Translate

19 Ağustos 2010 Perşembe

Mavi Marmara’dan Kudüs’e

Gürkan BİÇEN
Avlonyalı Ekrem Bey Osmanlı Arnavutluk’una ilişkin anılarında, “Savaş Yunanlılara veya Sırplara karşı ise Arnavutlar daima hazırdı.” der. Osmanlı ordusunun belkemiği sayılabilecek Arnavutların daima hazır olduğu bir diğer görev ise Kudüs nöbetidir. Beşinci Ordu’nun İşkodra Fırkası’nın sancağı halen Halil er-Rahman’da bulunmaktadır. Bu sadece askeri bir nöbet de değildi. İmparatorluğun en üst idari mevkilerinde yer alan Arnavutlar kendilerini Kudüs’ü ve Filistin’i siyasi olarak da muhafaza ile yükümlü görüyorlardı. Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında yüklüce bir bedel karşılığında Tel-Aviv’de yirmi bin hektar arazi kiralama arzusuyla İstanbul’a gelen ve kendisinden bu girişim için yardım talep eden Parisli Baron Rotschild’i kesin bir dille reddetmişti. Ferit Paşa; “Filistin bir zamanlar Yahudilere aitti, ancak Büyük Süleyman ve Küçük Davut’un zamanından bu yana binlerce sene geçti. Haklı veya haksız, Filistin bugün kesin olarak Araplarındır, Osmanlı İmparatorluğunun da bu durumu değiştirmek için ne siyasi ne de manevi bir nedeni vardır” diyordu.

Yahudi halkı Filistin’den çıkarıldıktan sonra Eski Dünya’nın birçok yerine dağılmış halde bir hayat sürdü. Müslümanlarla birlikte yaşadıkları Endülüs de bunlardan birisiydi. Jacques Attali’ye göre, Endülüs’ün düşme sürecinde Müslümanların yanında yer almayan Yahudilerin kovulmasının sebebi Avrupa’nın kim olduğunu unutma arzusunda saklıydı. O, Avrupa’nın artık Kudüslü değil de Romalı olmayı istediğini söyler. Böylelikle Avrupa Kitab-ı Mukaddes’in verdiğini (Kudüs’ü) reddetmiş ve kendi tercihini (Roma’yı) belirlemiş olacaktır. Bu zihni dönüşümün işaretleri daha önce hiç bilinmeyen ve öyle de olmayan “sarışın İsa” figürlerine yansımıştır. Osmanlı ise bu faydalı unsurun kovulmasını “ahmaklık” olarak kabul etmiş ve bilindiği üzere onların birçoğunu ülkesine yerleştirmiştir. Avrupa’da mutsuz olan birçok Yahudi de sayıları yüz bini bulan Osmanlı tebası Yahudi cemaatine katılmayı düşlemektedir.

Yahudilerin Filistin’e dönüş çağrıları Endülüs sürgününden sonra yeniden başlamış ve Attali’nin nakline göre II.Selim döneminde hazinede önemli bir mevkie ulaşan Joao Mendes (Joseph Ha Nassi) Taberiyye’de “bir Yahudi devleti kurmak üzere” toprak temliki elde etmiştir. Bunu, Kanuni’nin Taberiyye’yi yeniden inşa projesinin devamı olarak kabul etsek ve “Yahudi devleti” kurma iznini bir abartı olarak telakki etsek de, bu durum Yahudilerin Filistin’e olan ilgisinin Osmanlı tebası oldukları halde bile devam ettiğini ortaya koyan bir örnekliği hak etmektedir.

Avrupa’nın aksine Müslümanlar “halife” her nerede olursa olsun Kudüs ile ilgilerini tıpkı Yahudiler gibi “Kitap” ekseninde belirlemişlerdir. Hilafet merkezinin Şam’da, Bağdat’ta veya İstanbul’da olması Kudüs’ün statüsünü değiştirmemiştir. Müslümanlar kendilerine tahsis edilen Kabe ile birlikte insanlık ailesinin tümüne tahsis edilen Mescid-i Aksa’ya ümmetin insanlığa şahitlik mevkii olarak bakmışlardır. Mescid-i Aksa’yı barış yanlısı tüm kavimlerin, dillerin, dinlerin temasına açık tutmuşlardır. Bu şahitliğin korunmasını da hangi kavimden olursa olsun tüm Müslümanlar üzerlerine ortak bir borç olarak almışlardır. Filistin’in her karışında bu şahitliği koruyanların kanlarını bulmak mümkündür.

Müslümanların Filistin’i kaybetmelerinin ardından kurulan yeni denklemde Filistin davasını bir Arap – Yahudi (siyonist) çatışması olarak ele alan yaklaşım Filistin’i özgürleştirme yolunda başarı sağlayamamış, zaten sömürgeleştirilmiş Arap devletlerinin Arapçılık, Arap Birliği temelinde yükselen çabaları siyonist yayılmacılığa bir sınır koymanın dışında, sonuç vermemiştir. Laik, kavmiyetçi Araplar Filistin davasını kendi eksenlerinde yürütmek isteseler de Müslümanların “Kitap” ile olan bağları onları er ya da geç bu denklemin içinde yer almaya mecbur etmiştir. Hasan El Benna İhvan- Müslimin üyelerini bu uğurda harekete geçiriyor ve şahadetine kadar da Filistin davasının Müslümanların ortak davası olduğunu anlatıyordu. Soğuk Savaş döneminin şartları Filistin davasının Müslüman rengini ikinci plana atmış olsa da, bu tohum yeni bir baharı bekliyordu.

Hasan Nasrallah, siyonistlerle olan mücadelenin en tehlikeli dönüşümünün Camp David Anlaşması ile Mısır’ın denklemden çıkarılması olduğunu ancak, Allah’ın takdiri ile denkleme Arap olmayan ve fakat İslam temelinde yükselen yeni bir gücün, İran’ın girdiğini ve Müslümanların ortak davasına dönüşen Filistin meselesinde artık yenilgiler çağının kapandığını müjdelerken, Amerikan kolonileri olarak görülen Arnavutluk, Kosova, Bosna, Makedonya gibi ülkelerde dahi Müslümanların bakışlarını Kudüs’e çevirebilme başarısını gösteren Mavi Marmara ile terazinin Filistin tarafına yerleşen Türkiye’nin muhtemel gücü henüz sınanmamıştı. Mavi Marmara ile Türkiye bir yüz yıl evvel Kudüs’ün müdafii olan Balkanların yetim Müslümanlarını, onlar bugün Amerika’nın emriyle Afganistan’a muharip kuvvet gönderiyor olsalar bile, Filistin davasına hizmet için seferber edebileceğini gösterdi.

İstanbul’dan hareket eden Mavi Marmara, vicdan sahibi gayrı Müslimlerden ayrı olarak, Filistin denklemine taşıdığı Müslümanlarla Filistin davasının ümmetin ortak davası olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Osmanlı Arnavutluk’u geride kalsa da, Mavi Marmara mücadeleye, “Savaş siyonistlere karşı ise Arnavutlar, Boşnaklar, Kürtler, Türkler, Araplar, Lazlar, Çerkezler… daima hazırdır” anlamını kattı. İşte bu yüzden Ramazan ayının son cumasını Kudüs Günü olarak değerlendiren Türkiyeli Müslümanlar bu tarihi anı unutturmamak adına bundan sonra düzenlenecek Kudüs Günü etkinliklerine “Mavi Marmara” etiketini de koymalı ve bu manayı olabildiğince derinleştirmelidirler.

Selam olsun Mavi Marmara’ya ve İşkodra Fırkası’nın sancağını halen muhafaza eden Filistin halkına.