Translate

15 Temmuz 2011 Cuma

Tahran Müslümanların Tahran’ıdır

Gürkan BİÇEN

İslam’ın politik yüzünü geçen yüzyıl terk ettiğimiz “Türk” kavramına rapteden ve Müslümanların doğal idarecilerinin Türkler olması gerektiğini varsayan İsmet Özel yıllar evvel “Tahran Müslümanların Moskova’sı mı?” başlıklı bir yazı kaleme alarak Tahran’ın yeryüzünün tüm Müslümanlarına hitabeden bir merkez olma isteğini sorgulamış ve tabii ki kendi teorisine uymamasından olsa gerek bu durumu yadırgamıştı. “Kâfirle savaşan Müslüman”ı Türk kabul eden Özel’in bu ismi emperyalist güçlerle açık bir mücadelenin içinde yer alan Tahran’dan esirgemesinin onun handikabı olduğunu varsayıyoruz. Ancak derinlerden bir ses bize, şayet Özel haklı ise, gerçekten kâfirle savaşan Müslüman’a Türk denilmesi gerekiyorsa, Direniş cephesinin kutuplarının “Türklük”ten çıkarılmasına gönlümüzün razı gelmemesini fısıldıyor.

Türkiye’nin olayların arkasından koşan ve fakat olayların sebeplerini, aktörlerini ve nihai amacını görmekten aciz bazı kalemleri “Türk” olduklarını göstermek için bir fırsat buldular ve düşmanın büyüğünü göz ardı edip küçüğüne saldırmayı tercih ettiler. Onlara göre Direniş cephesinin bu güne kadar elde ettiği başarının oluşması tamamen takdiri ilahi idi ve Allah’ın hiçbir kulunun bu başarıdan nemalanmaya kalkması yakışık almazdı. Yine, Direniş cephesinin mensupları “Türk”ün yol göstericiliğine razı olmalı ve onun hayal dünyasına intisap etmeliydi. Bu kalemlerden birisi, hükümet bülteninin hayalperest kalemşoru, kendisinin her başarının ve iyiliğin ardında koştuğunu anlatırken, Hizbullah’ın başarılarına ilk önce kendisinin sevindiğini, Suriye ile Türkiye’nin ilişkilerinin gelişmesini her zaman desteklediğini belirtiyordu. Ancak bu “Türk”ün ıskaladığı bir şey yok muydu? Direniş’in dayandığı yer!

İran İslam İnkılâbı dünya Müslümanlarına sadece moral değil, geniş imkânları ile devasa bir ülke de kazandırdı. İmam Humeyni’nin, “Biz İran’ı İslam için istiyoruz, İslam’ı İran için değil” sözü İnkılâbın şiarlarındandı. İmam Humeyni İnkılâba giden yolun tümünde bu sözü hiç çekinmeksizin söylemeye devam etti. Bugün dahi İslam İnkılâbı muhaliflerinin İmam Humeyni hakkındaki kara propagandalarının bir parçasını bu söz oluşturmaktadır. Muhalifler bu söze istinaden İmam Humeyni’yi İran’ı sevmemekle, İran’ın çıkarlarını öncelememekle itham etmeye devam etmektedirler. Emperyalist Amerika’yı “Büyük Şeytan” ve kuklası Siyonist yapıyı da “Küçük Şeytan” olarak isimlendiren İmam Humeyni’nin mirasını devralan İran yönetiminin yeryüzünün her noktasına yayılan bir mücadelede Direniş cephesinin “merkezi aklı”nı oluşturuyor olması ve sırf bu sebeple ambargoya, tecride, karalanmaya, örtülü operasyonlara maruz kalması İran’ın ödediği bedelken, Hizbullah’ın, Hamas’ın, İslami Cihad’ın Siyonistler karşısında gösterdikleri başarı bu bedele Allah’ın takdir ettiği mükâfattır. Hayalperest kalemlerin mükâfatı görüp sebebe gözlerini kapamaları kötü niyetlerine olmasa bile onların “illet”i bilmeden “hükme” varma arzularına yorulmalıdır.

Düşmanla mücadelede bir “merkezi akıl” ile hareket eden Direniş cephesinin gerçekleştirilmesi gereken öncelikli hedefi, “Amerika’nın ve Siyonist yapının bölgeden sökülmesi” olarak belirlediği açıktır. Düşmanın, mukadder anı olabildiğince erteleme gayreti de öyle. Bunu sağlayabilmek için düşman her yola başvurmakta, tüm dostlarını yardıma çağırmakta ve olayların peşinde koşanları manipüle etmeyi sürdürmektedir. Bugün Direniş cephesine ve bu cephenin liderlerine yöneltilen en acımasız eleştiriler ancak kendilerini “Türk” kabul eden kalemlerden ve onların yönlendirmesiyle koşuşanlardan gelmektedir. Bunlardan bir grubun da Suriye sınırına koşacağını okuyoruz.

Suriye sınırına koşacak olan bu grup kendisini “16 Temmuz Gençlik Hareketi” olarak isimlendiriyor. Grubun propaganda çalışmaları arasında yer alan bir videoda 16 Temmuz’da Suriye sınırında olacağını söyleyen bir genç bunun gerekçesini, “Amerika, İsrail ve onların yerli işbirlikçilerinden nefret ettiğim için” şeklinde açıklıyordu. Kuvvetle muhtemel bu genç Suriye muhalefetine destek vermek için Suriye sınırına gideceğini açıklarken, Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı ve şimdilerde Suriye muhalefeti liderlerinden birisi olarak boy gösteren Baas kökenli Abdulhalim Haddam’ın Şarkul Evsat’a verdiği demeci görmemiş, Haddam’ın Amerika’yı ve Nato’yu Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya davet ettiğini okumamıştı. Muhtemelen, Lübnan Eski Başbakanı Refik Hariri suikastının yalancı tanıklarından olan ve halen Hollanda’da yaşayan Suriyeli Binbaşı Zuheyr Sıddık’ın Safa televizyonuna yaptığı açıklamada yer alan, “Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte, Suriye'deki İran elçiliği de kapatılacak” sözlerini de işitmemişti. Öyle olsaydı, Suriye sınırına gitme gerekçesini Amerikan emperyalizmine duyduğu nefret ile açıklamaz yahut Amerikan emperyalizmine yönelik nefretini izhar ettikten sonra insanları Suriye sınırına değil Libya’yı bombalayan Nato kuvvetlerinin idare edildiği komutanlığın bulunduğu İzmir’e davet ederdi.

Türkiyeli Müslümanlar her zaman olduğu gibi bu sefer de kolay olanı seçtiler; Medyanın ve hükümetin işaret ettiği alana koşmayı. Türkiyeli Müslümanların Amerikan emperyalizmine karşıtlıkları içi boş bir iddianın ötesine geçemiyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikan işgali altındaki Afganistan’da her gün öldürülen çocukların hesabını Afganistan’da Amerika ile birlikte yer alan Türk hükümetinden sormaya cesaret edemiyorlar. Medya, hükümet ve Amerika öyle istediği için bugünlerde bir Suriyeli çocuğun kanı yirmi Afgan çocuğunkine denk geliyor. Türkiyeli Müslümanlar Amerikanın açtığı yaraları yetimhaneler açarak kapatabileceklerini ve böylelikle üzerlerine yüklenen vebalden kurtulmuş olacaklarını düşünüyorlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş cephesinin ödediği bedeli küçümsercesine hareket ediyorlar. Direniş cephesinin bilinen ve bilinmeyen müntesiplerinin fedakârlıklarını görmezden geliyorlar. Direniş’in sanal kahramanlar üzerinden değil kanlı canlı insanlar ile yürütüldüğünü, bu insanlara da acının, yokluğun ve ölümün dokunduğunu kabullenmekte zorlanıyorlar. İmad Mugniye’den, Mahmud Mebhuh’dan, onların hayat hikâyelerinden ancak onların şahadetinin ardından haberdar oluyorlar. Farklı gruplardan gelen insanlardan oluştuklarını söyleyen 16 Temmuz Gençlik Hareketi de bunlardan müstesna değil.

16 Temmuz Gençlik Hareketi içinde yer alan, onun sözcülüğünü yapan yahut bu harekete hararetle destek veren bazı simalar ellerindeki imkânları Müslümanların faydasına amade kılmış Direniş liderlerine akıl hocalığına soyunmuş kişiler değil mi? Bunlardan bazıları dün aynı fotoğrafta görünmek için can attıkları Baas liderlerini bugün yerden yere vuranlar ve buna bir açıklama getirme zahmetinde bulunmayan insanlar değil mi? Bu insanlara ne oluyor? Nasıl oluyor da İran ve Hizbullah’ı Siyonistlerle aynı kefeye koyanların peşi sıra koşuyorlar ve avuçlarını patlatırcasına bunları alkışlıyorlar? Türkiyeli Müslümanlar Tahran’ın tüm siyasi hareketlerin yapması gerekeni yaptığını, merkezi aklın bir plan çerçevesinde hareket ettiğini ve Tahran’ın Müslümanların Tahran’ı olduğunu bilmelidirler. Yine Türkiyeli Müslümanlar, Siyonist yapının sökülmesinin akabinde bölgedeki hiçbir rejimin eski düzeni sürdüremeyeceğini, buna Baas rejiminin de dahil olduğunu görmelidirler ve Direniş cephesinde gedik açacak, onu anlamsız bir meşakkatin içine sürükleyecek keyfi işlerden uzak durmalıdırlar. Türkiyeli Müslümanlar Direniş’in kendilerinin sahip olduğu imkânların çok daha fazlasına sahip olduğunu, bölgenin tümüne yayılan varlıklarıyla Türkiyeli Müslümanlardan kat be kat fazla bilgiye ulaştıklarını ve bunları çok daha ustalıkla değerlendirdiklerini anlamalıdırlar.

Türkiyeli Müslümanlar Altıncı Filo’ya taş atamıyorlar ancak taş atanlara saldırmaktan vazgeçebilirler. Unutmadan, Suriyeli masumların kanı Direniş’in değil, Baas’ın ve onları plansız, programsız, zamansız ve hazırlıksız olarak ortaya atan Amerika yanlısı muhaliflerin ve bu muhalif liderlerin yardımına gözü kapalı koşanların hesabına yazılıyor.

Paramız nereye akıyor?

Gürkan BİÇEN

Sosyalist Blok’un çözülmesine yol açan unsurlar arasında diğerleri ile birlikte Kilise’nin payını da teslim etmek gerekir. Bu, Balkanlar açısından da böyledir. Vatikan, Avrupa kiliseleri ve Dünya Kiliseler Birliği Müslüman Dünya’nın unuttuğu bir dönemde Balkanları unutmamıştı. Sosyalist rejimler istemese de, Balkan halkları Vatikan’dan ve Avrupa’dan yayım yapan radyoların sesine kulak vermekten imtina etmiyordu.

Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa ve Amerika resmi düzeyde laik kurumları dayatsa da, Kilise sosyolojik dönüşümü sağlayacak argümanları kullanmakta, Balkan Müslümanlarını yüzlerce yılda oluşan kimliklerine yabancılaştırmak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Müslüman Dünya’nın dikkati ise ancak katliamlar, sürgünler ve nihayetinde oyunun bir parçası olan “Müslüman halkı kurtarma” operasyonları ile bölgeye çevrilmektedir. Kriz dönemlerinde canla başla çalışan resmi ve sivil kurumlarımız krizlerin ardından oluşan durumu kavramaktan aciz kalmışlardır. Türkiye örneğinde olduğu gibi, ülkenin Balkan politikasına resmi ve sivil düzeyde yön veren insanlar modern toplumların dönüşüm şekillerini idrakten uzak bir halde, modernizm öncesi kullanılan yollarla Müslüman kimliği diriltebileceklerini, bu kimliği diğerleri arasında onurlu ve sağlam bir mevkie ulaştırabileceklerini düşünmektedirler. Ağırlıklı olarak tarihi Osmanlı bölgesinde yapılan bir kısım çalışmalarda öncelik verilen hususlar Türkiye’nin esasa değil, füruya talip olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin yoğun bir çalışma içinde olduğunu ortaya koymak adına konuşan Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü İbrahim Kalın, Türkiye’nin son dokuz yılda yurtdışına 5 milyar dolara yakın yardımda bulunduğunu ve bu paranın önemli bir kısmının restorasyon çalışmalarına harcandığını söylüyor. Kalın’a göre yapılan bu çalışmaları bölge halkları biliyor ancak Türk halkı haberdar değil. Başbakanlık hangi verilere dayanarak bölge halklarının Türkiye’nin çalışmalarından haberdar olduğu kanaatine ulaştı bilemiyoruz. Bildiğimiz, Balkan coğrafyasında Türkiye’nin bir iletişim, enformasyon ve medya ağının olmadığıdır. Bölgede yayım yapan televizyon, radyo ve gazetelerin kahir ekseriyeti varlıklarını, Türk ve İslam Dünyası hakkında müspet bir haber vermemeye and içmiş kişilerin yönetimine ve Batı Dünyasının ekonomik desteğine bağlamışlardır.

Bu duruma işaret eden Prof.Dr. Cemaluddin Latiç, Ayhan Demir ile yaptığı röportajında İbrahim Kalın’ın gururla anlattığı noktaya temas ediyor ve “Bazı Türk siyasetçileri, yardımlaşma çalışanları ve entelektüelleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Onlar, Bosna ve Boşnaklar için verdikleri sözleri unuttular. Bizim her devlet başkanımız, Türk siyasetçilerinin verdikleri sözlerden oluşan uzun bir listeyi size sunabilir. Ancak buna gerek yok. Çünkü o sözlerden hiçbiri gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyeceğini de artık biliyoruz. Türk eliti bunu bize niye yapıyor? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Müslüman Türk halkı, Türk elitinin bizi rencide ettiğini biliyor mu acaba? Türkiye'deki elit tabaka bizi aşağılıyor. Türk hükümeti, Bosnalı Müslümanlar yerine Osmanlı taşlarına para yatırmayı tercih ediyor. Türkiye, Mostar Köprüsü için 2-3 milyon Euro harcamak yerine, yarım milyon sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslüman'ın, hayata tutunmasını sağlayabilirdi. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnakların farklı şekilde yardıma ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrat ve Niş'te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan her şey Sırp ve Hırvat vahşetinden nasibini alacaktır.” diyordu.

Balkan coğrafyası gibi Batı’nın tüm kurumlarıyla işgal ettiği bir alanda çalışma yapmanın zorluğunu baştan teslim etsek de, bu, yapılan çalışmaların mahiyetini sorgulamamıza da engel olmamalıdır. Her şeyden evvel, kanunların verdiği haklar çerçevesinde hareket edildiği halde bile Müslüman unsurun gelişimini sağlayacak imkânları seferber edebileceğimizi görmeliyiz. Bunun için bu yönde bir irademiz olup olmadığını sorgulayarak işe başlayabiliriz. Müslüman unsuru gözlerden uzak bir yerde tutma yönünde işletilen bir politika ne Balkan Müslümanlarına ne de onların kardeşi ve hamisi olan Türkiyeli Müslümanlara bir fayda sağlamamaktadır. Çalışmalarımız Müslüman halkların kimlik bilincini yeniden inşaya ve onları görünür kılmaya yönelmediği müddetçe Batı ekseninde hareket eden kişiler Müslüman halkların sözcüsü olmaya devam edeceklerdir.

Latiç, Türk Hükümetinin yürüdüğü yanlış yolu hükümet bülteni gazetelerde yazan hayalperest kalemlerin değil, ancak İslam âlimlerinin düzeltebileceğine inanıyor ve onlardan, hükümetin yaptığı büyük yanlışları düzeltmelerini bekliyor.