Translate

25 Mart 2014 Salı

İyiler Kazanacak

Gürkan BİÇEN


Türkiye, iki yoz grubun ardına taktığı insanların çekişmesi içinde seçimlere ilerliyor. Her ikisi de geçimini dinden sağlayan bu hareketler Türkiye’nin maddi ve manevi kaynaklarını tarumar ediyor. Bir taraf hiçbir siyasal sorumluluk yüklenmeksizin küresel istikbara hizmet ederken, diğer taraf küresel istikbarın onayıyla attığı adımlarla elde ettiği siyasi gücü halktan ayrışan bir tabakanın oluşumunda ve ekonomik imkânların şahıslara peşkeş çekilmesinde kullanıyor. Meydanlar hakaretlere boğulurken, bu iki grubun geçmişte ülkenin başına birlikte açtıkları musibetler göz ardı ediliyor.

Seçimler iktidar partisi tarafından genel seçim havasına sokulduğundan, iktidarın genel politikalarına itirazımızı dillendirmemiz elzem hale geliyor.  Küresel istikbarla göbek bağından, halka yönelik kibirli tutumuna kadar iktidar partisinin politikalarının birçoğunu tasvip etmiyoruz. Körle yatan şaşı kalkar misali, küresel istikbarın koridorlarında, bekleme salonlarında, pavyonlarında çokça vakit geçiren AKP eliti (elbette yanlarında Gülen’in adamları da vardı), tıpkı koridorlarında bekledikleri o sarayların sahipleri gibi, uğursuz bir yola, halka tepeden bakma ve kendini hesap sorulamaz görme yoluna girdi.  İkazlara gözlerini ve kulaklarını kapadı. Görülmesi, işitilmesi zaruri olandan yüz çevirdi. Yüzünü döndüğü yerde ise şeytandan başkası yoktu.

On iki yıla varan AKP iktidarında olan neydi? Nasıl olmuştu? Bayındırlık faaliyetleri, ekonomi, şehirleşme, adalet, dış siyaset… Anlatılan ile olan bir miydi?

Her şeyden evvel AKP iktidarı bayındırlık/ imar faaliyetlerini yerel kaynaklara değil, dış borca dayandırdı. Hakikati olmayan, sanal bir zenginlik, sahte bir ekonomi yarattı. Uzun vadeli kredilerin aktarıldığı müteahhit firmalar eliyle siyasi elitin zenginleşme yolu açıldı. Bu kredilerin bir kısmı da halka kullandırılarak, halk, orta ve uzun vadeli borçlandırıldı. Finans ve bankacılık sektörü yabancı sermayenin tahakkümü altında bırakıldı. 17 Aralık operasyonu ardından yükselen döviz kurlarını frenlemek için Merkez Bankası 14 milyar dolarını eritti ama başaramadı. Erdoğan’ın üç ay evvelki konuşmalarını takip edenler, onun kasıla kasıla “Merkez Bankamızda 135 milyar dolarımız var”, dediğini hatırlayacaklardır. Aynı Erdoğan bugün eriyen 14 milyar dolardan bahsetmeksizin, “Merkez Bankamızda 121 milyar dolarımız var”, diyor. Erdoğan da biliyor ki, Merkez Bankası’ndaki o para da bizim değil. Türkiye’nin cari açığı ve dış borcu Merkez Bankası’ndaki rezervin dört katına tekabül ediyor. Bunu ödememiz için yemeden içmeden kaç sene çalışmamız gerektiğini hesap uzmanı Erdoğan söylemeli.

AKP iktidarı Cumhuriyet Türkiye’sinin çarpık kentleşme günahını katmerli hale getirdi. Bugün ülke nüfusunun dörtte biri Marmara bölgesinde yaşıyor.  On sene evvel yatay konumda olan gecekondular bugün dikey hale gelse de, varlığını koruyor. Daralan imar sahalarından devşirilen rant iktidar elitinin cebine akıyor. Yeni imar sahalarının açılması çevre güvenliğini tehdit ediyor. Tarih ve sanat bilincinden mahrum AKP siyasi eliti şehirleri beton yığınına çeviriyor. Kendisini “muhafazakâr” olarak tanımlayan bu elit bu tanıma uygun bir şehir kurmayı beceremiyor. Son on yılda TOKİ ve belediyelerin bağlı şirketleri tarafından yapılan evlerin hiçbirisi AKP elitinin bahsettiği “muhafazakâr” aileye hitap etmiyor.  Anadolu büyük ölçüde boşalırken, sahil şehirleri olması gerekenin çok üzerinde bir nüfusu barındırıyor. Ülke ekonomisinin motor gücü olarak tanımlanan İstanbul, bu haliyle, Anadolu’nun geleceğini çalıyor.

Bölüşümde adaletin temel şartı olan “üretimde adalet” ilkesi göz ardı ediliyor. Devletin ekonomide yer alamayacağı yalanına sığınılarak satılan Kamu İktisadi Teşebbüslerinin yerine, bölgeler arasındaki üretim dengesini koruyacak yatırımlar yapılmıyor. Sanayinin tamamına yakını belli merkezlerde toplanıyor. İstanbul’da üretilenin İstanbul içinde dahi adilane paylaşılamadığı bir düzende, bu üretimden Hakkâri’deki insana ne kalacağı tartışılmıyor. Hakkâri’de de üretilebilmesi mümkün olan bir ürünün niçin İstanbul’da imal edildiği sorgulanmıyor. Sosyal gerekliliklerin devletin ekonomik hayata bilfiil müdahalesini zorunlu kıldığı ve toplamdaki faydanın özel alanlardaki zararlardan daha önemli olduğu hakikati göz ardı ediliyor. “Her yaptığım iş kar etmeli” anlayışı devleti halkına hizmet üreten bir aygıttan hizmet satan bir tüccara çeviriyor.

Devlet halkına hizmet satan bir tüccara dönüştüğü için birçok alan gibi adalet de parayla işler hale geliyor. AKP iktidarının adli sistemde yaptığı oynamalar parası olmayanların dava haklarını neredeyse ellerinden alıyor. Mahkemeler ve icra daireleri birer darphane gibi çalışmasına rağmen adliye gelirleri adli hizmetin iyileştirilmesi ve yargılama maliyetlerinin düşürülmesinde kullanılmıyor. Yeterli akademik kadrosu olmaksızın, sırf ticari kaygılarla açılan hukuk fakülteleri eliyle hukuk eğitiminin seviyesi görülmemiş derecede düşürüldüğünden, arzuhalci seviyesinde yeterliliğe sahip insanlar hakim, savcı ve avukat olabiliyor. Birçok adliyede kıdemli müdürlerin hakim, savcı ve avukatlardan daha donanımlı olduğu günlere şahit olunuyor. Kanunlar, pratik karşılığının ne olduğuna bakılmaksızın alelacele çıkarılıyor ve bu sebeple temel kanunlar dahi yayımının üzerinden bir yıl geçmeksizin onlarca kez değiştiriliyor. Bugün Türkiye’de bir hukuk sistematiği aramak samanlıkta iğne aramakla eş değer kabul ediliyor.

Menfaat temelli dış politik anlayış ülkemizin cinayetlere ortak olması sonucunu doğuruyor. Komşu ülkelere yönelik düşmanca tutum ülkenin saygınlığını törpülemekle kalmıyor, güvenlik zafiyeti de oluşturuyor. NATO’nun Müslüman bir ülkeye saldırması için yapılan ahlaksız çağrılar NATO’nun resmi askerlerini olmasa da, paramiliter kuvveti mesabesindeki tekfirci terörü bölgeye çekmeye yetiyor. Türkiye’nin Suriye’de oynadığı rol, AKP iktidarına destek verecek her bir kişinin boynuna eklenecek günah halkası anlamına geliyor. Suriye’de ölen yüz bini aşkın insanın kanını sadece Esad’a yükleyenler, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin günahına bilerek veya bilmeyerek ortak oluyor. Bu ikilinin seferber ettiği yardım kuruluşları bugün Erdoğan’ın saldırdığı CIAmat ile benzer işleri yapıyor.

AKP iktidarının yanlışlarına itiraz edenler susturuluyor. Gazeteciler işlerinden oluyor. Televizyoncular yayın yapamaz hale geliyor. Ülkede Erdoğan’dan başka kimse konuşmasın, kimsenin sesi çıkmasın isteniyor. Erdoğan’ın talimatlarını kabul etmeyenler en basit ifadeyle “çapulcu” oluyor. Çapulcuları öldürenler kutsanıyor. Erdoğan çapulcuların karşısına çay ve simit hesabıyla aldattığı “dindar” gençliği sürüyor. Evladını kaybeden anneleri suçluyor, babalara hakaret ediyor. Bu tarzıyla Erdoğan, şeytanın adımlarını izliyor.

AKP elitinin girdiği yol çıkmaz sokaktır. Sokağın çıkmaz olduğunu anlamak için sonuna kadar yürümeye gerek de yoktur zira bu yol, onlardan evvel birçok müstekbir tarafından denenmiş bir yoldur. Bu yol ülkeyi felakete götürecek bir yoldur. Ne var ki, ülkeyi bu yoldan çıkarabilecek olan ne CHP ne MHP’dir. Onlar da Batı sisteminin parçalarıdır. Sistemin en dış halkasında duran tek hareket hala Milli Görüş’tür. Mili Görüş AKP’nin sahte yüzünün turnusolüdür.


Merhum Erbakan Hoca son İran seyahatinde, “Biz Türkiye’de muhalefette, İran’da iktidardayız”, demişti. Milli Görüş hala muhalefette olsa da, AKP’nin baş ve Gülen’in yardımcı aktör olduğu bu tiyatronun sona ereceği bir gün gelecek ve eminim ki o gün ümmetin birliğine inanan, halkına saygı duyan, istikbarın safında eli kana bulaşmamış “iyiler kazanacak”. 

11 Mart 2014 Salı

Nasrallah haklı çıktı

Gürkan BİÇEN

Türkiye gündemine oturan AKP – “CIAmat” kavgası  neticesi ifşa olunan telefon dinleme belgelerinden anlaşılan o ki, Suriye’yi Direniş Ekseni’nden silah zoruyla koparma senaryosu sahneye konulduğu andan itibaren, Türkiye’nin bu senaryodaki rolüne itiraz etmesi neredeyse kesin olan yazar- çizer kadrosunun telefon görüşmeleri bir örgüt soruşturması kılıfıyla takibe alınmıştı. Kuvvetle muhtemel o dönemde, hem Suriye meselesinin uzamayacağı hem de dinlenilen kişilerin ana akım medyadaki etkisinin sınırlı olduğu kanaatiyle bu insanlara yönelik bir gözaltı furyası gerçekleştirilmedi ve fakat fırsattan istifade edilerek dinleme halkası olabildiğince genişletildi. Adli nitelikli bu dinlemelere kamuoyu Erdoğan ile “CIAmat” arasında kopan fırtına sayesinde vakıf oldu. Aynı gün bir başka kasırga daha patladı ve Erdoğan ile oğlu Bilal’e atfedilen, Erdoğan’ın kaynağı meçhul bir servetin sahibi olduğunu ima eden ses kayıtları yayımlandı. Beklenildiği gibi konuşmalar yalanlanarak, bu kaydın montaj olduğu ileri sürüldü.

Erdoğan’a atfedilen ses kayıtlarının doğru olup olmadığı çok da önemli değil. Erdoğan’ın kaynağı belli olmayan bir servetin sahibi olup olmadığı ile ilgilenmiyorum zira son on yıl içinde, herkesin gözü önünde, kamu kaynaklarını sömürerek vücut bulan bir kesimin varlığını inkâr etmek mümkün değil. Bu kesim ani ve sebepsiz zenginleşmenin kaynağını açıklama ihtiyacı duyuyor mu ki, Erdoğan duysun? Dışarıdan alınan borçlarla yaptırılan müteahhitlik hizmetlerinin sırf komisyonunun milyarlarca doları bulduğu ve bunun nasıl paylaşıldığının bilindiği bir zeminde sesin taklidi de montajı da gerçek etkisi yaratır. Bu böyledir. Bunu örtmenin yolu ise yozlaşmanın yaygınlaştırılmasıdır.

Bizi ilgilendiren açıklama ise kısa bir süre sonra Erdoğan’dan geldi: “Devletin kriptolu telefonunu bile oradan dinliyorlar.” Erdoğan’ın bu açıklamasını takiben ana akım medyanın kalemşorlarının her biri bir kripto uzmanı olup dinlemelerin nasıl yapıldığını izaha koyuldular. Onlara göre, Erdoğan’ın dediği gibi, TÜBİTAK’ta CIAmat’a mensup bir köstebek olmadığı müddetçe bu konuşmaların şifreleri kırılamazdı. Bunun için yüzlerce bilgisayarın yıllarca çalışması gerekirdi. Erdoğan’ın açıklaması Davutoğlu’nu çok etkilemiş olmalı ki, o da kısa bir süre evvel, önemli meseleleri artık telefonda konuşmadıklarını, bizzat gidip görüştüğünü, paralel yapının, kendisinin Suriye meselesi ile ilgili konuşmalarını dış mihraklara servis etmiş olma ihtimalinin bulunduğunu dile getirdi.

Erdoğan ve Davutoğlu şaşkınlıklarını izhar ede dursunlar, biz biraz geriye dönelim. Hizbullah’ın 2006 Temmuz Savaşı’nda Siyonist rejimi mağlup etmesi konunun birçok açıdan ele alınmasına yol açtı. Gerek Siyonistler gerekse Batı Dünyası bu konuda birçok rapor hazırladı. Bu raporların açığa çıkardığı noktalardan birisi de, Hizbullah’a ait iletişim hattıydı.  Hizbullah, kendine ait bir hat kullanıyordu ve bu hat telli iletişim esasına dayanıyordu. Böylelikle Hizbullah, iletişime sızma ihtimalini en aza indirmiş oluyordu. Hizbullah’ın iletişim hattını devre dışı bırakma çabasının akamete uğratıldığı 2008 yılında yaptığı bir basın açıklamasında Nasrallah, “Muhabere silahı dediğimiz haberleşme meselesi herhangi bir askeri operasyonda başarı sağlanması ve idarenin kusursuz yapılabilmesi için hayati öneme sahiptir ayrıca komuta kademesinin en önemli silahıdır. (…) Telsiz iletişimin bazı sorunları vardır. Mesela eğer dinlenilmek istenirse, size şu kadarını söylemek isterim ki dünyada ve Lübnan'da kırılmayacak ya da çözülmeyecek cep telefon şifresi veya dinlenilemeyecek cep telefonu yoktur.”, diyordu.

Bugün Nasrallah bir kez daha haklı çıktı. Başta Amerika olmak üzere, Batı Dünyası’nın teknolojik altyapısına dayalı bir güvenlik sistemi oluşturmayı makul bulanlar ceplerine konulmuş casuslarla dinlendiler. Bu dinlemelerin gerçekleştirilmesi için TÜBİTAK’ta bir köstebeğe ihtiyaç yok. Siz Büyük Şeytan’ı dikkatlerden kaçırmaya, meseleyi CIAmat’ın bir veya birkaç üyesine yıkmaya çalışsanız da, muhtemelen hakikat öyle değil. Sizin kriptolu telefonlarınızı dinleyenleri, “Sizi ülkemizde tutmaya mecbur değiliz!”, diyerek efelendiklerinizden başkası arasında aramayın.


Erdoğan’ın bu sarmaldan çıkması zor görünüyor zira onu iktidara taşıyan partnerleri ülkenin her noktasına nüfuz ettikleri bu on yılın sonunda Erdoğan’ın miadını doldurduğunu düşünüyor. Erdoğan ve çevresi ikbal basamaklarını inerken, bir zamanlar şeytanlaştırdıkları Nasrallah’ın yoluna devam ettiğini görüyor.