Translate

29 Mayıs 2011 Pazar

Balkan Müslümanları ve Entegrasyon

Gürkan BİÇEN

Balkan coğrafyası İslam ile Osmanlı öncesinde tanışmış olsa da, İslam’ın Balkanlarda hâkim bir güç olarak belirmesi ve yirminci yüzyıl başına kadar bölgeyi idare etmesi Osmanlı döneminin eseridir. Bu dönemde bölge İslam Medeniyet havzasına dâhil olmuş ve bölgenin iki asli unsuru, Arnavutlar ve Boşnaklar kitlesel halde İslamlaşmışlardır.

Yirminci yüzyıl Müslümanların Balkan coğrafyasındaki hâkimiyetlerinin de sonu anlamına geldi. O zamana kadar imparatorluğun gücü ile yöneten kesim olan Müslümanlar kendilerini ulus devletlerin içinde yer alan azınlıklar olarak buldular. Arnavutluk çoğunluğun Müslüman olduğu tek ulus devlet olsa da, tarihi serüveni onu da İslam Dünyasının uzağına sürükledi. Birinci Dünya Savaşı ile ulus devlet yapıları kesinleşen Balkan halkları, İkinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan paylaşımda Sosyalist Blok’un payına düştü ve bölgede iktidarı komünist rejimler ele aldı. Kırk beş yılı bulan komünist idarenin ardından bölge ile temas kuran Müslüman Dünya, yirminci yüz yılın başında bıraktığı Müslümanların yerine “Sosyalist İnsan” ile karşılaştı.

Balkan Müslümanları ile 1990 sonrasında kurulan ilişkiler Müslüman Dünya’nın bu coğrafya için hiçbir hazırlığının olmadığını gösterdi. Bölgeye gelen çoğu Arap kökenli hayır kurumu günü birlik işlerle uğraşırken, bölgenin Müslüman Dünya’ya entegrasyonuna dair bir proje üretmeyi başaramadıkları anlaşıldı. Batı Dünyası’ndan farklı olarak Müslümanlar, Türkiye örneğinde olduğu gibi, nostaljik söyleme sığınmakla iktifa ettiler. Bu nostalji kimi zaman kavmiyetçi söylem ile karışarak “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” halini aldı. Ne var ki, bu nostaljiyi olsun canlı tutacak bir çalışma gerçekleşmedi.

Bir Papa’nın yüz yıllar sonra Arnavutluk’u ziyareti komünist dönemin hemen ardından geldi ve Papa II. John Paul Tiran havaalanına iner inmez toprağı öperek Arnavut ülkesini takdis ettiğini ortaya koydu. Papa Hıristiyan Dünya’nın ev ödevini de bu ziyaretinde açıklamıştı: Kayıp halkları İsa’ya döndürmek. Kayıp halklar ise komünist rejim altında yok olan Hıristiyanlardan ibaret değildi. Ataları İslam’ı seçen Müslüman halklar da kayıp halkların bir parçası sayılıyordu.

Batı Dünyası kayıp halkları İsa’ya kazandırmak için büyük bir çaba sarf ediyor. Bu çaba kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri ayakları olan büyük bir proje halinde yürümeye devam ediyor. Balkan coğrafyasının geleceğini belirleyen temel kavram “entegrasyon”dur. Entegrasyonun yönü ise Avrupa – Atlantik kurumlarıdır. Bu ise, ekonomik ve idari olarak Avrupa’ya, güvenlik açısından Amerika’ya ve kültürel olarak da Batı Dünyası’na bağlanmak anlamına gelmektedir. Balkan halklarının entegrasyonunun ikinci aşaması asimilasyon olarak belirecektir ki, bunun ilk adımı olan kültürel asimilasyon olanca hızıyla sürmektedir. Bugün Müslüman Arnavutları kültürel alanda da temsil eden kişilerin ekseriyeti Hıristiyan Arnavutlar yahut Müslüman kökeninden utanç duyan Arnavutlardır.

Batı Dünyası’nın sistemli çalışması karşısında Müslüman Dünya’nın çaresizliği, önereceği hiçbir projenin olmayışı Balkan Müslümanlarını entegrasyon seçeneğine boyun eğmeye zorlamaktadır. Türkiye gibi devasa bir ülkenin Balkan Müslümanlarına yönelik bütüncül bir projesi olmadığı için olsa gerek Türkiye’ye gelen her Balkan ülkesi lideri ancak entegrasyondan ve Türkiye’nin bu sürece vereceği destekten bahseder haldedir. Türkiye de entegrasyona olan desteğini sürekli tekrarlamakta ve Balkan ülkelerini, kendisinin hiçbir zaman giremeyeceği “AB bayrağı altında” görmek istediğini en üst düzeyde ifade etmektedir.

Müslüman Dünya’nın Batı ile cephe hattı sayılabilecek Balkan coğrafyasını terk etmesi ümmetin bütünü için de geleceğe yönelik ağır riskler doğurmaktadır. Batı, Balkan coğrafyasını bir atlama noktası ve savunma hattına dönüştürmekte, Balkan halklarını ise geleceğin Avrupa Ordusu’nun lejyonerleri olarak kullanmayı hesap etmektedir. Bu dönüşümü sağlayacak olan argumanlar Balkan devletlerinin eğitim sisteminde bulunabilir. Arnavutluk. Kosova ve Bosna’nın eğitim sistemini inceleyen herhangi birisi Müslüman halka dayatılan Türk ve İslam düşmanlığının açık delillerini görecektir. Dışişleri bakanımızın Saraybosna’da söylediği, “Biz buraya havadan değil atlarımızla geldik” sözü tarihi bir gerçeği işaret etse de, entegrasyon sürecindeki Balkanlarda atlarımız işgalci olarak tanımlanmaya devam etmektedir.

Zayıf Balkan Müslümanlarının çaresizliği anlaşılabilir ancak Türkiye’nin tarihi sorumluluğunu AB’ye havale etmesi asla göz ardı edilemez bir hatadır

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Akrebin Kıskacındaki Suriye

Gürkan BİÇEN

Avrupa’ya demokrasinin nasıl geldiğini özetlemek istersek, “Amerikan tankları ve dolarları ile” dememiz mümkündür. Soğuk Savaş’ın silahlanma yarışına güç yetiremeyen Sovyetler Birliği’nin rekabeti sonlandırmak ve nüfuz alanlarını Amerikan liderliğindeki Batı Dünyası’na bırakmak zorunda kaldığı 1989 tarihi de Amerikan etkisi göz ardı edilerek açıklanamayacaktır. Bugünden geriye doğru bakıldığında “1989 Devrimi” olarak isimlendirilen dönemin kansız bir şekilde gerçekleştiğini düşünenlerin atladığı gerçek ise Romanya Sosyalist Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nicolae Ceauşescu’nun diğerlerine ibret olan akıbetidir. Yirmi dört yıllık iktidarının ardından o, iki saat süren bir yargılama neticesi ölüme mahkûm ediliyor ve eşi ile birlikte hemen oracıkta kurşuna diziliyordu. Batı medyası infaz görüntülerini servis ederken, Sosyalist Blok’un diğer ülkeleri de verilen mesajı alıyordu.

Ortadoğu’daki halk hareketleri Tunus ve Mısır örneğinde liderlerini iktidardan uzaklaştırmayı başardılar. Şimdi, iktidarın eski sahiplerinin ve yakınlarından bazılarının, halkın tatminine yönelik bir politikanın icrası çerçevesinde yargılanmasına ilişkin süreci izleyeceğiz. Kuvvetle muhtemel onlar Nicolae Ceauşescu’dan daha şanslı olacaklar! İktidarı bırakmayı reddeden Muammer Kaddafi ise, bu tercihi Libya hava sahasının uçuşa kapatılmasını sağlayan BM kararı ve ardından Batılı ittifakın saldırısı ile neticelense de, bir başka yolu denemeyi tercih etti. İlginçtir, Ruanda’daki soykırım sırasında BM’yi işlevsiz kılmaya çalışan Fransa Libya halkını korumak için saldıran ilk ülke oldu. Libya örneğinin Bahreyn’deki sivillerin korunması için Bahreyn’e müdahale yönünde hiçbir etkisi olmazken, Batı’nın desteği ile iktidarını koruyan Suud hanedanı ise bekasını Amerikan politikalarına direnmekte gören Suriye rejiminin devrilmesi için yürütülen uluslararası oyunda yerini aldı.

Siyonist rejimin bölgeye yerleştirilmesinden bu yana Ortadoğu ülkeleri kendilerini siyonist rejime göre konumlandırır haldedirler. Siyonist rejime düşman, dost yahut resmi ilişkisi olmamakla birlikte mesafeli bir ilişkinin tarafı olarak tanımlanacak şekilde olsa da, her birisi kendi konumunu işgal rejimine göre belirlemiştir. Siyonist rejimin Araplara karşı kullandığı İran ile olan ilişkisi İran’daki İslam İnkılâbı ertesinde son bulmuş ve Suriye ile İran siyonist rejim karşısında direnişi bir devlet politikası olarak yürüten, ancak kendi rejimlerinin temeli birbirinden tamamen farklı iki ülke olarak belirmiştir. Sünni siyaset teorisinde “halife” olarak tanımlanabilecek bir fakihin velayetinde, birçok siyasi aktörün paylaştığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde, seçimle işbaşına gelen yöneticiler eliyle idare edilen İran’ın aksine Suriye, içinde Sünnilerin de yer aldığı Baas Partisi idaresinde yönetilen, Baas Partisi dışındaki siyasi akımlara müsamahanın asgari düzeyde tutulduğu bir ülkedir. Suriye’yi diğer Arap ülkelerinden farklı kılan ise onun siyonist rejim karşısındaki tutumudur. Suriye, her ne kadar askeri bir çatışmanın doğrudan tarafı olmaktan kaçınsa da, siyonist rejim ile savaş halini hukuki olarak halen sonlandırmamıştır. Suriye’nin direniş cephesindeki pozisyonu işgal altındaki Golan Tepeleri’nin kurtarılmasının ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Bu, Suriye meselesinde ortaya atılanların çok daha titiz bir şekilde incelenmesini gerektirmektedir. Belki, en iyisi Batı’nın askeri müdahalesine giden süreci bir örnek ile göstermek ve Suriye vakasına bu açıdan bakmayı denemektir.

Batılı ülkelerin BM çatısı altındaki bir ülkeye, kendi halkına zulmetmesini gerekçe göstererek saldırışlarının ilk örneğini Kosova oluşturur. Kosova’yı Sırbistan’ın bir parçası olarak kabul etmelerine ve BM’nin bu yönde bir kararı olmamasına rağmen Amerika öncülüğündeki bu ülkeler Sırbistan’ın Arnavutlara yönelik şiddet politikasına son vermek ve Arnavutları korumak üzere 1999 yılında Sırbistan’a yönelik bir askeri operasyon gerçekleştirdiler. Operasyona giden süreçte, Arnavutların yoğun katılımlı protesto gösterileri Batı medyasında geniş bir şekilde yer alıyor ve Bosna Savaşı’nın etkisi silinmeden, tüm dünyanın dikkati Arnavut meselesine çevriliyordu. Suriye’de yapılan gösterilerin bir kısmı medyada yer almasına rağmen istenilen etkinin oluşmaması üzerine Batı medyası, başka ülkelerdeki protesto gösterilerini Suriye’de yapıldığı iddiası ile yayımlayarak istenileni, kamuoyunun hazırlanması talebini yerine getirmeye çalışıyor. Bunun en açık örneği Reuters Haber Ajansı’nın Lübnan’daki bir gösterinin arşiv kayıtlarını Suriye’ye mal etmesidir. Olayın açığa çıkması üzerine Reuters özür dilemek zorunda kalsa da, haberi izleyen on milyonlarca insanın bu haberle oluşan kanaatini düzeltmek mümkün olmayacaktır.

Kosovalı Arnavutların “Masakra e Reçakut” olarak andıkları, Reçak Köyü Katliamı bir toplu mezarın bulunuş öyküsüdür. 40 Arnavut’un cesedine ulaşılan bu alanın bulunmasının hemen ardından AGİT, Avrupa Birliği, NATO ve BM Sırbistan’ı kınayan açıklamalar yapmışlar ve bu olay Kosova’ya yönelik operasyonu hızlandıran faktörlerden birisi olmuştur. Bugün Suriye’de de bir toplu mezarın bulunduğu, Suriye rejiminin muhalifleri katlettikten sonra toplu mezarlara attığı dillendirilmekte ve NATO’ya Suriye’ye askeri müdahalede bulunması çağrısı yapılmaktadır. Suriye rejimi toplu mezar iddiasını reddetse de, Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı, bir Sünni ve şu an muhalif kanat liderlerinden olan Abdulhalim Haddam’ın çağrısı üzerine Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’yi kınayan bir karar için harekete geçtiği görülüyor.

Kosovalı Arnavutların NATO operasyonunun haklılığına itirazları sonlandıracak olan kaçış/sürülüş sahneleri Suriye’de de tekrarlanmış ancak Suriye’yi terk ederek Türkiye’ye sığınan insanların sayısının azlığı yeterli etkiyi uyandırmaktan uzak kalmıştır. Yine de medya “Suriye’den kaçış sürüyor” başlıklı haberleri vermeye devam etmektedir. İstenilen etkiyi yaratmakta yetersiz kalmış olsalar da, bunların her birisi ilerleyen bir projenin aşamalarıdır ve nihai amaç direniş zincirinden önemli bir halkayı koparmaktır. Barack Obama’nın Beşşar Esed’i açıktan tehdit eden dili de bunu ortaya koymaktadır.

Suriye rejiminin yanlış bir temele dayandığı tartışmasızdır. Suriye’de iktidarda olanların ekseriyetinin Sünni çoğunluktan olmadığı da doğrudur. Ne var ki, bugünkü problemin kaynağında azınlık yönetimi değil, Suriye’nin Amerikan projesinin dışında yer alması yatmaktadır. Sünni azınlık yönetimi altındaki Bahreyn örneğinde görüldüğü üzere Batı açısından, Amerikan projesi yanında yer alındığı müddetçe rejimin niteliğinin bir önemi yoktur. Batı için aslolan siyonist rejime göre konumlanışınızdır.

Türk medyasının Suriye’ye yönelik tutumu özensiz, ciddiyetsiz ve kimi zaman da art niyetlidir. “İsmini vermeyen bir görgü tanığı”na dayandırılan, teyidi mümkün olmayan haberlerin kesinmiş gibi yansıtılması, bunların doğruluğunu araştırmak için hiçbir gayret sarf edilmemesi, Batılı haber ajanslarından alınan bilgilerin olduğu gibi verilmesi bizi bu şekilde düşünmeye sevk etmektedir. Yine bazı kalemşorlar hayal dünyalarına okuyucularını da dâhil etme çabasındadırlar. Bunlar, yakın zamana kadar Baas rejiminin ne anlama geldiğini düşünmeksizin Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkisini konfederasyon kurmaya kadar vardıran ama bugün Beşşar Esed’e “git” diyerek, mahiyeti hakkında çok az şey bildiğimiz Suriye halkını mevcut rejimden daha fazla “Direniş” yanlısı olarak anlatan kalemlerdir.

Suriye’yi demokratikleştirme derdine düştüğümüz bir anda meselenin nirengi noktasını, siyonist düşmanı gözden kaçırdığımız aşikâr. Siyonist düşmanın olmadığı bir Ortadoğu’da bütün rejimler kendilerini yenilemek zorunda kalacaklardır. Amerikan projesine hizmet edenler de, direniş ekseninde olanlar da bu gerçekle yüzleşecektir. O halde, ilk olarak yapılması gerekeni ertelemenin bize bir şey kazandırmayacağını görmemiz gerekir.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Diriliş Günü

Gürkan BİÇEN


I.siyonist kongre’den 51 yıl sonra, 14 Mayıs 1948 günü Batı Dünyası’nın onlarca yıllık çabası zehirli meyvesini veriyor ve İngiliz Mandası desteğinde Filistin topraklarına yerleşen siyonistler İngiltere’nin Filistin’den çekilmesiyle birlikte bu topraklardaki varlıklarının bir devlet olarak tanınması çağırısını içeren bir deklarasyon yayımlıyorlardı. Richard Holbrooke Whashintong Post’ta yayımlanan makalesinde siyonist deklarasyonun ardından yaşananları şöyle özetliyordu: “Tel Aviv’de gece yarısını birkaç saat geçmesiyle, Clifford Yahudi Ajansı’na yeni devletin doğrudan tanınma isteğini söyledi ki, onun hala bir ismi yoktu. Truman tanımayı 14 Mayıs’ta saat akşam altıyı on bir geçe, Ben Gurion’un Tel Aviv’deki bağımsızlık deklarasyonundan 11 dakika sonra, ilan etti. Bu öylesine hızlı olmuştu ki resmi tanımadaki “Yahudi Devleti” ibaresi çiziliyor onun yerini Clifford’un elyazısı ile ‘İsrail Devleti” alıyordu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri Truman ve Clifford’un istediği gibi İsrail’i tanıyan ilk devlet oluyordu.”

Truman “Yahudi Devleti” ibaresinin yerine “İsrail Devleti”ni koysa da, tarihe ve nüfusa dayalı bir problem ortada duruyordu. Asgari 3 milyon Arap’a karşılık ekseriyeti bu topraklara ait olmayan, dışarıdan gelen siyonistler olmak üzere azami 600 bin Yahudi. Nüfus yapısını siyonistler lehine değiştirebilmek için Ben Gurion’un 1948’de siyonistleri, “Biz onların –Filistinlilerin- asla geri dönmemesini garanti etmek için her şeyi yapmak zorundayız” sözleriyle uyardığı ve onun siyonist takipçilerinin de Filistinlilerin asla evlerine dönemeyeceklerine inandıkları aktarılır. Arapları katletmek, topraklarını gasp ederek onları Filistin’den çıkarmak “Yahudi Devleti”ni var etmenin temel şartıdır. Dünya göz yumacak ve Araplar orada hiç var olmamışcasına Filistin tarihinden silinip gideceklerdir. Siyonistlere göre formül basittir; Yaşlılar ölecek ve gençler unutacak!

Batı’nın sınırsız desteği ile siyonistler, Filistin halkını dünyanın en büyük mülteci grubu haline çevirmeyi başardılar. Bugün 11 milyon civarındaki Filistinlinin yarısı Filistin dışındaki ülkelerde mülteci yahut sığınmacı statüsünde yaşamaktadır. Bu insanların ekseriyeti hayatlarını sürdürmeye çalıştıkları ülkelerde vatandaşlık hakkı da alamamış ve bunun sonucunda da sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal birçok haktan mahrum olmuşlardır. Filistinlilerin Ürdün’e geçen bir kısmı dışında vatandaşlık hakkı imkânı yoktur. Yahudilerin iki bin yıl evvel çıktıkları topraklara dönmelerinin onların hakkı olduğunu savunan Batılı emperyalistler Filistin halkının kendi evlerine dönüşüne izin vermemekte, Filistin’in işgalinin geri dönülmez bir duruma gelmesini temin için uzayıp giden görüşmelerde “geri dönüş hakkı”nı çözümsüz bırakmaktadırlar.

Devasa Arap orduları siyonistler karşısında başarısız kalıp işgal uzadıkça siyonist formülün ilk önermesi gerçekleşti; yaşlılar öldü. Ne var ki, gençler unutmadı ve siyonistler Filistin halkının aidiyet bilincini inşa eden Filistin imajını yok etmeyi başaramadılar. Anavatanlarının dışındaki Filistinlilerin kahir ekseriyeti bugün hala kendisini Filistinli olarak hissetmekte ve böyle tanımlamakta, Filistin’e döneceklerine olan inançlarını her vesile ile tazelemekteler. Filistinliler umutlarını kaybetmemekte haklıdırlar. Zira siyonist işgal karşısındaki direniş çeşitli ideolojik görüntülere sahip olarak bu güne kadar sürdürülmüş ve nihayetinde Lübnan Hizbullah’ı Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın sözleriyle ifade edersek, “Artık yenilgiler çağı kapanmıştır”

Hasan Nasrallah’ın sözlerine itibar etmemizin sebebi İran İslam İnkılabı’nın akabinde Filistin davasının seküler ve Arap milliyetçisi temelden Müslümanların tümüne, ümmete ait bir davaya dönüşmesine yol açan etkenlerdir. Hizbullah’ın ideolojisi Ayetullah Humeyni ve İran’daki diğer alimler tarafından ileri sürülen Velayet-i Fakih anlayışından kaynaklanıyordu. İran İcra Heyeti sekreteri ve eski Devrim Muhafızları kumandanı Muhsin Rezai bir demecinde, “İran Hizbullah için bir model ve örnektir. İran’ın inancı, taktikleri ve tecrübeleri Lübnan’da pratiğe konuluyor. Hizbullah taktik ve moral destek için İran’a bakar. Ve biz onur duyarız ki tecrübelerimiz diğer Müslüman ülkelere hizmet ediyor” diyordu. Bugün sadece Lübnan’da değil, Filistin’in işgal altındaki topraklarında da çok daha iyi organize edilmiş bir direnişin varlığını biliyoruz. Siyonistlerin Gazze’ye yönelik saldırısını bozguna uğratan Filistinli direniş hareketleri Müslümanların son 25 yılda olgunlaştırdıkları ve adım adım ilerlettikleri tecrübeyi paylaşıyorlardı.

Siyonistlerin insanlık tarihi içinde kısacık bir döneme tekabül eden hâkimiyetlerinin son bulacağı, Batı’nın “küçük sadık Yahudi platosu”nun ve Amerika’nın “silah deposu”nun Müslümanların elleriyle sahiplerine iade edileceği günlere yaklaşıyoruz. Dikkatlerimizi bu ilahi/siyasi vazifenin kusursuz bir şekilde yerine getirilmesi için yapılması gerekenlere yöneltmeli, düşmanın zihinleri ve kalpleri öğüten propaganda gücüne karşı koymalıyız. Nakba’yı (Büyük Felaket) iyilikler ve kötülükleri ardı ardına gönderen, günlerini insanlar arasında döndüren Allah’ın yüzlerce yıldır uyuyan ümmeti ayağa kaldırma iradesinin bir tecellisi olarak görmeli ve bu günü bir “Diriliş Günü”ne çevirmeliyiz.