
çabalarının maalesef bir sonucu gibi görünmektedir.
Soruşturma dosyası tekemmül ettiği halde halen kovuşturma aşamasına geçilmemiş
olmasına ilişkin olarak gönüllü avukatlarımızın ortak kanaati, soruşturmanın ‘siyasi
nedenlerle’ geciktirildiğidir. Bu husustaki kaygılarımız daha önce de basın
yoluyla kamuoyuna tarafımızdan duyurulmuştur. Ancak bu tarihten sonra da
herhangi bir ilerleme olmamıştır.”
MAZLUMDER’in bu açıklamayı
yaptığı tarih itibariyle Hakan Albayrak soruşturma savcısını ve avukatları
peşinden koşturmaktan bıkmamış, birçok kez davet edilmesine rağmen Mavi Marmara
saldırısı sebebiyle Siyonistlere yönelik şikâyetini arz etmek üzere savcılığa
gitmeye yanaşmamıştı. “Kırık kol-Yen” düzlemi burada da işlemiş, Hakan Albayrak
ve siyasetçilere yakın birkaç kişinin bu tutumları açıklamalara yansımamıştı.
Bugün, 1 Haziran 2010 tarihi
itibariyle “İsrail”e girişinin yasaklandığını bir övünç vesilesi yapan
Albayrak, Mavi Marmara’da yer alanların hepsinin aynı konumda olduğundan neden
bahsetmez? Albayrak’ın yazısını okuyan herhangi birisi, “Cengâver adam, bunun
gibi on tane olsa ‘İsrail’in dumanını attırırız.”, diye düşünebilir, yaklaşık
600 kişinin aynı konumda olduğunu bilmeksizin. Hâlbuki Mavi Marmara davası
iddianamesinde durum son derece açık bir biçimde ortaya konuluyor:
"İşlemler sırasında bütün
yolculara imzalamaları için resmî evraklar verilmiştir. Bu evrakların
İngilizce, Türkçe ve Arapça gibi muhtelif dillere yapılmış tercümeleri
bulunmasına rağmen yolcuların çoğu kendilerine İbranice bir nüsha verildiğini
ve söz konusu metnin içeriğiyle ilgili bir açıklama yapılmadığını söylemiştir.
Bu evrakları anlayabilenlerin aktardığına göre, evrakları imzalayan kişiler İsrail’e illegal bir şekilde girmiş
olduklarını kabul ile sınır dışı edilmeye ve 10 yıl boyunca İsrail’e girme
yasağına muvafakat gösterdiklerini kabul ve beyan etmekteydiler."
Görüldüğü üzere Mavi Marmara’da
yer alan herkes “İsrail”e giriş yasaklısıdır. Bu durumda Albayrak’ın ajitasyonu
ne anlam ifade eder ki? Hakan Albayrak’ı kahraman yapacak şey “İsrail”e giriş
yasağı ile övünmek değil, Davutoğlu’nun Clinton’a Siyonist Cumhurbaşkanı ve
Başbakanı niçin iddianamenin dışında tuttuklarını sorması olacaktır. Bir başka
ifadeyle zaten düşman olan Siyonist varlığın işgal ettiği bölgeye sınır
kapısından girememekle iftihar duymak değil, bir köşe yazarı olarak, kendi
ülkendeki siyasileri yapılması gereken için zorlamaktır kahramanlık. Ama bunu
yapabilmek için siyasilerle ilişkiyi belli bir düzeyde tutmak icap eder.
Albayrak’ın ilişkisi öyle mi?
Mavi Marmara yolcularının
yakınlarının bir haber alabilmek için İHH’yı, dışişleri bakanlığını, elçilikleri
ve sair yerleri aradıkları bir anda Hakan Albayrak’ın eşi Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’na doğrudan ulaşıyor ve doğal olarak Hakan’ın akıbetini
soruyor. Davutoğlu aradan geçen üç yıldan sonra olayı şöyle aktarıyor:
“Gece 2-3 gibi Hakan Albayrak’ın
eşi aradı. Nerede Hakan diye sordu? Sağ mı ölü mü? Ertesi gün Clinton’la baş başa
görüşmede ‘Size bana gelen bir telefonu anlatayım’ dedim: ‘Boşnak bir hanım tüm
ailesini Bosna’da kaybetmiş. Şimdi eşi gazeteci ve ne durumda olduğunu
bilmiyor. Biz de bilmiyoruz. Ne cevap verirdiniz buna?’ ‘Acınızı çok iyi
anlıyorum’ dedi.”
Ahmet Davutoğlu’nun Clinton’a
örnek gösterdiği Boşnak Hanım, eşi Hakan Albayrak’ın bu olaydan bir yıl sonra,
Genç Boşnaklar’ın yardım talebini, “Şimdi Suriye ile uğraşıyorum sizinle ilgilenemem”,
sözleriyle reddettiğini bilseydi ne hissederdi acaba? Albayrak iki yılı aşkın
bir zamandır Suriye ile uğraşıyor, onun gündeminde artık hanımının memleketi,
Bosna yok. O, mütevellisi olduğu İHH’yı da kullanarak Suriye’deki Müslüman
halkla savaşmakla meşgul. Bir yardım kuruluşunun mütevellisi savaş
çığırtkanlığı yapsın, görülmemiş şey. Bu meseleye “Yazık
olmuş İHH’ya” başlıklı bir yazı ile, Suriye’ye göndermek üzere oldukları
iki Arnavut’u vazgeçirmemi zikretmeksizin, değinmiştim.
Matbuat âlemindeki bir dostuma,
“Bu Albayrak meselesi nedir? Yeni Şafak’tan niye ayrıldı durduk yerde?”,
diyorum. “Ankara’da şu an… Eğitimci olarak…”, diye cevaplıyor. “Sence ne
buluyorlar onda?”, diyorum. “Devşiriyor”, diyor. Uzun konuşmamızın sonunda
Albayrak’ın Müslümanlar içinde bir beşinci kol işlevi gördüğüne kanaat
getiriyoruz.
Takva filminin Muharrem’inden
farklı olarak Albayrak, üstatların iteklemesiyle çıktı merdivenleri. Öyle
olunca inişi de gürültülü oluyor. Şimdi
o, sabah bir dine girip, bir hizbe hayranlık duyup akşam o dinden, o hizipten çıkıyor.
Çıkmakla kalmayıp suçluyor, karalıyor, hakaret ediyor. Kaderini siyasi
ikballerini korumak için göğsünü siper ettiklerinin kaderine bağlı
hissettiğinden, onların her yenilgisi Albayrak’ı daha da hırçın hale getiriyor.
Biz kendisine nasihat makamında değiliz. Nush ile uslanmayacağı da aşikâr. İşi
Allah’a kalmış. Sataştığı, hakaret ettiği İmam Hamanei’n de bir Sahibi var; Fil
Ordusunu helak eden Kâbe’nin Sahibi.
Bir sözüm de Hakan Albayrak’ı
delillerle ikna etme umudundaki Nurettin Şirin’e… Hakan Albayrak ve benzerleri
sizin delillerinize bakmayacaklar. Onun Suriye’de kaybolan bir devşirmesini
kurtarmak için canhıraş bir şekilde çırpındınız ve kurtardınız da. Dönüp bir
teşekkür mü ettiler? Bir bakın, o devşirmeler nerelerde, neler yazıyorlar. Bir
haddini bilmeze itibar edip dostlarınızı incitmeyiniz. Onlar size dost
olmayacaklar ve siz dostlarınızdan olacaksınız.
Açıkça yazıyorum zira açıkça
yazmaktan yana birisiyim. Muhatabım sadece atılanı değil atanı da görsün.
Calut’un, beynini dağıtan taşı atanı gördüğü gibi…