Gürkan BİÇEN
Giriş
Büyük medeniyetlerin kesişme
noktasındaki İran, tarih sahnesinde sadece etkilenen değil, aynı zamanda
etkileyen olarak da varlık göstermiştir. İran toprakları üzerinde yaşanan
serüven insanlık ailesine bir “olaylar zinciri”nden çok daha fazlasını bırakmıştır.
Bu coğrafyanın harmanladığı dini, siyasi ve kültürel gelenek kendi sınırları
içinde etkin olmakla kalmamış, taşıyıcı unsurlar eliyle Asya’dan Balkanlara
kadar bir alanı dönüştürmekte katalizör rol oynamıştır.
Bütün toplumlar açısından,
bugünü anlamanın geçmişe vakıf olmaya, geçmişi bihakkın takdir edebilmeye bağlı
olduğu tartışmasızdır. İran da bundan müstesna değildir. İran’ın bu gününü
anlayabilmek için onu “İran” haline getiren unsurları teyidi mümkün belge ve
bilgilerle ele almak, ilmi usullerle tahkik etmek elzemdir. Böylelikle geçmiş
ile bugün arasındaki bağı kurabilir ve geleceğe ilişkin bir öngörüde de
bulunabiliriz.
Bu çalışmamızda İran’ın
bugününde yer alan “Rehberlik Makamı”nı, bu makamın fikri, dini ve siyasi alt
yapısını oluşturan “Velayet-i fakih” doktrini çerçevesinde ele alacağız.
Çalışmamız iki ana bölümden oluşacaktır: İlk bölümde Velayet-i fakih doktrininin
tarihi gelişimi üzerinde duracağız,
ikinci bölümde ise günümüz İran’ında hayata geçen bu doktrinin
merkezindeki “Rehberlik Makamı”nı anayasal düzeyde inceleyeceğiz.
Çalışma İran ve hassaten
Velayet-i fakih alanındaki akademik araştırmaların noksanlığı ile malul olsa
da, okuyucuya konu ile ilgili genel bir referans noktası olmayı amaçlamaktadır.
Tarihi Süreçte Velayet-i fakih Doktrininin
Fikri, Siyasi ve Dini Kaynakları
Bilindiği gibi insan
yeryüzündeki hayatına tüm canlıların en zayıfı ve korunmasızı olarak
başlamaktadır. Bu başlangıç kendini besleyebilecek yetenekten yoksun ve
çevrenin her türlü kötü etkisine karşı savunmasız bir başlangıçtır. İnsanın bu
zafiyeti nedeniyle Platon toplumsal yaşamı kaçınılmaz bir gereklilik olarak
görür. Platon’a göre, insanların kendi kendilerine yetmeyip gereksinimlerini
karşılayabilmek için başkalarının yardım ve işbirliğine gerek duymaları sonucu
toplum doğmuştur.[1]
Platon, üç temel iş ya da meslek grubu olduğu sonucuna işbölümü ilkesinden
hareketle ulaşır. Bu sınıflar arasındaki organik dayanışma toplumsal birliğin
sağlam bir biçimde kurulmasını sağlar. Ancak bu dayanışmanın devamı için öncelikle
toplumun temel ihtiyaçları karşılanmalıdır. Bu da üretici sınıfın varlığını
zorunlu kılar. Toplum büyümesiyle birlikte üretici sınıfın ürettiği mal ve
değerler yetersiz kalınca, komşu toplumlara saldırılar yapılır. Bu ve mal yığma
hırsı savaşların temel sebebini oluşturur. Bu yüzden asker sınıfına gereksinim
duyulur. Daha sonraları da toplumsal dayanışmayı sürdürmek amacıyla, toplumun
bir bütün olarak kurumsallaşmış hali, zorunlu olarak yönetici sınıfının
varlığını gerekli kılar.[2]
İnsanlık tarihi boyunca
tartışılan şey Platon’un olmasını zaruri
gördüğü otoritenin niteliğidir. Toplumun içinden bir kişinin kararları, sevk ve
idaresi niçin türdeşleri üzerinde bir yetkeye sahip olmalıdır? Bu yetkenin
kaynağı nedir? Bir insan kendisiyle benzer özelliklere sahip bir diğerine niçin
itaat etmekle yükümlü olacaktır? İtaat edilen ile tebaa arasındaki ilişkinin
kaynağı ilahi mi yoksa seküler midir? Nihayetinde bu ilişki biçimi insanın
sadece yeryüzündeki hayatı ile mi sınırlıdır? Bunlar ve bunlara benzer sorular
çevresinde dönen tartışmalar iktidar sahiplerinin, filozofların, muhalif
güçlerin ve elbette ki din adamlarının katılımıyla birçok açıdan ele
alınmıştır.
İnsanlık
tarihini Adem’in yaratılıp Allah’ın halifesi kılınması ile başlatan İslam dini,
insanı başlangıcı olan ve fakat sonu olmayan bir varlık olarak tanıtır. İslam
akidesine göre insan Allah’ın yeryüzünde imtihana tabi tutmayı, ardından
yeryüzü hayatına son verip onu bir başka âleme sevk etmeyi ve bu âlemde de
sonsuza kadar bulundurmayı, bir başka ifadeyle, varlığına hiçbir surette son
vermemeyi dilediği bir türdür. Bu tasavvurda insan kesintisiz bir varlık olarak
yer almakta, yeryüzünde geçirdiği döneme ise “sorumluluk vakti” olarak işaret
edilmektedir. İslam inancının insan ile yaratıcı arasında kurduğu bağ hem ferdi
hem de içtimai nitelik arz etmektedir. İslam ferde olduğu kadar cemiyete de hak
ve mükellefiyetler belirlemiştir. Yine gerek ferdi gerekse içtimai yürüyüşü,
tarif ve kabul ettiği her iki cihan/ varoluş şekli için de bir neticeye
bağlamıştır. Bu, cemiyetin yönetimi, itaat şartları ve şekilleri açısında da
böyledir.
Allah’ın insanlık ailesine
gönderdiği son resul olan Hz. Muhammed’in (as) irtihalinin ardından başlayan
Müslüman toplumun idaresi yetkisine yönelik tartışma bu toplumu temelde iki ana
gruba bölmüştür. Hz. Muhammed’in (as) damadı Hz. Ali (ra) ve yakınları resulün
irtihalinden sonra toplumun sevk ve idaresinin kendi uhdelerinde bulunan bir
hak olduğunu,[3]
bunun Allah’ın nasbı ile böyle olduğunu söylerken, diğer grup bu iddiayı kavlen
ve fiilen tanımamıştır.[4]
Hz. Ali’nin ve neslinin (böylelikle resulün neslinin) yönetim hakkını
önceleyen, bunu savunanlar zaman içinde Şii olarak tanımlanırken, yönetim
hakkını peygamber neslinden gayrısına da caiz gören anlayışın sahipleri Ehli
Sünnet olarak anılmışlardır. Durum böyle de olsa, her iki ana grup da yönetimin
zaruretinde hemfikirdirler. Asıfi’nin aktardığına göre, meseleye bu cihetle
yaklaşan Ayetullah Burucerdi şunları söylemektedir: “İslam dininin
dillendirdiği hükümlerin çoğu, toplum yönetimi, toplumsal düzenin ve toplumsal
saadetin korunması hakkındadır. Bundan dolayı Şii ve Sünniler, her ne kadar
rehberliğin şartları, Peygamber tarafından atanma ve seçimle işbaşına gelme
hususlarında farklı düşünseler de, Müslümanları yönetmesi için İslam toplumlarında
bir siyasetçi ve rehberin varlığının gerekli olduğu ve hatta bunun İslam’ın
zorunluluklarından olduğu konusunda hemfikirdirler.”[5]
Vakıa, Sünnileri İslam’dan aforoz eden Haricilerin tersine, Şiiler birçok
önemli noktada Sünni hukukundan pek farklı olmayan bir hukuk geliştirmişlerdir.[6]
Şii ulemanın Sünni fıkha yakın
bir yol tutması birbirlerinin tekrarı oldukları anlamına gelmemektedir. Ahavi, Algar’ın,
Şii Müslümanlar için velayet doktrininin kelime-i şahadet hariç imanın bütün
diğer şartlarından önde geldiğini işaret ettiğini aktarır.[7]
Şii fakihler, İmametin gerek din gerek devlet işlerinde evrensel ve bir kişiye
ait bir otorite olduğunu ve bu şekilde de kadılar ve halifeler dünyasından
ayrıldığını söyleyerek geçici hükümdarların yanılmazlığı şeklindeki varsayımdan
kaçınmışlardır.[8]
Yine, dünyevi hükümete rağmen Şii ulema İmam’ın hükümet etme ve yönetme
liyakatini savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir.[9]
Zikredilen bu haliyle, imamet hakkındaki
imami doktrin 6.imam Cafer (Ö. 765) zamanında temel kavramları ile formüle
edilmiştir. Ahavi’nin aktarmasına göre, Watt, onuncu yüzyılın ilk yıllarında on
iki imam doktrinin “ılımlı tüm Şiilerce kabul gördüğünü” söyler.[10]
Yaklaşık bin yıl sonra, 1979’da İmam Humeyni Şah’ın atadığı Bahtiyar hükümetine
seslenirken, “Bizim sözümüz şundan ibarettir: ‘Siz meşru değilsiniz ve
gitmelisiniz”, diyerek ulemanın aynı prensibi koruduğunu ortaya koymuştur.[11]
Öte yandan, Şii Müslüman
doktrinine göre, sosyal hayatın bütün cepheleri kaçınılmaz ve değişmez olarak
din hukuku kapsamına girmektedir.[12]
Bu da, dini hükümlerin her yeni dönemde yeniden yorumlanması ve güncel
meselelere çözüm bulunmasını zaruri kılmaktadır. Delillerden çözüme ulaşma
metodu olarak tarif edebileceğimiz içtihat, aksini savunan alimlerin varlığına
rağmen[13]
Sünni ulemanın çok uzun zaman evvel dondurduğu bir pratik olsa da,[14]
Şii ulema bunu, yani içtihat hakkını, Sünnilerin bu prensibi reddi karşısında
kıskançlıkla muhafaza etmeyi sürdürmüştür. Denilebilir ki, Şii ulemanın tarih
içinde devlet karşısındaki otoritesi içtihad üzerindeki ısrarından
mütesellittir.[15]
Yine bu durum ulema ile halkın iç içe geçmesinin de yolunu açmıştır. Devletin halk ile teması sadece asker ve vergi
toplama sırasında olurken, ulema halk ile iç içe yaşamış ve halkın gözünde
hükümetten önce gelmiştir.[16]
Şiilik İran’a hâkim mezhep
olmazdan evvel İran, üçte ikisi Sünni temelli mezheplere mensup Müslümanların
iskân ettiği bir coğrafyayı ifade etmekteydi. İslam tarihine yön veren çok
önemli Sünni âlimler İran’daki Sünni havzaların yetiştirdiği insanlar arasından
çıkmıştır. Safevi Hanedanı’nın İran’da siyasi ve coğrafi birliği sağlamakla
kalmayıp kendisini doğusundaki Özbekler ve batısındaki Osmanlılardan
farklılaştırma projesinin bir ayağı olarak Şiiliği resmi mezhep kabul edip
yaygınlaştırması İran tarihinde geri dönüşü olmayan bir kırılmanın da
başlangıcı olmuştur. Safevi Devleti öncesi İran’da bulunan Şiilik bilindik
anlamıyla on iki imam Şiiliğinden çok uzak, Türkmenlerin heterodoks inançlarıyla
karışmış bir anlayıştan ibarettir. Kum, Isfahan gibi Şii yoğunluklu şehirler
olmasına rağmen Şii akidesine ve fıkhına dair eser neredeyse yok denecek kadar
azdır. Öyle ki, Şah İsmail Tebriz’de devletin mezhebini Şiilik olarak ilan
ettiğinde Şiiliği anlatabilmek için ancak tek bir kitap bulunabilmiştir.[17]
Safevi Devleti üçte ikisi Sünni
olan bu toplumu Şiileştirmek, onları heterodoks inançlardan uzaklaştırıp
mutedil bir zemine çekebilmek ve böylece kendi meşruiyet dairelerini
güçlendirebilmek için hassaten Cebeli Amil’den olmak üzere Şii alimleri İran’a
davet etme, onlara resmi makam ve mansıplar vermeye, onları siyasi olarak
desteklemeye yönelmişlerdir. Bu âlimler
içinde en önemlisi Şah Tahmasb’ın davet ettiği ve yayımladığı bir ferman ile
kendisine sınırsız destek verdiği Kereki’dir.[18]
Kendisi de samimi bir Şii olan
Şah Tahmasb yayımladığı fermanda Şeyh Ali bin Abdu’l-Ali el Kereki’yi “şeriatın kurallarının uygulanması,
imamların yoluna tabi olunması, bidatlerin temizlenmesi, insanların dalaletten
kurtulup hidayete ermesi, mehdiy-i muntazarın naibi, ümmetin müşkillerini
çözen…” şeklinde tavsif etmesi üzerine Şah’ın davetini kabul ederek İran’a
gelen Kereki Safevi Devleti’nin kurulmasından ve siyasi bir kanaldan ifade
edilen ilk “velayet-i fakih” beyanı
olan bu fermanla takiyye şartlarının ortadan kalkmasından etkilenerek o güne
kadar cüzi ve sınırlı bir düşünce olup siyasi nitelik taşımayan velayet-i fakih
düşüncesini geliştirmeye çalışmıştır.[19]
Kereki Camiu’l Mekasıd adlı eserinde,
fetva vermek için gerekli şartları haiz olan güvenilir fakihin, hiç şüphesiz
imam (mehdi) tarafından tayin edildiğini, bu sebeple onun hükümlerinin
geçerliliğini ifade etmekte, ceza hukukunu uygulaması ve insanlar arasındaki
sair davalara bakması için de ona (fakihe) destek vermenin de vacip olduğunu
söylemektedir.[20]
Kereki’nin Safeviler
dönemindeki siyasi faaliyetleri dikkate alınacak olunursa, Cebel-i Amil
ulemasında kesin şeklini alan niyabet-i amme kavramı, Kereki’ye verilen (resmi)
naibü’l- imam sıfatıyla daha fonksiyonel bir hüviyete bürünmüştür,
diyebiliriz.[21]
Kereki’nin ikinci önemli özelliği ise Şii siyasi fıkhını geliştirmesi ve
Şia’nın İran’da kudrete erişmesi için bazı meselelere harcamış olduğu özel
çabadır.[22] Kereki ile başlayan süreçte müçtehidin iki
önemli fonksiyon üstlendiği ve önceki usuli düşüncesine daha farklı bir açılım
kazandırdığı dikkati çeker. Bu noktadan itibaren Şii fakihleri, sadece müfti ve
kadı olarak isimlendirilmekten çıkıp daha çok naib-i imam olarak anılmaya
başlanmıştır.[23] Böyle de olsa, Velayet-i fakih doktrininin
mükemmel şeklini alması için üç yüzyıl daha geçmesi, Molla Ahmed Naraki
dönemine ulaşılması gerekecektir.
Safevilerin Şiiliği İran
toplumuna kabul ettiriş şekli tartışmalı olsa da, yaygın kanaat bunun baskı
yoluyla olduğudur.[24]
Bir kısım müellifler Safevilerin Sünniler üzerindeki baskısının başkaca bir
Müslüman toplumda tarih boyunca görülmemiş olduğunu ve Safevi Devleti’nin Sünni
Afganlar eliyle yıkılmasının da kaderin bir cilvesi olduğunu savunur. Ne var
ki, her ne suretle olursa olsun, Safeviler İran’ın mezhebi durumunu geri dönüşü
mümkün olmayacak şekilde değiştirmeyi başarmıştır. Safevilerin bu başarısının
mimarlarından olan Şii ulema ise tüm bu sürecin gerçek kazananı olarak ayakta
kalmayı bilmiştir.
Safevilerin ardından İran’ı bir
kez daha siyasi bütünlük içine sokan Kaçarlar döneminin kuruluşunda Sünni olan
Ağa Muhammed Han Şii olan toplumun başına hükümdar olmuştu. Bunun için mezhebi
farklılığı hissettirmeden bir idare sergilemesi zorunluydu.[25] Bu sebeple Kaçar şahları kendilerini hala
“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” (zıllulah) olarak isimlendirmekle birlikte,
Safevilerde olduğu gibi dini bir meşruiyet ortaya koymamışlardı. Yeni
hanedanlık, devletin inanç sistemi içine yerleştirebileceği siyasi bir teori
geliştirmemiş, bunun sonucu olarak da, Şii ulema, imamların varisleri olma
özelliğini şahla paylaşmayı kabul etmemiştir. İşte bu hassas yapı, on dokuzuncu
yüzyıl devlet ricali-ulema ilişkilerinin belirleyicisi olmuştur.[26]
Öte yandan, iki yüzyılı aşkın
bir zamanda ulemanın fıkhi ve siyasi gücünü arttırması Şah’ı da basit bir
mukallit durumuna düşürmüş, onu günlük dini meselelerde ulemanın fetva ve
içtihatlarına göre hareket etmek zorunda bırakmıştır.[27]
Molla Ahmed Naraki (Ö. 1829) örneğinde
görüleceği üzere ulemanın velayet teorisi üzerindeki çalışmaları hanedanın
meşruiyet zeminini de tartışılır hale getirmiştir. Naraki, ulemanın imamın
otoritesini bütünüyle temsil edebileceği düşüncesini açık bir şekilde ifade
etmiştir. O, fakihin sahip olduğu velayeti başkalarının velayetiyle mukayese
etmek suretiyle bunu daha sağlam temellere oturtmuştur. Naraki, icmanın sınırladığı hususların
dışında, peygamber ve imamların velayetinin bütünüyle fukaha tarafından temsil
edilebileceğini ispatlamaya çalışmıştır. Naraki’ye göre fakih, kendisini
peygamber ve imamlardan sonra en üstün insan kılan özellikleri sebebiyle
Müslümanlar üzerinde velayet-i ammenin sahibidir. Fakihlerin otoritesi genel
olup herhangi bir sahayla sınırlandırılamaz.[28]
Yine ulemadan bazıları siyasi iddia da taşımıştır. Şia’nın imamet-velayet ve
niyabet teorisine inanan bu gruba göre, saltanat makamına sahip olacak kimse ya
peygamber ya imam veya fakih olmalı veya en azından ulemanın izni ile iktidara
gelmeliydi.[29]
Şah, devlet bürokrasini
oluşturma gayretindeyken ulema cenahında da merceiyyet (dini liderlik)
müessesesi filizlenmeye başlamış, ulemanın kendi içinde Kaçarların siyasi
nüfuzundan uzak hiyerarşik bir yapı temayüz etmiştir. Bu dönemde Necefi, Ensari, Şirazi gibi alimler
sahip oldukları bilginin kazandırdığı karizma sayesinde diğer ulema üzerinde
nüfuz sahibi olmuşlardır.[30]
Böylelikle bu hiyerarşinin başındaki ulema özellikle milli krizlerin çözümünde
ve devletle halk arasındaki anlaşmazlıklarda, kitleleri harekete geçirmede
milli liderler konumuna yükselmiştir.[31]
Kaçarlar döneminde, Meşrutiyet
hareketi dahil olmak üzere, bütün toplumsal ve siyasal olaylarda ulema diğer
sınıflara ve hatta devlete nispetle daha merkezi bir rol oynamıştır.[32]
Bu süreçte ulema devletle halk arasında çıkan sorunlarda arabuluculuk yaptığı
gibi, uluslararası ilişkilerde de milletin menfaatlerini koruyan bir sınıf
olarak ön plana çıkmıştır.[33]
Halkı dini ve sosyal olarak
eğitmeleri ve her türlü dertlerine çare aramaları, yabancı saldırısı ve iç
karışıklıklar dönemlerinde zulme uğrayan halkın korunması yönündeki
faaliyetleri sebebiyle bu dönemde ulema halkın bütün kesimlerine hitap eder ve
destek bulur, halk da ulemanın sözünü dinlerken,[34]
Kaçar Hanedanı Divan aristokrasisi veya devlette yüksek makamlara sahip olanlar
ile Şah tarafından kendilerine toprak bağışlanan toprak aristokrasisine bel
bağlamıştı.[35]
Kaçar Hanedanı’na son veren Rıza Pehlevi yürüttüğü arazi politikası ile
kendisine bağlı toprak sahiplerine yenilerini eklemeyi bilmişti. Araziler artık
yeni mülkiyet kayıt kanununa göre kaydedilirken uygulamada Şah ve ordu zirai ve
diğer toprakları istimlâk edebiliyor ya da göstermelik fiyatlar verip zorla
alabiliyordu. Şah ülkeyi terk ettiğinde zirai arazilerin yüzde onuna sahipti.[36]
1970’li yıllara gelindiğinde ülkenin çeşitli bölgelerinde yaklaşık 62.000 büyük
toprak sahibi var olması şahların dayanmak istedikleri sınıfın kudreti hakkında
bir fikir verebilir.[37]
İslam Dünyası’nın Batı
karşısındaki topyekun gerileyişi diğer bölgelerde olduğu gibi İran’da da bu
durumun sebepleri üzerine tartışmaları beraberinde getirmiş, bu tartışmalarda
modernistler ve liberallerin ulema ile buluştuğu nokta, şahlık rejiminin/
mutlakıyetçi yönetimin İran için uygun bir rejim olmadığı fikri olmuştur.
İran’ın yaşadığı ekonomik sıkıntılar, Şah ve avenesinin sorumsuz harcamaları,
yabancı müdahalesinin aşikarlığı toplumun tüm kesimlerinde rahatsızlık
oluşturmuş ve bu durum halkın kendisine en yakın gördüğü ulema sınıfına daha
çok yaklaşmasına, onları doğrudan ve dolaylı olarak bir mücadelenin içine
çekmesine neden olmuştur. İran tarihi açısından bu, Meşrutiyet Hareketi olarak
bilinen olaylar zinciridir, diyebiliriz. 1979 İran devriminde başrolü oynayan
ulemanın otoritesinin temellerinin de atıldığı bu dönemde ulemanın siyasi
açıdan başlayan rolü kesintisiz bir şekilde devam edecektir.[38]
Modernistler, İran için Batı
modelinde bir yönetim ve toplum hayal ederken, ulemanın önemli bir kısmı ve
bunların mukallitleri, meşruiyetle, İslami veya en azından İslam’a ters
düşmeyen bir anayasaya kavuşmayı hedefliyordu. Ne var ki, süreçte modernistlere
destek veren ulema diğer dinlerin mensuplarının da kanun önünde eşitliği gibi,
kendilerine göre İslami olmayan birçok teklifle yüz yüze geldi.[39]
Yine de, Meşruti Anayasa’nın 1.maddesine göre İmami Şiiliğin devletin mezhebi
olmasına ve Meclis’ten çıkacak yasaları denetleyecek beş kişilik ulema heyeti
şartını Anayasa’ya dercetmeyi başarmasına bakılarak ulemanın gücü
anlaşılabilir.[40]
Kaçar Hanedanı’na son veren
Rıza Pehlevi’nin kendisini İran Şahı ilan etmesiyle İran’da yeni bir dönem
başlamıştır. Şah Rıza Pehlevi Mustafa Kemal Türkiye’sine öykünüyordu ancak
İran’da kurumsallaşmış ulema sınıfı planladığı reformlar için güçlü bir direnç
noktası oluşturuyordu. Sünni ulemadan farklı olarak ekonomik özgürlüğe sahip
olan Şii ulema varlığını idame ettirebilmek için devlete muhtaç değildi. İlim
havzalarının ve ulemanın ihtiyaçları halk ve vakıflar tarafından
karşılanıyordu. Böyle de olsa, ulema ile devlet ricali arasındaki ilişki 1979
İran İslam İnkılâbı’na dek inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. Süreçte
ulemanın güç kaybına uğradığı ve yeniden toparlandığı dönemler olmuştur.
Ellili yıllardan itibaren Şah’a
karşı yürütülen mücadelede dini söylemler yeniden ön plana çıkmıştır. Bu
dönemde Bazergan, Mehdi’nin (yani Gaib
İmam’ın mevcut düzene son verecek ve adalet çağını başlatacak olan) dönüşünü
bekleme ilkesinin pasif bir ilke olduğunu reddeder.[41]
Bir konuşmasında o, “İsmetten yoksun yönetime nasıl karşı koyulacağı Kuran
ayetlerinde düzenlenmiş bir husustur. Bu ayetlerde Allah’ın rüşvet ve benzeri
kötülüklerden nasıl nefret ettiği anlatılmaktadır. İşte Şia’nın reformdan
yoksun idare ile mücadelesi bu platform üzerinde olacaktır. Velayet ve
hükümetin laik otorite elinde bozulmasına karşı çıkmak dini bir görevdir.
Dahası, bu savaşta bir birey olarak yer almak kâfi değildir. Mukavemet,
irtibat, teşkil ve tecemmü gereklidir.”, ifadelerine yer verir.[42]
Ulemanın bin dokuz yüz
altmışlarda ve yetmişlerde önderlik ettiği protesto hareketinin saldırdığı şey,
sözünü ettiğimiz sosyal gücün, “Şah’ın İmam’ın velayetini ele geçirmek üzere
kurduğu bir tezgah” diye isimlendirdiği şeydi.[43]
Bu dönemde ulema politize oluşunu büyük ölçüde Seyyid Ebul Kasım Kaşani’nin
(Ö.1962) fikirlerine ve eylemlerine borçludur.
Bu vazgeçilmez politik aktivist ve ajitatör kendisini İngiliz
emperyalizmine karşı ulusal çıkarlar ile Şii çıkarlarının müdafii olarak
görüyordu.[44]
1961 sonu ile 1962 başında Şah
kendini reform programına öyle vermişti ki, artık ulema tepkisinden yılmayacağı
gözleniyordu. Defalarca ve katiyetle bu reformların hak din İslam’a uygun
olduğunu, hatta İslam’ın bu reformların habercisi olduğunu ifade etmişti.[45]
Hâlbuki ulemanın politik protestosunun nedenleri temel nedenlerdi: keyfi idare,
yargılama muafiyeti diye bir hakkın tanınması ve genel olarak ekonomide yabancı
hâkimiyeti; Arap – İsrail meselesindeki ulusal politika, İsrail’e petrol satışı
ve iki ülkenin istihbarat örgütleri arasındaki işbirliği.[46]
1960’lı yıllar İran politik
sahnesine ulema arasından yeni bir simanın güçlü bir biçimde girişine de
tanıklık etmiştir. Bu sima daha sonra Şah rejimine son veren İslam İnkılâbı’nın
lideri İmam Humeyni’den başkası değildir. Şah rejimine karşı giderek artan
muhalefetinde o, halkın günlük problemlerinden, uluslararası politikaya kadar
birçok alanda söz söylemiştir. İmam Humeyni’ye göre İslam hukukunun maliye,
milli savunma, adalet tevziatı vb ile ilgili emirleri bir gayeye matuftur: “Bu
kanunların özüne baktığımız zaman görürüz ki, bunlar bir devlet yaratma
gayesine matuftur ve toplumun politik, ekonomik ve kültürel yönlendirilmesine
yöneliktir.”[47]
Yine ona göre, velayet, cihad, emri bil maruf, nehyi anil münker gibi
prensipler dururken takiyye ulemanın politika dışı kalması için mazeret teşkil
edemez. İmam Humeyni’ye göre, takiyye sıradan insanlar için şayan-ı tatbik
olabilirdi fakat tullab ve ulema için asla![48] Bu görüşler Necef’teki derslerinden oluşan İslam
Hükümeti isimli kitabında güçlü ifadelerle yer alıyordu. İmam Humeyni sık sık hadislere müracaat
ederek bunların tek gayesinin ezber ve nakil olmadığını anlatmaya çalışır. “İslam
camiası ‘Bu dünyaya ait’ yaşayan bir camiadır. Doğal ve zaruri olarak hakimlik,
tevziat, eğitim vb. meselelerle karşılaşacaktır. Bunlar pratik sahaya ait
meselelerdir. Ulema ibadet meselelerini öğretmelidir. Ancak önemli olan,
İslam’a ait siyasi, ekonomik ve hukuki sorunlardır.”, der.[49]
Şah’a karşı yürütülen ve
yaklaşık 80 bin sivilin hayatını kaybettiği mücadelenin sonunda, 1 Şubat
1979’da 14 yıllık sürgünden sonra İran’a döndüğü gün, halka hitabında İmam
Humeyni, Şah’ın İran’ı terk etmeden evvel atadığı Bahtiyar hükümetini gayrı
meşru ilan etmiş ve “Bizim sözümüz şundan ibarettir: ‘Siz meşru değilsiniz ve
gitmelisiniz (…) Evet, biz bunları mahkemeye vereceğiz ve ben yeni hükümeti
atayacağım. Milletin desteği ile hükümeti seçeceğim.”, ifadelerini
kullanmıştır.[50] Bu sözler ulemanın temsilcisi olarak öne çıkan
bir kişinin siyaseti kontrol altına alma hak ve yetkisini ulema sınıfına ait
gördüğü anlamına gelir.
İmam Humeyni’ye göre ulemanın
politikaya karışmaması emperyalistlerin düşüncesidir. O, medrese talebelerine
yönelik bir konuşmasında, “kendinizi
ilim tahsiline adadığınız kadar, memleketinizin politik ve sosyal dertlerine el
atmaya, İslam Milleti’nin sorunlarının çözümüne gücünüz oranında katkıda
bulunmaya ve bu İslami yönetimi savunmaya da hazırlıklı olmalısınız.”, der. Millete düşen vazife ise ulemayı izlemek ve
ulema aleyhine söylenen hiçbir şeye kulak asmamaktır.[51]
Şah’ın ülkeyi terk edişi ve
İmam Humeyni’nin Bahtiyar hükümetini yıkıp idareyi ele alacak geçici bir konsey
belirlemesinin ardından İran, yeni yönetimin niteliğinin tartışıldığı hararetli
bir döneme şahitlik eder. Bu dönemde yaptığı bir konuşmasında İnkılâp lideri, “Bütün
halk görüşünü açıklamakta serbesttir. Referanduma başvurulduğunda benim oyum
İslam Cumhuriyeti yönünde olacaktır ve İslam’a uyan herkes de İslami
Cumhuriyete oy vermelidir.”, ifadelerine yer verir.[52]
Devrim Konseyi ve İslam Cumhuriyeti Partisi’nin yayınladığı
anayasa taslağı Temmuz 1979’da Tahran Üniversitesi’nde tartışmaya açılır.
Taslak Velayet-i fakih ilkesini de içerir. Bu ilkeye göre; egemenlik Allah’ındır; bütün
yasalar ilahi hükümlere uygun olmalı ve İslam devletinde yürütme gücü veliyy-i
fakih tarafından sağlanmalıdır.[53] Halkoyuna sunulan İslam Cumhuriyeti Anayasası
(ve Velayet-i fakih düzeni) oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde yetmiş
dokuzunun katılımıyla gerçekleştirilen referandumda %97 oranındaki bir onayla kabul
edilir.[54]
Velayet-i fakih ilkesinin Anayasaya yazılı bir şekilde yerleştirilmesi liberal
grup ve partiler ile ılımlı ve seküler partilerin şiddetli tepkisine yol açsa
da, İmam Humeyni, veliyy-i fakihin gereksiz yere yönetime müdahale etmeyeceğini
ve sadece üç organın (yasama, yürütme ve yargı) kendi görev ve yetkilerinden
sapmamaları için gözlemci olacağı konusunda halka güvence verir.[55]
1500’lü yıllarda Şii ulemanın
İran’a göçü ile başlayan süreç yirminci yüzyılın son çeyreğinde ulemanın İran
coğrafyasının siyasi, iktisadi, askeri ve sair kaynaklarını tam anlamıyla
kontrol ettiği bir noktaya ulaşmakla tüm bölge ve dünya açısından da yeni bir
dönemin habercisi olmuştur.
İran’da
Velayet-i fakih (Veliyyi Fakih) Kurumu/ Makamı
İran halkının Velayet-i fakih
ilkesini anayasal düzeyde kabul etmesiyle bu doktrin dini ve siyasi olduğu
kadar modern devletlerin kabul ettiği anlamda hukuki bir metne de dönüşmüş
oldu. Anayasaları cemiyetin farklı grupları arasındaki ilişkileri belirleyen
toplumsal bir sözleşme olarak niteleyen bakış açısıyla, Velayet-i fakih ilkesi
tüm farklı grupların (Bazı istatistiklere göre İran nüfusunu milliyet açısından
6 kısma ayırmak mümkündür: Bunlar; Farslar (%50), Azeriler (%23), Kürtler
(%11), Araplar (%5), Türkmenler (%3) ve Beluclardır (%3).[56]
ortak noktasını oluşturmuştur. Bunda İnkılâp önderinin karizmatik kişiliği kadar
toplumun çoğu kesimlerinin sosyal istek ve beklentileri de etkili olmuştur.[57]
A
– Rehberin Seçilme Şartları[58]
İran Anayasasına göre toplumun
rehberliği, ilmî ve ahlâkî yönden İslâm Peygamberi’ne (sa) ve Masûm İmâmlar’a (ra)
en yakın olan kişi veya kişilerce üstlenilmelidir. Bu kişiler halk tarafından, İslâm
hukukuna, siyasî ve toplumsal meselelere, zamanın şartlarına vâkıf olan kişiler
arasından seçilmelidirler. Bu husus Anayasa’nın 5’inci maddesi ile
düzenlenmiştir. Buna göre, “Hz. Mehdî’nin (ac) gaybeti zamanında İran İslâm
Cumhuriyeti’nde Velâyet-i Emr ve İmâmet-i Ümmet âdil, takva sahibi, zamanın
şartlarını bilen, cesur, becerikli, tedbirli ve halk çoğunluğunun önder bilip
kabul ettiği bir fakîhin uhdesindedir. Hiçbir fakîh bu çoğunluğu elde edemediği
takdirde önder veya yukarıda zikrolunan şartları hâiz fakîhlerden meydana gelen
Rehberlik Şûrâsı, 107’İnci maddeye uygun olarak ümmetin imâmeti görevini
üstlenir.”
“Rehberin Nitelik ve Şartları” başlığını taşıyan 109’uncu
madde Rehberliğin şartlarını daha detaylı bir şekilde beyan etmiştir. Buna göre
rehber: Fıkhı ilgilendiren bütün konularda iftâ (fetva verme) için gerekli ilmî
salâhiyete sahip olmalı; Ümmet-i İslâm’ın rehberliği için gerekli adalet ve
takvâyı hâiz olmalı ve rehberlik için yeterli siyasî ve toplumsal görüş,
yiğitlik, yöneticilik ve güce sahip olmalıdır.”
Rehberin ilmi düzeyi ibadetler alanıyla sınırlı olmayıp
hayatın diğer alanlarını düzenlemeye dönük hükümleri de kapsamalı, karşılaşılan
yeni sorunların cevabını fıkıh kaynaklarından çıkarabilecek güçte olmalıdır. Bu
iki açıdan zorunludur: Birincisi, kanunların İslâm şerîatine intibakı
açısından; ikincisi toplumun iç ve dış ilişkilerde karşılaştığı sorunlarda uzun
ve kısa vadeli tutumun belirlenmesi açısından. Bu durumda belirlenecek strateji
İslâm’ın genel prensipleriyle çelişmeyecek şekilde Rehber tarafından ortaya
konulmalıdır.
Adalet kelimesi, fıkhî bir ıstılah olarak kişiyi büyük
günahlardan ve hatalardan bütünüyle alıkoyan, küçük hataların işlenmesi
durumundaysa tövbe edip hatalarını tekrarlamaktan men eden ruhî bir özelliktir.
Takvâ, Yaratıcı’ya itaatsizlik etmekten korkma anlamına gelir ki hemen hemen
adaletle aynı anlamı içermektedir. Rehber’in, adalet ve takvâ sıfatlarını hâiz
olması gerekir ki milletin çıkarlarını her zaman göz önünde bulundursun, kendi
çıkarlarını sadece Allah rızası yönünde arasın.
Rehberlik alanında, ilmî kifayet ve takvâ yeterli değildir.
Rehber’in iç siyasetteki ve dış politikadaki sorunları derk edebilecek ve
gelecek için öngörüde bulunabilecek bir düzeyde olması da gerekir.
İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’nın 107’inci maddesi
Rehber’in tayini konusunda şöyle demektedir:
“Halkın ezici çoğunluğu ile merciyet ve rehberlik makamına
getirilen Yüksek Taklit Makamı, evrensel İslâm İnkılâbı’nın Ulu Önderi ve İslâm
Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Ayetullah İmâm Humeynî’den (ra) sonra rehber
tayin etme görevi, halk tarafından seçilmiş olan Hubregân Meclisi’ne aittir.
Hubregân Meclisi, Anayasa’nın 5’inci ve 109’uncu
maddelerinde belirtilen şartları hâiz fakîhler arasında bir inceleme ve danışma
yapar. Bunlar arasından fıkhî hükümler ile siyasî ve sosyal konularda üstün
bilgiyi, Anayasa’nın 109’uncu maddesinde zikredilen özellikleri ve halkın
onayını hâiz olanı Rehberlik için seçilir. Aksi takdirde yine onlardan biri
Rehber olarak seçilir ve halka tanıtılır.
Hubregân Meclisi tarafından seçilen Rehber, Velâyet-i Emr
makamını ve onun getirdiği bütün sorumlulukları üstlenir. Rehber kanunlar
karşısında ülkenin diğer vatandaşları gibi muamele görür ve kanun karşısında
eşittir.”
111’inci maddede ise şöyle denilmektedir:
“Rehber kanunî önderlik ödevlerini yerine getiremez duruma
gelir veya 5’inci ve 109’uncu maddede anılan şartlardan birini yitirirse ya da
ilk baştan bu şartlardan bazısına sahip olmadığı anlaşılırsa makamından
uzaklaştırılır. Bu hususun tespiti 108’inci maddede anılan Hubregân Meclisi’nin
uhdesindedir. Rehberin ölümü, makamından uzaklaşması veya azli halinde Hubregân
Meclisi en kısa zamanda yeni bir rehber tayin etme ve halka tanıtma görevini
yerine getirir. Yeni rehberin tayin ve tanıtılma işlemine kadar Rehberlik
görevlerini geçici olarak Cumhurbaşkanı, Yüksek Yargı Başkanı, Düzenin
Maslahatını Teşhis Konseyi ve Denetim Şûrâsı’nın bir fakîhinden müteşekkil bir
şûrâ yürütür. Bu zaman zarfı içinde, bu şûrâ üyelerinden her birisinin herhangi
bir nedenle görevini yerine getirememesi halinde Kurul, Denetim Şûrâsı’na üye
fakîhlerin çoğunluğunun tasvibi ile başka bir kişiyi seçer ve görevlendirir.”
B - Rehberlik Makamının Ödev ve
Yetkileri:
110’uncu madde bu konuda
şöyle demektedir:
“Rehberlik Makamının ödev
ve yetkileri şunlardır:
1. Düzenin
Maslahatını Teşhis Konseyi’ne danışıldıktan sonra İran İslâm Cumhuriyeti’nin
genel politikasını saptamak.
2. Rejimin saptanan
politikasının doğru icra edilmesine nezâret etmek.
3. Geniş soruşturma
yetkisi.
4. Silahlı Kuvvetler
Başkomutanı’nın tayini.
5. Savaş ve barış kararı almak ve genel
seferberlik ilan etmek.
6. Tayin, azil ve
istifa kabulü: Denetim Şûrâsı’nın (Şûra-i Nigehbân) fakîhleri; Yargı Erkinin en
yüksek makamları; İran İslâm Cumhuriyeti Radyo ve Televizyon Kurumu Başkanı;
Genelkurmay Başkanı; İslâm Devrimi Muhafızları Başkomutanı; Askerî ve emniyet
güçlerinin üst düzey komutanları
7. Üç silahlı kuvvet
arasındaki olası ihtilafları çözme ve aralarından irtibat sağlamak.
8. Normal yollarla
çözülemeyen rejim içindeki problemleri Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi
aracılığı ile çözüme kavuşturmak.
9. Kanunun öngördüğü
şartları hâiz Cumhurbaşkanı adaylarının halkın onayı ve seçimi ile
Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra mazbatasını imzalamak.
Bu kanunda belirtilen
şartlara sahip olma açısından Cumhurbaşkanlığı adaylarının yeteneği seçimlerden
önce Denetim Şûrâsı’nca ve ilk dönemde de Rehberlik Makamı’nca onaylanmış
olması gerekir.
10. 89’uncu maddeye
dayanmak suretiyle ülke yararını gözeterek, Ülke Yüce Divanı (Divan-ı Âlî-i
Kişver) tarafından kanunî ödevlerine aykırı davrandığına hükmedilmesinden yahut
İslâmî Şûrâ Meclisi tarafından yetersizliğine karar verilmesinden sonra
Cumhurbaşkanı’nı görevinden azletmek.
11. Yüksek Yargı
Başkanı’nın önerisinden sonra İslâmî ölçüler çerçevesinde mahkûmların ceza
sürelerini azaltmak ya da af kararı almak.
Rehber kendisine ait bazı
ödev ve yetkileri başkasına devredebilir.”
Görüldüğü üzere İran İslam
Cumhuriyeti Anayasası siyasi kudretin merkezine veliyi fakihi koymuş ancak onu
halkın doğrudan ve dolaylı yollarla belirlemesine dayalı prensipleri de vaz’
etmiştir. Devlet, parti veya herhangi özel bir sınıf değil; bunların aksine,
İslami geleneğin temel yorumlayıcıları olan din adamlarının saygıya layık
görülerek yüceltildiği[59]
bu sistemde Veliyy-i fakih tarafından İslam ahkâmının uygulanması ve
denetlenmesi doğrultusunda bu geleneği pratikte gerçekleştirmek, en büyük değer
olarak algılanmaktadır[60]
ve geleneğin temel temsilcisi olarak tezahür eden Veliyy-i fakihin yorumu,
İslam Cumhuriyeti devletindeki ilişkileri belirleyen temel kaynak olarak
belirir.[61]
Sonuç
Köklü bir medeniyet havzası
olan İran, 16.yüzyıldan itibaren coğrafyaya/ toprağa aidiyet ile İslam’ın Şii
yorumunu bir araya getirmiş ve din adamının siyasi yetkesini her dönem biraz
daha ilerleten bir süreci takip etmiştir. Ulemanın günlük hayata dair sorunlara
cevap verme yetkisinden başlayarak, zaman içinde dini ekonomik vecibelerin
(zekat ve humus) toplanıp dağıtılmasına ve oradan da siyasi iktidarın
meşruiyetini tasdike uzanan süreç Şii nüfusun Sünnilerle birlikte yaşadığı
bölgelerden farklı bir seyir takip etmiştir.
Safevilerin İran toplumunu ve
toprağını Şiileştirme ameliyesi Şii ulemanın nüfuzunu o döneme kadar görülmemiş
bir şekilde arttırmış, Safevi Hanedanı Sünni Afganlar eliyle yıkılmış olsa
bile, bu durum İran’ın Sünni dünyaya dönüşünü sağlamaya yetmemiş, kurucusu
Sünni olan Kaçar Hanedanı da İran’ın Şii rengini nazarı itibara almak zorunda
kalmıştır.
Her ne kadar Rıza Pehlevi
İran’da modern bir devlet ve Batılı bir toplum yaratma hayali ile kendinden
evvel var olan Kaçar Hanedanı’nın reform çalışmalarını devam ettirmek istese
de, ulemanın siyasi güce de dönüşmüş olan sosyal ve ekonomik kudreti karşısında
takındığı tutum ile toplumsal meşruiyetini kaybetmiş, böylelikle İran İslam
Cumhuriyeti’nin kurulması ile neticelenen İnkılab hareketinin başlamasına sebep
olmuştur.
Bugün İran İslam Cumhuriyeti’ne
hayat veren fikri, siyasi ve dini alt yapı, Hz. Muhammed’in (as) irtihalinden
sonra sekteye uğrayan İmamet’in halen gaybetteki sahibi İmam Mehdi’nin gelişine
kadar ulemanın yetkisinde olduğu inancına dayanmaktadır. Bu inancın doğal
sonucu olarak, tıpkı peygamber döneminde olduğu üzere, toplumsal hayatın
idamesi ve terakkisine ilişkin genel politikalar ulemanın uhdesinde
bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle ulema ve onun en üst düzey temsilcisi
Veliyy-i fakih, nihai anlamda, dini ve dünyevi yetkenin tartışma kabul etmez
sahibidir. Ancak anayasal bir cumhuriyet olması, teşri ve idari kurumlarının
mevcudiyeti, karmaşık ve birbirini kontrol eden karar alma süreçlerinin varlığı
İran’daki Velayet-i fakih sistemini bir teokrasi olarak ifade etmemize engel
olmaktadır.
Not : Değerlendirme ve yönlendirmeleri için Doç.Dr. Muammer İSKENDEROĞLU'na teşekkür ediyorum.
KAYNAKÇA
AHAVİ
Şahruh, İran’da Din ve Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
ASIFİ,
Muhammed Mehdi, Kimin İktidarı – Ehli Sünnet ve Şia’da Devlet
Teorisi, Önsöz Yayıncılık, İstanbul, 2012
ATABAKİ
Touraj – ZÜRCHER Eric. J, Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme/
Atatürk ve Rıza Şah Dönemleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2012
BEŞİRİYE
Hüseyin, İran’da Devlet, Toplum ve Siyaset, Ağaç Yayınları,
İstanbul, 2009
ÇELENK
Mehmet, 16. Ve 17. Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri, Emin
Yayınları, Bursa, 2013
Eş-Şerif
Er Razi, Nehcül Belağa, Tercüme Adnan Demircan, Beyan Yayınları,
İstanbul, 2006
İbni Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak,
Ankara, 2004
İmam
Humeyni, Konuşmalar, Objektif Yayınları, İstanbul, 1991
KARADENİZ
Yılmaz, Kaçarlar Döneminde İran 1795-1925, Selenge Yayınları,
İstanbul, 2013
NEŞAT
Emir Sadık, İran İslam Cumhuriyeti Yönetim Şekli Anayasa
Üzerine Kısa Bir Açıklama, Yayımlanmamış Tercüme, Tercüman Ozan Kemal
SARIALİOĞLU
PLATON,
Devlet, Toplu Diyaloglar-1, s. 406, Eos Yayınları, Ankara, 2007
UYAR
Mazlum, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2004
UYAR
Mazlum, İran’da Modernleşme ve Din Adamları, Emre Yayınları,
İstanbul, 2008
ZUHAYLİ
Vehbe, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Risale Yayınları, İstanbul,
1992
[1]
PLATON,
Devlet, Toplu Diyaloglar-1, s. 406, Eos Yayınları, Ankara, 2007
[2]
PLATON, Devlet, s.453
[3] Eş-Şerif Er Razi, Nehcül Belağa, Tercüme Adnan Demircan,
s.35, Beyan Yayınları, İstanbul, 2006
Hz. Ali bir topluluğa yaptığı konuşmada, “Ahlaksızlık
ektiler; onu gururla suladılar, helak biçtiler. Ümmetten hiç kimse Muhammed’in
(s) ailesiyle mukayese edilemez. Üzerinde nimetleri devam eden kimse, asla
onlarla eşit görülemez. Onlar, dinin temeli, kesin bilginin direğidirler.
Aşırıya giden, onların gölgesine sığınır; geride kalan, onlar sayesinde
yetiştirilir. Velayet hakkının özellikleri onlarındır; vasiyet ve miras
onlardadır. Şimdi hak, sahiplerine döndü ve olması gereken yere taşındı.”,
ifadelerine yer verir.
Sahih-i Müslim’de yer alan bir rivayette ise, “Zeyd b. Erkam’dan hadis rivayet etmesi istenir. O da yaşlandığını, bazı şeyleri unuttuğunu belirttikten sonra anlatmaya başlar. ‘Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir subaşında bulunurken bir gün Resulullah hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a hamd ü sena etti, va'z ve hatırlatmalarda bulundu. Sonra, haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl.i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum’ Huseyn, Zeyde ‘Ya Zeyd, Peygamberin Ehl-i Beyti kimlerdir, Onun kadınları da Ehl-i Beytinden değiller midir?’ dedi. Zeyd, ‘Peygamber'in kadınları da Ehl-i Beytindendir, fakat onun asıl Ehl-i Beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır’, dedi. Huseyn, ‘peki onlar kimlerdir?’, diye sorunca, Zeyd, ‘Onlar, Ali hanedanı, Akil hanedanı, Cafer ve Abbas hanedanıdır’, dedi. Huseyn tekrar, ‘Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır?’, dedi. Zeyd de, evet, dedi", ifadeleri yer alır. (Sahih-i Müslim, fadailus sahabe 36) Gadir Hum olarak bilinen bu vakanın yorumunda Şii Müslümanlar velayet hakkının Ehli Beyt’e ait olduğu sonucuna varırlar.
Sahih-i Müslim’de yer alan bir rivayette ise, “Zeyd b. Erkam’dan hadis rivayet etmesi istenir. O da yaşlandığını, bazı şeyleri unuttuğunu belirttikten sonra anlatmaya başlar. ‘Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir subaşında bulunurken bir gün Resulullah hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a hamd ü sena etti, va'z ve hatırlatmalarda bulundu. Sonra, haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl.i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum’ Huseyn, Zeyde ‘Ya Zeyd, Peygamberin Ehl-i Beyti kimlerdir, Onun kadınları da Ehl-i Beytinden değiller midir?’ dedi. Zeyd, ‘Peygamber'in kadınları da Ehl-i Beytindendir, fakat onun asıl Ehl-i Beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır’, dedi. Huseyn, ‘peki onlar kimlerdir?’, diye sorunca, Zeyd, ‘Onlar, Ali hanedanı, Akil hanedanı, Cafer ve Abbas hanedanıdır’, dedi. Huseyn tekrar, ‘Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır?’, dedi. Zeyd de, evet, dedi", ifadeleri yer alır. (Sahih-i Müslim, fadailus sahabe 36) Gadir Hum olarak bilinen bu vakanın yorumunda Şii Müslümanlar velayet hakkının Ehli Beyt’e ait olduğu sonucuna varırlar.
[4] Buhârî şunu rivâyet ediyor: Bir defasında Hz. Ömer Hac’dan
dönüşte bir hutbe irad ederek şöyle dedi: Aranızdan filancanın: “Ömer ölürse,
filana biat edeceğim” dediğini haber aldım. Sakın, hiçbir kimse aldanarak, Hz.
Ebûbekir’e biat bir emr-i vaki olmuştur demesin. Öyle olmuş olsa bile, Allahu
Teala o fitnenin şerrinden korudu. Bugün içinizde Hz. Ebûbekir gibi bütün
başların kendisine döndüğü bir kimse yoktur. Allah’ın Resûlü vefat ettiği zaman
Hz. Ebûbekir, bizim en hayırlımızdı. Hz. Ali ve Zübeyr ile beraber olanlar,
Fatîma’nın evinde kalmışlardı; Ensarın hepsi Beni Sa‘îd’e sakîfesinde bizden
ayrılmışlardı; muhâcirler, Hz. Ebûbekir’in etrafında toplanmışlardı. Ben, Hz.
Ebûbekir’e: “Ey Ebûbekir! Haydi hep beraber Ensar kardeşlerimizin yanına
gidelim” dedim. Sonra muhacirlerin başında yürüdük, yolda iki salih kişiye (Bu
iki zat Bedir Ashabından Uveymir b. Sa‘îd eve Ma’mer b. Adiy’di) rastladık,
bunlar Ensarın hareketlerini bize anlatarak “Ey muhacirler! Nereye gitmek
istiyorsunuz?” dediler. Bende “Ensar kardeşlerimize” cevabını verdim. Bunun
üzerine: “Ey muhacirler! Sakın onlara yaklaşmayın, işinizi kendi kendinize
halledin” dediler. Cevaben: “Yemin ederimki, gideceğiz.”dedim. Sonra yürüyerek,
toplanmış oldukları Benî Sâide sakîfesine
vardık. Bir de ne görelim! Elbisesine bürünmüş biri aralarında
bulunuyordu. Bu kimdir? dedim, “Saad
b. Ubâde”cevâbını verdiler. “Ona ne oluyor”diye sorunca, hasta olduğunu
söylediler. Oturduktan sonra, hatipleri ayağa kalktı ve gerektiği şekilde
Allâh’a senâdan sonra: “Biz Allâh’ın ensârı ve İslâm ordusuyuz, ey muhâcirler!
Siz bizden biz kolsunuz, sizden bazılarınız bizi mevkiimizden ayırıp bu işten
uzaklaştırmak istiyor.”dedi. Hatip sözünü bitirince, konuşmak istedim. Hoşuma
giden bir nutuk hazırlamıştım, bunu Hz. Ebû Bekir’in huzûrunda söylemek
istiyor, gazâbımı ondan gizliyordum. O benden daha halîm ve daha bilgili idi.
Vallâhi, söylemek için hazırladığım nutkumda hoşuma giden bir kelimeyi
söylemeden geçmedi. İrticâlen söyledikleri benimkilerinin ya ayni kadar açık
veyâhut daha güzelini söyliyerek mukaddemeden sonra meâlen şöyle söyledi :
“Zikrettiğiniz hayırlar sizde vardır ve bunlara hakkiyle ehilsiniz, Araplar bu
vasıfları ancak Kureyş, Arapların evsatıdır.”Aramızda oturan Hz. Ebû Bekir bir
eliyle beni bir eliyle de Ebû Ubeyde b. Cerrâhı tutarak: “Bu iki adamdan birini
seçmenizi istiyorum, hangisini isterseniz, ona biat edin.”dedi.
Söylediklerinden yalnız bu söz hoşuma gitmemişti. Yemin ederim ki, aralarında
Hz. Ebû Bekir bulunan bir kavme emîr seçilmem, benim için, bu günâhı yüklenmeye
mâni”olacak olan boynumun vurulmasından daha ehvendi. Ensârdan biri: “Ey
Kureyş! Size esaslı bir hal çâresi bulacak olan benim, bakınız, bizden bir
emîr, sizden bir emîr olsun”dedi. Bunun üzerine, sesler yükselerek gürültü çoğalınca
karışıklıktan korktum ve: “Ebû Bekir! Elini uzat.”dedim. O da elini verdi ve
ben de hemen ona biat ettim, arkamdan da muhâcirler biat ettiler; sonrada
onlara Ensâr katıldı. Vallâhi, karşılaştığımız işlerde Hz. Ebû Bekir’e biatten
daha uygun bir iş yapmamışızdır. Bîat etmeden meclisten ayrılmış olsaydık,
bizden sonra herhalde bîat vâki’olacaktı. Bu sûrette ya istemediğimiz bîatı
kabul ederdik veyâ muhâlif kalmakla bir fitnenin zuhûruna meydan verirdik. (Buhari – Kitabu’l- Muharibin min Ehli’l
Küfri ve’r-Riddeti- 25)
[5]
ASIFİ, Muhammed Mehdi, Kimin
İktidarı – Ehli Sünnet ve Şia’da Devlet Teorisi, s.45, Önsöz Yayıncılık,
İstanbul, 2012
[6] AHAVİ Şahruh, İran’da
Din ve Siyaset, s. 30, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
[7]
a.g.e., s.37
[8]
a.g.e., s.37
[9]
a.g.e. ,s.45
[10]
a.g.e., s.34
[11]
İmam Humeyni, Konuşmalar, s.23-26,
Objektif Yayınları, İstanbul, 1991
[12]
AHAVİ Şahruh, s.38
[13] ZUHAYLİ Vehbe, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.1, s.13, Risale
Yayınları, İstanbul, 1992
ZUHAYLİ, “Şer’i kaide ve prensiplerden ve fakihlerin
takrirlerinden hareket ederek insanların hayatlarına taalluk eden bazı yeni
meselelerde inceleme yapmaya çalıştım. Daha fazla araştırma ve cüz’i içtihatlar
için de kapı hala açıktır. Allah’ın fazlı kesilmez, bağışları ve lutufları da
sadece bir zamana veya tek bir şahsa münhasır değildir”, ifadelerine yer verir.
[14] KARAMAN Hayrettin, Ehli Sünnet Tetkikleri (Aylık Dergi),
s.408, Esen Yayınları, İstanbul, 1989
Burada yayımlanan makalesinde KARAMAN, “Taklid ve taassubun
e büyük zararı içtihad faaliyetini
durdurmuş olmasıdır, diyebiliriz. Dördüncü asırdan evvel hem farz hem de çok
şerefli bir ilim payesi telakki edilen içtihad, nazari bakımdan olmasa bile
tatbikatta –dördüncü asırdan sonra- garip ve münker bir iş gibi karşılanmış,
dini gayret ve medeni cesaret sahibi bazı müctehidler, bu sıfatlarıyla ortaya
çıktıkları zaman kendilerine cephe alınmış ve hakarete maruz kalmışlardır.”,
ifadelerine yer vermiştir.
[15]
AHAVİ Şahruh, s.39
[16] KARADENİZ Yılmaz,
Kaçarlar Döneminde İran 1795-1925, s.167, Selenge Yayınları, İstanbul, 2013
[17]
ÇELENK Mehmet, 16. Ve 17.
Yüzyıllarda İran’da Şiiliğin Seyri, s.187, Emin Yayınları, Bursa, 2013
[18]
a.g.e, s.241 vd.
[19]
a.g.e,
s.261-262
[20]
a.g.e., s.286
[21]
UYAR
Mazlum, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, s.126, Kaknüs Yayınları, İstanbul,
2004
[22]
a.g.e., s.30
[23]
A.g.e., s.124
[24]
ÇELENK Mehmet, s.199 vd.
[28]
UYAR Mazlum, Şii Ulemanın
Otoritesinin Temelleri, s.221-222
[29] BEŞİRİYE Hüseyin,
İran’da Devlet, Toplum ve Siyaset, s.17, Ağaç Yayınları, İstanbul, 2009
[30]
UYAR
Mazlum, İran’da Modernleşme ve Din Adamları, s.23
[31]
A.g.e., s.25
[32]
a.g.e., s.39
[33]
a.g.e., s.50
[34]
KARADENİZ Yılmaz, s.84
[35]
BEŞİRİYE Hüseyin, s.14
[36] ATABAKİ
Touraj – ZÜRCHER Eric. J, Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme/ Atatürk ve Rıza
Şah Dönemleri, s.33, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012
[37]
BEŞİRİYE Hüseyin,s.15
[38]
UYAR Mazlum, İran’da Modernleşme ve
Din Adamları, s.35
[39]
A.g.e., s.75
[40]
AHAVİ Şahruh, s.65-66
[41]
a.g.e., s.200
[42]
a.g.e., s.201
[43]
a.g.e., s.40
[44]
a.g.e.,s.120
[45]
a.g.e.,s.180
[46]
a.g.e., s.178
[47]
a.g.e., s,290
[48] A.g.e., s.293
[49] A.g.e., s.293
[50]
İmam Humeyni, Konuşmalar, s.85-97
[51]
a.g.e., s.94
[52]
a.g.e, s.35-36
[53]
BEŞİRİYE Hüseyin, s.35
[54]
NEŞAT Emir Sadık, iran İslam Cumhuriyeti Yönetim Şekli Anayasa Üzerine Kısa Bir
Açıklama, Yayımlanmamış Tercüme, Tercüman Ozan Kemal SARIALİOĞLU
[55]
BEŞİRİYE Hüseyin, s.39
[56]
A.g.e., s.13
[57]
A.g.e., s.43-44
[58]
Bu bölümde ağırlıklı olarak NEŞAT Emir Sadık, iran İslam Cumhuriyeti Yönetim
Şekli Anayasa Üzerine Kısa Bir Açıklama, Yayımlanmamış Tercüme, Tercüman Ozan
Kemal SARIALİOĞLU kaynağından yararlanılmıştır.
[59]
BEŞİRİYE Hüseyin, s.47
[60]
A.g.e., s.46
[61]
A.g.e., s.47