Translate

16 Nisan 2013 Salı

Beşinci Kol’un adamı: Hakan Albayrak


Gürkan BİÇEN

Bir üstad, Hakan Albayrak’ı kast ederek, “Vaktiyle kimlere değer vermiş, ümit bağlamış, yükseltmişiz”, mealinde bir serzenişte bulununca aklıma yönetmenliğini Özer Kızıltan’ın yaptığı, senaryosu Önder Çakar tarafından kaleme alınan “Takva” isimli film geldi. Filmde sıradan bir mürit iken ruhi anlamda yükseldiğine kanaat getirilen Muharrem’e bir kısım sorumluluklar yüklenmesinin, dünya işlerine bulaşmasının ardından geçirdiği dönüşüm ele alınıyor ve bu süreçte muhafazakâr camiadaki bazı yanlışlara da dikkat çekiliyordu. Muharrem, akçalı işlerle ilgilenmeye başladıktan sonra samimiyetinin de sorgulanmasını gerektirecek bir sürecin kurbanı haline geliyordu. Filmin sonuna doğru “Şeyh” onun bu durumunu izah ederken, yükselişin, seyr-i sülukun makamları olduğundan, nihai noktaya geldikten sonra dünyaya, halkın arasına irşada dönmenin de bir adabı bulunduğundan lakin kimi zaman yükselmeyi başaranların inmeyi başaramadığından bahseder.

Hakan Albayrak’ı kendi halinde bırakmamız, oynadığı oyunla oyalanmasını izlemekle yetinmemiz, şahit olduğumuz şeyleri “kırık kol-yen” düzleminde tutmamız onu Müslümanlar arasında bir konuma getiren insanları hayal kırıklığına uğratmakla kalmayıp İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei’ye yönelik boyunu aşan sözleri sarf etmeseydi, mümkün olabilirdi. Ne var ki, o, sadece kendi adına konuşan birisi değil ve bu yazımızda onun benim için değersiz şahsını aşar nitelikte.

Yeni Şafak’tan ayrılıp “askerlik hizmeti”ni Ankara’da tamamladıktan sonra atandığı Star Gazetesi’nde yayımlanan “Karşı Devrim Rehberi Hamaney” yazısıyla İran İslam İnkılâbı Rehberi ve İnkılab’ın Suriye konusundaki tutumuna “Yezidi siyaset” diyen, AKP Hükümeti’nin İsrail ile kavga ettiğini ileri süren Hakan Albayrak, Mehmet Bekaroğlu’nun kendisini “NATO askeri”ne benzetmesi üzerine kaleme aldığı “ABD’ye girişim yasak. Ya sizi?” başlıklı yazı ile de Siyonistlerin kendisinin “İsrail”e girişine yasak koyduklarını, ABD’ye de giremediğini ve bunun göğsündeki bir madalya olduğunu anlatmış. Mavi Marmara gemisinde yer alan Hakan Albayrak’ın bugün kurduğu cümlelerin ne kadarı hakikati eğip büküyor görmek gerekiyor.

Bilindiği üzere Mavi Marmara’nın Akdeniz sularında seyri esnasında Türk hükümet ricali Türkiye’de değillerdi. Başbakan da dışişleri bakanı da yurtdışında idi. Saldırının vuku bulmasını takiben Türkiye siyaseti ve bürokrasisi neredeyse kilitlenmiş, bu ikisinin yurda dönüşüne kadar anlamlı bir icraat gerçekleştirilmemişti. Hatta Bülent Arınç örneğinde olduğu gibi, “Hiç kimse bizden İsrail’e savaş açmamızı beklemesin”, türünden postu baştan yere seren açıklamalar yapılmış, Mavi Marmara saldırısının hesabının uluslararası kurumlar önünde sorulacağı tekrarlanmaya başlanmıştı. Kamuoyu Türkiye’nin iç hukukta yapması gerekenleri tartışmaktan bilinçli bir şekilde uzaklaştırılıyordu. Halbuki Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş       2 Haziran 2010 tarihinde yazdığı, Ahmet Davutoğlu ile Hillary Clinton arasında Mavi Marmara ile ilgili olarak geçen diyalogu aktardığı yazısında Davutoğlu’nun (ve tabii ki Türk yetkililerin) siyasileri dahil olmak üzere Siyonistleri Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde yargılayabileceklerini bildiklerini ortaya koyuyordu. Bu yazıya göre Davutoğlu ile Clinton arasında şunlar konuşulmuştu:

Davutoğlu: (Gazze’deki sorun ve Mavi Marmara baskınının hukuksuzluğunu anlattıktan sonra) Siz de annesiniz. Bunu anlamanız lazım. Biz yüzyıllar boyu Rusya ile hasmane ilişkiler, yıllar boyu Yunanistan’la sıkıntılar yaşadık. Ama ne Rusya, ne Yunanistan o en sıkıntılı dönemlerde bile bunu yapmadı. İlk kez iradi olarak bir ülke vatandaşımızı öldürüyor.
Clinton: Duygusal olmanızı anlıyorum. Ama önemli olan bu noktada bir diplomatik çözüm bulabilmek. Şimdi ne yapabiliriz?
Davutoğlu: Taleplerimiz var. Öncelikle tutukluların derhal teslim edilmesini istiyoruz. 24 saat içinde ve kimse kalmayacak şekilde. Ayrıca olayla ilgili bağımsız bir soruşturma talebimiz var. Aileler ve mağdurların tazminat taleplerinin de önü kesilmemeli (İsrail gözaltına alınanlara bu talepten feragat edildiğine dair bir belge imzalattı.)
Clinton: Peki bu talepleriniz karşılanmadığı takdirde ne olacak?
Davutoğlu: Bunlar bizim için hayati konular. İlişkilerimizi tamamen gözden geçireceğiz. Buna İsrail’deki büyükelçiliği kapatıp diplomatik ilişkimizi tamamen kesmek dahil. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan başlayarak bu olayda sorumluluğu olan tüm İsrailli yetkilileri Türk mahkemelerinde yargılayabiliriz. Adımlarımız ağır ama cüretkâr olacak.
Clinton: Anlıyorum.

Yine TBMM tarafından yayımlanan deklarasyonda, “Türkiye, İsrail'e karşı milli ve uluslararası yargı yollarına başvurmalıdır.”, ifadesine yer verilmesi bunun mümkünlüğünü ortaya koymaktaydı.

Bu dönemde Siyonistlerin Türk mahkemelerinde yargılanmasının zorunlu olduğunu düşünen birkaç kişinin kaleme aldığı ancak ana akım medyada yer almaması sebebiyle etkisi olmayan yazıların ardından ricamız üzerine Müslüman camiadan önde gelen bir isim Hakan Albayrak’a telefonla ulaştı ve kendisinden Mavi Marmara için Türkiye’de ceza davası açılabileceğine dair, hükümeti bu yöne sevk edici yazılar yazmasını istedi. Hakan Albayrak telefondaki muhatabına verdiği cevap ile Mavi Marmara davasının neresinde yer aldığını ortaya koyuyordu: “Türkiye’de dava açılmasına karşı Clinton ilk günden Davutoğlu’nu tehdit etti. Ben Davutoğlu’nu zora sokacak hiçbir şey yapmam, yazmam; Siz yazın.”

Anlaşılan o ki, Aslı Aydıntaşbaş’ın aktardığı gibi Clinton Davutoğlu’na “anlıyorum”, demekle kalmamış, Siyonistlerin Türkiye’de yargılanma ihtimaline binaen tehdit de etmişti. Hakan Albayrak ise Mavi Marmara şehitleri üzerinden Filistin davasını öncelemek yerine Ahmet Davutoğlu’nun siyasi ikbalini sağlama almayı tercih etmiş ve Mavi Marmara üzerinden hamaset üreten yazıların dışında kalem oynatmamıştı.

Bunun üzerine “Kayıkçının Küreği” başlığıyla kaleme aldığım bir yazıda;

 “Mavi Marmara saldırısının akabinde Türkiyeli siyasiler ve diplomatlar ‘uluslararası hukuk’ söylemine bir can simidi olarak sarıldılar. Kamuoyu bilinçli ve sistemli bir şekilde Türkiye’de işletilmesi gereken hukuki süreç hakkında bilgilendirilmekten mahrum bırakıldı. Siyasilerin bu sürecin neticelerinden korkmasını anlayabilsek de, gemisinde dokuz insanımızın hayatını kaybettiği İHH’nın ve bu kafileye fiilen destek veren başta MAZLUMDER olmak üzere birçok STK’nın Türkiye’de işlemesi gereken hukuki sürece gözlerini kapatmasını, bu süreçle ilgili hiçbir açıklama yapmamalarını, bu sürecin işletilmesini isteyen Mavi Marmara şehitlerinin ve gazilerinin ailelerinin seslerine kulaklarını tıkamalarını anlayamıyoruz.

Mavi Marmara’yı geçmişlerin hikâyelerinden bir hikâyeye dönüştürme gayretinde olan Siyonist cephe siyaset cephesinden yürüttüğü saldırının meyvelerini sessiz kalan sivil toplum kuruluşlarında, görmezden gelen medyada, nanenin ondalığını veren hahamlara emsal dini çevrelerde topluyor. Mavi Marmara ile yola çıkan kafilenin içinde bulunan Hakan Albayrak, Ahmet Varol gibi yazarların Türkiye’deki hukuki süreci gündeme getirmekten imtina etmeleri nasıl açıklanabilir? On binlerce okura hitap eden bu insanlar Mavi Marmara’yı bir hikâyeler kitabına dönüştürmekten utanmazlar mı? Yine her konuda kalem oynatan Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman gibi âlim şahsiyetler Siyonistlerden Türkiye’de alınması gereken hakkın sorgusunu yapmazlar mı?”, ifadelerine yer verdim. Bu yazımdan kısa bir süre sonra, Mavi Marmara Soruşturması’nda aktif bir şekilde çalışan MAZLUMDER İstanbul Şubesi Hukuk Komitesi bir açıklama yaparak sürecin ağırdan alınmasını eleştirdi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Gelinen süreçte soruşturmanın ulusal ve uluslararası siyasi mülahazalarla geciktirilmesi ve kamuoyunun hukuki ve cezai yargılamanın bir an önce başlatılması yönündeki beklentilerinin karşılanmaması, ulusal ve uluslararası siyasetin hukuk üzerinde etkinlik kurma çabalarının maalesef bir sonucu gibi görünmektedir.

Soruşturma dosyası tekemmül ettiği halde halen kovuşturma aşamasına geçilmemiş olmasına ilişkin olarak gönüllü avukatlarımızın ortak kanaati, soruşturmanın ‘siyasi nedenlerle’ geciktirildiğidir. Bu husustaki kaygılarımız daha önce de basın yoluyla kamuoyuna tarafımızdan duyurulmuştur. Ancak bu tarihten sonra da herhangi bir ilerleme olmamıştır.”

MAZLUMDER’in bu açıklamayı yaptığı tarih itibariyle Hakan Albayrak soruşturma savcısını ve avukatları peşinden koşturmaktan bıkmamış, birçok kez davet edilmesine rağmen Mavi Marmara saldırısı sebebiyle Siyonistlere yönelik şikâyetini arz etmek üzere savcılığa gitmeye yanaşmamıştı. “Kırık kol-Yen” düzlemi burada da işlemiş, Hakan Albayrak ve siyasetçilere yakın birkaç kişinin bu tutumları açıklamalara yansımamıştı.

Bugün, 1 Haziran 2010 tarihi itibariyle “İsrail”e girişinin yasaklandığını bir övünç vesilesi yapan Albayrak, Mavi Marmara’da yer alanların hepsinin aynı konumda olduğundan neden bahsetmez? Albayrak’ın yazısını okuyan herhangi birisi, “Cengâver adam, bunun gibi on tane olsa ‘İsrail’in dumanını attırırız.”, diye düşünebilir, yaklaşık 600 kişinin aynı konumda olduğunu bilmeksizin. Hâlbuki Mavi Marmara davası iddianamesinde durum son derece açık bir biçimde ortaya konuluyor:

"İşlemler sırasında bütün yolculara imzalamaları için resmî evraklar verilmiştir. Bu evrakların İngilizce, Türkçe ve Arapça gibi muhtelif dillere yapılmış tercümeleri bulunmasına rağmen yolcuların çoğu kendilerine İbranice bir nüsha verildiğini ve söz konusu metnin içeriğiyle ilgili bir açıklama yapılmadığını söylemiştir. Bu evrakları anlayabilenlerin aktardığına göre, evrakları imzalayan kişiler İsrail’e illegal bir şekilde girmiş olduklarını kabul ile sınır dışı edilmeye ve 10 yıl boyunca İsrail’e girme yasağına muvafakat gösterdiklerini kabul ve beyan etmekteydiler."

Görüldüğü üzere Mavi Marmara’da yer alan herkes “İsrail”e giriş yasaklısıdır. Bu durumda Albayrak’ın ajitasyonu ne anlam ifade eder ki? Hakan Albayrak’ı kahraman yapacak şey “İsrail”e giriş yasağı ile övünmek değil, Davutoğlu’nun Clinton’a Siyonist Cumhurbaşkanı ve Başbakanı niçin iddianamenin dışında tuttuklarını sorması olacaktır. Bir başka ifadeyle zaten düşman olan Siyonist varlığın işgal ettiği bölgeye sınır kapısından girememekle iftihar duymak değil, bir köşe yazarı olarak, kendi ülkendeki siyasileri yapılması gereken için zorlamaktır kahramanlık. Ama bunu yapabilmek için siyasilerle ilişkiyi belli bir düzeyde tutmak icap eder. Albayrak’ın ilişkisi öyle mi?

Mavi Marmara yolcularının yakınlarının bir haber alabilmek için İHH’yı, dışişleri bakanlığını, elçilikleri ve sair yerleri aradıkları bir anda Hakan Albayrak’ın eşi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na doğrudan ulaşıyor ve doğal olarak Hakan’ın akıbetini soruyor. Davutoğlu aradan geçen üç yıldan sonra olayı şöyle aktarıyor:

“Gece 2-3 gibi Hakan Albayrak’ın eşi aradı. Nerede Hakan diye sordu? Sağ mı ölü mü? Ertesi gün Clinton’la baş başa görüşmede ‘Size bana gelen bir telefonu anlatayım’ dedim: ‘Boşnak bir hanım tüm ailesini Bosna’da kaybetmiş. Şimdi eşi gazeteci ve ne durumda olduğunu bilmiyor. Biz de bilmiyoruz. Ne cevap verirdiniz buna?’ ‘Acınızı çok iyi anlıyorum’ dedi.”

Ahmet Davutoğlu’nun Clinton’a örnek gösterdiği Boşnak Hanım, eşi Hakan Albayrak’ın bu olaydan bir yıl sonra, Genç Boşnaklar’ın yardım talebini, “Şimdi Suriye ile uğraşıyorum sizinle ilgilenemem”, sözleriyle reddettiğini bilseydi ne hissederdi acaba? Albayrak iki yılı aşkın bir zamandır Suriye ile uğraşıyor, onun gündeminde artık hanımının memleketi, Bosna yok. O, mütevellisi olduğu İHH’yı da kullanarak Suriye’deki Müslüman halkla savaşmakla meşgul. Bir yardım kuruluşunun mütevellisi savaş çığırtkanlığı yapsın, görülmemiş şey. Bu meseleye “Yazık olmuş İHH’ya” başlıklı bir yazı ile, Suriye’ye göndermek üzere oldukları iki Arnavut’u vazgeçirmemi zikretmeksizin, değinmiştim.

Matbuat âlemindeki bir dostuma, “Bu Albayrak meselesi nedir? Yeni Şafak’tan niye ayrıldı durduk yerde?”, diyorum. “Ankara’da şu an… Eğitimci olarak…”, diye cevaplıyor. “Sence ne buluyorlar onda?”, diyorum. “Devşiriyor”, diyor. Uzun konuşmamızın sonunda Albayrak’ın Müslümanlar içinde bir beşinci kol işlevi gördüğüne kanaat getiriyoruz.

Takva filminin Muharrem’inden farklı olarak Albayrak, üstatların iteklemesiyle çıktı merdivenleri. Öyle olunca inişi de gürültülü oluyor.  Şimdi o, sabah bir dine girip, bir hizbe hayranlık duyup akşam o dinden, o hizipten çıkıyor. Çıkmakla kalmayıp suçluyor, karalıyor, hakaret ediyor. Kaderini siyasi ikballerini korumak için göğsünü siper ettiklerinin kaderine bağlı hissettiğinden, onların her yenilgisi Albayrak’ı daha da hırçın hale getiriyor. Biz kendisine nasihat makamında değiliz. Nush ile uslanmayacağı da aşikâr. İşi Allah’a kalmış. Sataştığı, hakaret ettiği İmam Hamanei’n de bir Sahibi var; Fil Ordusunu helak eden Kâbe’nin Sahibi.

Bir sözüm de Hakan Albayrak’ı delillerle ikna etme umudundaki Nurettin Şirin’e… Hakan Albayrak ve benzerleri sizin delillerinize bakmayacaklar. Onun Suriye’de kaybolan bir devşirmesini kurtarmak için canhıraş bir şekilde çırpındınız ve kurtardınız da. Dönüp bir teşekkür mü ettiler? Bir bakın, o devşirmeler nerelerde, neler yazıyorlar. Bir haddini bilmeze itibar edip dostlarınızı incitmeyiniz. Onlar size dost olmayacaklar ve siz dostlarınızdan olacaksınız.

Açıkça yazıyorum zira açıkça yazmaktan yana birisiyim. Muhatabım sadece atılanı değil atanı da görsün. Calut’un, beynini dağıtan taşı atanı gördüğü gibi…