Translate

24 Kasım 2012 Cumartesi

Nasrallah’a mektup yazın

Gürkan BİÇEN


Uzun tecrübelerin sonunda toplumun dimağından damıtılıp herkesin dikkatine sunulan atasözleri kişinin benzer durumlarda tecrübe etmesi muhtemel hakikati önceden ihtar eder, diyebiliriz. Mesela, “İt ürür kervan yürür”, böyledir.

Orta Doğu’da yaşananları Amerika önderliğindeki Batı Dünyası’nın İslam ülkelerindeki tasallutuna son verme ekseninde okumak istemeyenler, bakışlarını Batı ile birlikte egemen ülke Türkiye ihtimaline odaklayanlar, işe, bu hayale ulaşmak için Suriye’de yaratmak istedikleri iç karışıklığa engel olması muhtemel güç merkezlerine saldırarak başlamışlardı. Amerikan atının Türk’ün hizmetine verildiğini sanan bu cengâverler bir buçuk sene evvel kalem şeklindeki kılıçlarını sallayarak Nasrallah’ı Türkiye’nin bu muazzam projesine (!) teslim olmaya davet etmişlerdi.

Nasrallah’ın açıklamalarıyla ilgilenmedikleri, bunların bir öneminin olmadığı, bu kalemşor Türklerin derdinin, bir başka atasözüyle ifade edersek, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu kısa sürede icat ettikleri “sözde direniş ekseni” yaftasıyla açığa çıkmıştı. Bölgenin tek yabancı unsuru Siyonist yapı ile Suriye’nin yerel halkını ve iktidarını bir kefeye koyan bu kalemler ve onların para babaları Esad-Nasrallah-Netanyahu üçlemesini sıklıkla kullanmış, Esad ve Nasrallah’ın Siyonistlere karşı savaşının gerçeği örtmenin bir bahanesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu kalemlerden bazıları öylesine uç noktalara varmışlardı ki, Siyonistlerle yapılıyor gibi görünen savaşın bile aslında Türkiye’nin yükselen gücünü önlemek için icat edildiğini yazmışlardı.

Türk hükümetinin himmeti ve vazifelendirmesiyle içinde birçok STK ve yardım kuruluşunun yer aldığı bir cephe Baas rejiminden çok Hizbullah’a ve Türkiye’de Hizbullah’ın doğru bir yolda ilerlediğini savunanlara saldırmışlardı. Bunlara göre, Türk hükümetinin tutturduğu yolun yanlış olduğunu söyleyen herkes “sözde direniş ekseni”nin hain Baasçılarından başkası değildi. “Direniş kendi yolunda ilerliyor, bu ilerleyişi sekteye uğratmayın”, diyenlere bu kalemler, “Direniş ekseni kırılacakmış. Neye direndiniz şimdiye kadar, kimin tavuğuna kışt dediniz? Kafiri sürüp önünüze kovaladınız da biz mi görmedik. Hangi Müslüman’ın elinden tuttunuz, hangi kafirin karşısına göğsünüzü siper edip çıktınız.”, diyebilecek kadar hakikate düşman kesilmişlerdi.

Siyonistler bir kez daha Gazze’ye saldırdılar ve “takke düştü kel göründü” Nasrallah’ın 2008 yılında ortaya koyduğu Beyrut’a karşılık Tel Aviv denklemi birden Gazze’ye karşı Tel Aviv’e dönüşüverdi. Tel Aviv’e düşen Fecr-5 füzeleri sadece Siyonistlerin binalarını vurmakla kalmadı, Türkiye’deki “sözde İslamcı” ancak hakikatte kavmiyetçi, mezhepçi, bayrakçı, toprakçı ve iktidar hırsıyla kavrulmuş yahut iktidara susamış taifeyi de vurdu. Şimdi onlar, keşke Fecr-5’lerin üzerinde “Made in İran” yazmasaydı; keşke Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın Katar’ın Batı’nın vaatleriyle kandırmaya çalıştığımız Hamas ve İslami Cihad savaşın sonunda füzelerin sahibini açığa çıkarıp teşekkür etmeseydi ve belki keşke çatışma biraz daha sürseydi de yardım için açılan/ açılacak hesaplara milyonlar yatırılsaydı, diyorlar.

Bugün direniş yeni bir merhalededir. Siyonist yapının siyasi ve askeri varlığını sona erdirme kararlılığındaki direniş hareketlerine gerçekten yardım etmek isteyen her kalem sahibi, Nasrallah’a mektup yazan, İranlılarla karşılıklı oturup onlara “dertlerinin ne olduğu”nu sormayı hayal eden haddini bilmez Türk kalemşorları Türk halkını sevk etmeye çalıştıkları bu yanlış yol sebebiyle kınamalıdır.

Ben onları kınıyorum, Nasrallah’a mektup yazıp özür dilediklerini görene kadar da kınamaya devam edeceğim.

17 Kasım 2012 Cumartesi

İşte kabarıyor aşk denizi


Gürkan BİÇEN

Ruhları daraltan, kalpleri bulandıran, omuzları çökerten hadiselerin gelip çattığı zamanlarda, tüm bunların Levhi Mahfuz’dan bir parça olduğuna ve orada yazmayan hiçbir şeyin kendilerine isabet etmeyeceğine iman edenler, “Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”, derler. “Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

Siyonist rejim tanklarını, toplarını, zırhlılarını, uçaklarını, uydularını, müttefiklerini toplamış ve için içi denilebilecek bir yere hücum etmiş. Düşmanın yavelerini dillerine dolayanlar, "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun.", diyorlar. Allah’ın günlerini bilenler ise bu sözlere, “Bu bir harptir. Bir gün onlar bize galip gelir, bir başka gün biz onlara galip geliriz ve nihayet Allah bizim sadakatimizi görür de zaferi bize yenilgiyi düşmana nasip eder”, diyerek karşılık veriyorlar.

İmam Humeyni, “Allah’a hamdolsun ki, düşmanlarımızı ahmak yarattı”, diyordu.  İmam irtihal etmiş olsa da, hayat devam ediyor ve Müslümanlar için hamd kapısının sürekli açık kalmasına sebep ahmaklar hala mevcut ve  Siyonistler listenin başında yer alıyorlar.

Siyonistler, tıpkı Musa’nın kavmi gibi nesillere uzanan zorlu bir imtihanın muhatapları olan Filistinli Müslümanların, onlara ev sahipliği yapan Lübnanlı Müslümanların, onların ve ümmetin velisi İranlı Müslümanların, zincirlerini kırmanın peşindeki Mısırlı, Arabistanlı Müslümanların ruhlarında kabaran denizi, “Lebbeyk” nidasıyla fırtınalar koparan o aşk denizini bilmiyorlar. Siyonistler Müslümanların nihai zaferine giden yolun aydınlığı, fecri sadık görülmeye başlandığında Batı dünyasının kendilerini terk edip gideceğini de bilmiyorlar. Siyonistler Yahudiler için yeni bir hayal kırıklığının kapılarını aralıyorlar.

Arap şeyhlerinden her türlü yolla gasp ettikleri petrodolarla Müslümanlara ait topraklarda Müslümanlara zulmeden Siyonistler tarihin kırılma noktalarına, sadıkların sözlerine ve vaatlerine itibar etmek istemiyorlar. Atalarının resullerin sözlerine kulak tıkamalarına benzer bir şekilde onlar, bugün de kafalarını aynı duvara çarpıyorlar. İran İslam İnkılâbı’nın Siyonist rejimin ölüm fermanı olduğunu, Hizbullah’ın kendisini bu fermanı infaz ile memur hissettiğini, Hamas ve İslami Cihad’ın da bu fermanın birer suretine sahip olduklarını görmezden geliyor. Bu yüzden olsa gerek, Gazze’ye hava saldırıları düzenleyen Siyonist rejimin on binlerce askeri kara harekâtına hazırladığı haberleri yayılıyor.

2006 Hizbullah – İsrail Savaşı’nda uğradığı hezimetten sonra Siyonist rejim Lübnan’a beş tümen askerle saldıracağını söylediğinde Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, “Biz bu tehditleri hafife almıyoruz. Bu tehditleri ciddi bir şekilde ele alacağız. Fakat bu durum, bizleri korkuya veya endişeye sevk etmeyecektir. Onlardan korkmuyoruz.”,diyerek başladığı sözlerine, “Düşmanlarımızın ordusu gasıp rejimlerinin kuruluşundan bu güne dek görmediği bir şeye; çatışma meydanlarındaki cesur, dayanıklı ve adanmış direnişçilerin öngörülemeyen savaş metotlarına tanık olacak. Barak'ın bu sözüne karşılık ben de yeni vaadimi söylüyorum; Senin 5 tümenin bizim dağlarımızda, vadilerimizde, köylerimizde ve evlerimizde yok olacak. 5 tümeninle birlikte senin gasıp devletin de kutsal topraklarımızda yıkılacak. Barak, Mofaz ve Aşkenazi ileride vuku bulacak bir savaşın hızlı, açık ve net bir zafer olacağını söylüyorlar. Buna karşılık ben de Allah’a tevekkül ettikten sonra onlara şunu söylüyorum; Biz bu savaşın olmasını istemiyoruz. Fakat tehdit ettikleri ve vaat ettikleri gibi savaş olursa savaşın her bir günü bizim için zafer olacak. İnşaallah zafer kesin, net ve açık olacak.”, ifadeleriyle devam ediyordu. Bu, sadık bir vaatti.

Gazze çevresinde Siyonistler, bir duvarın kurşunla bağlanmış tuğlaları gibi sağlam bir sınır bulacaklardır. Aşk denizinde kaynayan ruhları kanatlandıran melekler, atılan her bir mermiyi helak edilecek Siyonist’e isabet ettirmek üzere teslim alacak ve bu vazifesinde hiçbir kusur göstermeyecektir. İşlerin sonunun Allah’a döneceğini bilenler, atanın da vuranın da ahmak bir düşmanı yenilmiş ekin yaprağına çevirenin de kendileri olmadığını elbet bileceklerdir.

Bir okyanus gibi kabaran ümmet Filistin topraklarını silip süpürecek geride aşk denizinde akan gemiden başkası kalmayacaktır.



10 Kasım 2012 Cumartesi

Manifestosuz Dava: Mavi Marmara

Gürkan BİÇEN

Belki en doğrusu, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın 9 Haziran 2000’de Beni Şiş’te yaptığı Zafer Bayramı Konuşması’ndan bir bölüme yer vererek başlamaktır. Nasrallah Lübnan’ı apar topar terk eden Siyonist düşmanın ardından Direniş erlerine, Direniş halkına yaptığı o konuşmada tam bir kararlılık, ihlâs ve tevekkülle şöyle diyordu; “Her şey Direnişin hizmetindedir; Seyyid Abbas, ulema, yiğitlikler, şecaatler, siyaset, kurum, mal ve propaganda; tamamı Direnişin hizmetindedir. Direniş siyasetin, kurumların, kişilerin ve dünya malının hizmetinde değildir. Direniş Allah’ın kuludur ve zafer peşindedir. Bu yüzdendir ki Lübnan’da Direniş zafere ulaşmıştır.”

6 Kasım 2012 günü Nasrallah’ın bu sözlerine ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anladım. O gün, hani Siyonist düşmanın beynini dağıtması için gönderdiğimiz hakikat kelimesinin, Mavi Marmara’nın şehitlerinin Direnişi İstanbul’a, İstanbul Adliyesi’ne, silahların susup kalemlerin konuştuğu bir savaş meydanına taşıdıkları gün, Filistin’in, Lübnan’ın, Filistin için can veren tüm Arapların, Müslümanların ve hatta gayrı Müslimlerin ruhları iki yüz elli kişilik salonu dolduranlarla birlikte orada yer almıştı. İşte o gün beklenen olmadı ve Akdeniz’in sularını yara yara Siyonist düşmanın kalbine ilerleyen Mavi Marmara yüklendiği anlamın çok gerisinde bir yüzle geldi salona.

Mavi Marmara Gazze’nin mağdurlarına ekmek götüren bir gemi değildi. Mavi Marmara yiyecek, giyecek, çocuk bezi taşımıyordu. Bilakis Mavi Marmara “anlam”ı yüklenmişti ve Siyonist düşmanı korkuya salan da buydu. Mavi Marmara Özgürlük Filosu’nun özgür ruhlarının Filistin halkına taşımak istediği özgürlükten başkası değildi. Ne o bir gemiydi ne de yolcuları turist. O, kelimenin tam anlamıyla Siyonizm’e meydan okumanın ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Hal böyle olunca, Direnişin mahkeme salonunda da devam edeceğini ummuştuk. En azından her bir gazinin, şehit yakınının İsrail’i tanımadığını ilan ederek konuşmaya başlayacağını düşünmüştük. Olmadı…

Mavi Marmara direnişi, Akdeniz’de seyreden iyi çocuklara saldıran kötü çocukların onları kendi mahallelerine zorla götürmesine dair bir hikâye gibi anlatıldı. Nasıl desem, neye benzetsem, tam olarak bilemiyorum. Muhtemelen Pal Sokağı Çocukları romanı bir benzerlik oluşturabilir, bu tür anlatımlar için.

Mavi Marmara şehitlerinin efendisi Furkan Doğan’ın babası Ahmet Doğan’ın salonu duygulandıran konuşmasının ardından davanın siyasi manifestosunun niçin ilan edilmediği, İHH’yı, gazileri, şehit yakınlarını bundan alıkoyanın ne olduğu anlaşılamadı. Davaya siyaset karışmasın mı istenmişti? Hâlbuki Mavi Marmara neticeleri itibariyle tam anlamıyla siyasi bir karşı koyuştu. Mavi Marmara’nın siyasi neticeleri olduğu gibi, Siyonist düşmanın saldırısının da siyasi neticeleri olacaktı, olmalıydı ve dava ancak bu sürecin bir parçası olarak telakki edilmeliydi.

Mavi Marmara’nın misyonunu hatırlatması için gemiyi muhafaza etmekten daha önemlisi Mavi Marmara’nın siyasi manifestosunu ilan etmekti. Bu gerçekleştirilmeden geçirilecek her saniye Mavi Marmara davasını basit bir cinayet davasına indirgeyecek ve failler ceza almış olsalar bile bu, kötü çocuklara hak ettikleri cezayı veren Türk yargısının azametini göstermekten başka bir kazanım sağlanamayacaktır. Mavi Marmara Direnişin hizmetinde ise mahkeme salonlarında da bu misyonunu devam ettirmelidir.

Mavi Marmara Direnişin malıdır. Öyle de kalmalıdır. Mavi Marmara yüklendiği “anlam”a sadakat göstermelidir. Böyle olduğunda biz Nasrallah’ın şu sözlerini ruhumuzda yankılanırken bulacağız; “Zaferi getiren mücadele değildir; mücadele Allah’a karşı sadakatimizin şahididir. Zafere anlam kazandıran da, işte bu sadakattir.”